Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ne kadar makul bir politik slogandır? - 1
|
Prof. Dr. Oliver Leaman
Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik Fransız Devriminin sloganıdır fakat gerçek olmaktan çok halkın zihnindedir. Bünyesinde farklı tipte hükümetleri barındıran Avrupa Birliğinin sloganı olmadığı kesindir. Avrupa Birliğinin bir üyesinin sahip olması gereken tek şey demokrasidir. Ne var ki, ülkelerden biri demokratik olarak adlandırılamayacak bir rejime geçiş yapsaydı ne olabileceğini görmek ilginç olurdu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlüsü gerçekten de hassas bir grubu bir araya getirebilir. Özgürlük dışında hiçbir şeye değer vermeyen bir ülke, yoksulların yaşaması için kesinlikle çok kötü bir yer olurdu. Özgürlüğü ve eşitliği teşvik eden bir ülkenin de bir çeşit topluluk anlayışını yaratabilmesi gerekir çünkü aksi halde yaşamaktan zevk alınan bir yer olması çok zor olurdu. Muhafazakarlar bazen özgürlüğü öncelikli kılmamız gerektiğini çünkü bunun zenginliğin artmasına yol açacağını ve zenginlerin daha az başarılı olanlara zenginliklerinin bir kısmını bahşetmeye yöneleceğini belirtmektedir. Her halükarda, genel ekonomik etkinlikteki büyük artışın herkesi daha iyi bir duruma getirmesi beklenir. Muhakkak ki, bu bakış açısını destekleyen bazı bulgular vardır. Refah içinde olan ülkelerde büyük oranlarda hayır işi yapıldığını ve vatandaşlarına varlıklarını göreli olarak dağıtma özgürlüğü verildiğini görüyoruz. Bunlar çoğunlukla ekonomik anlamda yüksek başarı elde etmiş ülkelerdir. Yine de bunun her durumda işleyeceğini ummak aslında nedensizdir ve eğer zenginlerin cömertliği başa baş gelmezse, nüfusun belki de önemli bir parçasının belirli bir varlık düzeyinin altına inmesine göz yummalı mıyız?
Eşitliğe verilen önemi teşvik eden düşünce bunun gibidir. Bu Fransız Devrimi sırasında önemli değildi ve sonrasının varlığın yeniden genel dağıtımıyla ilgili olduğu anlaşılmamalıdır. John Rawls kitabında, eğer hiç kimse toplumdaki sonunu bilmeseydi, topluluğun en alt kesiminde olanların ihtiyacını insanlardan karşılamalarını beklemek mantıklı olacaktır demektedir. Bu ev sigortası yaptırmak kadar mantıklıdır. Evlerimizin yanmasını ummayız ama sigorta masrafı ile evi yenileme masrafı arasında uygun bir denge varsa, bazı harcamalarımızdan vazgeçmek akla yatkındır. Bu durumda ahlaki hiçbir şey yoktur, sadece çıkarlarımız açısından hangi eylemlerin işe yaradığı önemlidir. Benzer şekilde, insanların kendilerini bir şekilde birbirleriyle bağlantılı görmeleri iyi bir şeydir, aksi halde hayat çirkin, yabani ve kısa olur. Eğer insanlar öyle yapılması güvenli diye birbirlerinden avantaj sağlasalardı, eğer herkes her şey için kendisini diğer herkesle rekabet halinde görseydi, rahatlamak zor olurdu. Burada tekrar Rawls’ın akla uygunluk ilkesini ele alabilir ve eğer o topluluk içinde nerede olacağımızı bilmeseydik hangi tip bir topluluk içinde yaşamak isteyebileceğimizi sorabiliriz. Şöyle olabilirdi, toplumun bazı kesimleri diğerlerinden, yine ahlaki açıdan değil ama mantıki olarak, daha talep edilir olabilir. Böylece örneğin bir otobüsteyken yerde bir cüzdan bulursak, onu alıkoyabileceğimiz bir toplumda mı yoksa onu “doğru” sahibine iade etmeye çalıştığımız bir toplumda mı yaşamak isteyeceğimizi merak edebiliriz. Rawls’ın bilgisizlik tülü ilkesine göre, bulan mı, kaybeden mi olacağımızı bilmediğimiz için, insanların birbirlerini bir dereceye kadar umursadığı bir toplumda yaşamayı istemek mantıklı olabilir. Ayrıca başkalarıyla ilişkilerimizden kazandığımız belirsiz sıcak hisler sebebiyle de böyle bir toplumda yaşamak istememiz mantıklı olabilir.
Bu sebeple özgürlük, eşitlik ve kardeşlik birlikte gidebilir gibi görünmektedir. Avrupalıların sorduğu sorulardan biri, burada nasıl bir denge olmasının uygun olduğudur. Sağ kesimde olanların çoğu özgürlüğü ve bir dereceye kadar da kardeşliği vurgular, çünkü sosyal grupları birbirine bağlayan halkaların kolay kırıldığı ve desteklenmesi gerektiği görülür. Sol kesimde olanlar eşitliği vurgulamaya ve toplumun bu yolla yapılandığını belirtmeye meyillidir. Bu çok soyut görünebilir ama gerçekte değildir. Bir grubun bazen çalıştığına bazen çalışmadığına ve çoğunlukla bunun nedeninin belirsiz olduğuna hepimiz aşinayızdır. Belirli bir kişinin gruba dâhil olması veya gruptan çıkması büyük bir fark yaratabilir ki bu olgu öğretmenlere her zaman çok tanıdıktır. Burada muhafazakârlar için ilginç bir ikilem vardır. Sıklıkla özgürlüğü çok önemli bir şey olarak ama sosyal uyumu tehdit ettiğinde, buna meylettiğinde, kısıtlanması gereken bir şey olarak görürler. Onları muhafazakâr yapan, devletin korunması gereken bir şey olduğu mefhumudur ve içindeki narin ilişkiler devletin olduğu gibi işlemesini sağlayan yolun bir parçasıdır, bu sebeple özgürlüğü veya eşitliği artırmak adına bunlardan bazılarını değiştirmek kardeşliğe müdahale olacaktır. Birçok muhafazakâr için toplumu geliştirmek başarılı bir yönetim biçimidir ve bu olmadan gerçekleşen diğer sosyal menfaatler kendilerini işletecek uygun bir çevre bulamayacaktır.
Dinin rolü
Dinler sıklıkla özgürlük, eşitlik ve kardeşlik konusunda toplumların mevcut pozisyonları ile aynı çizgide olduklarını iddia eder ve hatta temelde bu politik ilkelerin kendilerinin dini olduğunu bile ileri sürer. Bu iddialar bütün olarak reddedilmelidir. Bizim liberal demokrasi olarak nitelendirdiğimiz ilkelerle bağdaştığını belirten bir dinde hiçbir zorluk yoktur. Bununla birlikte dini doktrinin kaynakları genel olarak o kadar bulanık ve çeşitlidir ki herhangi bir şeyle uyum içinde olduklarını söylemek zor olmaz. Bu din üzerine alaycı bir yorum değildir ama bütün politik organizasyon türlerinin, bir veya başka bir dinle oldukça memnun biçimde bağlantılı olduğu veya böyle göründüğü tarihlerine yönelik derinlemesine bir düşünmedir. Dinlerin zaman zaman ileri sürdükleri önemli iddia, liberal demokrasinin gerçekte dini bir fikir olduğudur ve bu sadece yanlış olmakla kalmaz çok da tehlikelidir. Dini kısıtlanmış bir resmi pozisyona konumlandıran bir yapıya sahip olan Birleşik Devletler gibi din açısından oldukça coşkulu olan bir toplumun açık paradoksuna sıklıkla işaret eder ama bu bir paradoks değildir. Bazı Avrupa ülkeleri resmi olarak dini, hem de belirli dinleri ayrıcalıklı kılar yine de bu ülkelerin toplumları görüşlerinde geniş anlamda laiktir. Bu da bir paradoks değildir. Liberal demokrasiyi din üzerine temellendirmek sadece yanlıştır çünkü ana dinlerin hiçbirinde bir tür toplumun diğerlerinin üzerinde ayrıcalıklı olduğunu belirten hiçbir şey yoktur. Neden insanlar hükümetlerine akıl danışmak zorundadır, özellikle de hükümeti idare edenlerin Tanrı ile temas halinde olduğunda? Eğer bireyi ilahi olarak papazlık rütbesi verilmiş bir tavrı rencide eden şeyler yapmaya yönlendirirse, kişisel özgürlüğün rolü nedir? Herkesin Tanrı tarafından farklı yaratılmış olduğu bir dünyada, devlet neden eşitliği gözetmelidir? İmdi, durum kesinlikle şudur ki, dinlerde özgürlüğü, eşitliği ve ders vermeyi savunanlara koz veren pasajların bulunması ve yorumlanması mümkündür fakat bütün dinler için birey ve Tanrı arasındaki bağın temel olduğuna işaret etmeye değer. Muteber hayatın temellendiği şey budur, hayatlarımızın en önemli tarafı budur ve belirtilmelidir ki, bu bir dizi politik organizasyonla uyumludur. Belki bu sebeple dinler bu kadar uzun suredir vardır. Uyarlanabilirler ve şartlarla uyum içinde değişebilirler.
Bu, siyasetle ilgilenildiği sürece dinlerin konu dışı olduğu anlamına mı gelir? Kesinlikle gelmez, sosyal bir organizasyonun doğası açısından bakıldığında bir dinin doğası belirli bir zamanda ve yerde yüksek oranda destekleyici ve hatta yaratıcı olabilir. Bazı insanlar bu sebeple Avrupa Birliğini Hıristiyan bir kulüp olarak nitelendirmektedir. Sebebi, öyle olsalar da, Avrupa Birliğinin vatandaşlarının çoğunun Hıristiyan olması değildir veya Birlikte diğer dinlerin mensuplarının genelde daha az önemli olması da değildir ve ne de Avrupa Birliğinin kurucularının önceki biçiminde yeni bir organizasyonun ilklerini oluşturmak için bilinçli olarak dine bakmasıdır. Ne var ki, bu ilkeler Avrupa da Hıristiyan medeniyetinin birkaç yüzyıllık ürünüdür ve o zamanlarda vurguladıkları ilkelerden birisi barıştır, barış kesinlikle bir Hıristiyan ilkesidir ve ulusal kiliseleri tarafından coşkun bir şekilde desteklenen bütün tarafların birbirlerinin yıkımının peşinde olduğu uzun bir savaştan sonra böyle olması çok da uygundur. Avrupa Demir Çelik Sendikasının birinci maddesi Fransa ve Almanya’yı savaşın hiçbir zaman tekrar bir mesele olmayacağı bir biçimde bağlamaktadır. Bu bir Hıristiyan politikası mıdır? On yıl önce Hıristiyanlar, bütün tarafların birbirleriyle kavga etmek için iyi sebepler bulduğu yol aynıdır. Elbette bütün Hıristiyanlar değil ama çoğu. Bu, Hıristiyan Avrupa’sında insanların yaptıkları şeyleri yapış nedenlerinde, aldıkları kararları alış sebeplerinde Hıristiyanlığın önemli bir payının olmadığı anlamına mı gelir? Hiçte değil, önemlidir ama ince bir biçimde. Avrupa medeniyeti, çeşitli Hıristiyan fikirleri bünyesinde barındırmaktadır, yine de belirtilmiş olduğu gibi o kadar çeşitli yorumlanmıştır ve tanımlanmıştır ki, onlar hakkında yapılabilecek tek belirli yorum, Hıristiyan oldukları ve başka bir dinden olmadıklarıdır.
Avrupa değerlerinin dine dayandığı fikri büyük oranda aldatıcıdır. Bazen bunların geçmişte kaldığı ve belki Avrupa’nın şu anda olmadığı kadar geniş bir laik durumdayken gelecekte de böyle olacağı söylenir. Bu da oldukça aldatıcıdır. Dine dayanan bu değerler hangileridir? Bugünün Roma Katolik Kilisesinin mi, Protestan Kilisesinin mi değerleridir, yoksa Ortodoks mudur? Eğer Katoliklerse, mevcut Papanın mı yoksa Papa ile anlaşamamalarına rağmen kendilerini Katolik olarak çağıranların mı değerleridir? Şarlman’ın (Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Kurucusu) mı, İngiltere Kralı I. Richard’ın mı, yoksa Çar II. Nicholas’ın mı yada Anabaptistlerin mi değerleridir? Ben bunları yazarken, Chealsea ve Portsmouth Londra’da FA Cup Finalinde buluşmak üzereler ve bu kulüpler açısından da aynı soruyu sorabiliriz. En son ne zaman West Country’den birisi Chelsea’da veya Portsmouth’da oynadı? Ben Chelsea taraftarıyım ve Londralıyım ama oyuncularımızın çoğu diğer ülkelerden gelme, Londralı olmak bir yana çoğu geldiklerinde İngilizce bile konuşamıyordu. Takımın sahibi, yöneticisi ve birçok taraftarı deniz aşırı yerlerden. O halde, eğer kulübün bulunduğu yer dışında (ki aslında yeri Fulham’dadır) Chelsea’dan kaynaklanan hiçbir şeyi yoksa Chelsea’yı Chelsea yapan nedir? Avrupa ideasında, Avrupa Birliği politikalarında ve hatta Avrupa nüfusunun çoğunluğunun heyecanlarında saptanabilen Hıristiyanlık dışında bir şey değilse, Avrupa’yı ne Hıristiyan yapar?
Wittgenstein’ın işaret etmekten memnun olduğu gibi, bir grup insanı tanımlamakta sıklıkla genel bir terim kullanırız, sadece bu terimi kullandığımız için, bu terimin kapsadığı her şey arasında bir öze veya paylaşılan bir niteliğe dayanması gerektiğini düşünmemeliyiz. Böyle olabilir ama birçok durumda olmayacaktır ve Hıristiyan, Avrupalı, liberal demokrasi vb birçok terimin içinde, terimin altında olan herhangi bir kişinin veya herhangi bir şeyin paylaşmak zorunda olduğu bir değerler veya inançlar temeli yoktur. Wittgenstein, çoğunlukla hiçbir iplik telinin bütünün arasından geçmediği ama çeşitli iplik tellerinin birbirleriyle bağlantılı olduğu ve böylece bir şeyleri bağlayan bir urgan olarak kullanılabilen bir şey oluşturduğu uzun bir ip gibidir (Felsefi Soruşturmalar, 67). Hıristiyanlığın bu açıdan diğer dinlerden hiçbir farkı yoktur ve politik organizasyonun farklı biçimlerinin geniş bir çeşitliliğiyle belirlenmiş bir uyumu bütün dinlerde buluruz. Dinler ve duygusal bağlılığın diğer biçimlerinin işlemesi başkalarını dışlayarak ve bu yolla kendi mensuplarını tanımlayarak olur. Bir futbol takımını destekleyenle bir diğerini destekleyen arasındaki tek fark çoğunlukla farklı futbol takımlarını destekledikleri olgusudur. Aynı cadde üzerinde yaşıyor olabilirler, birçok şeyde aynı bakış açısına sahip olabilirler, hatta aynı ailenin mensupları olabilirler ama faklı takımları destekliyorlardır. Bu, topluluklar birbirine karışmışken ki çoğunlukla böyledir ve bir kişinin hangi topluluğa mensup olduğunun söylenmesi zor olduğunda, bir topluluğa mensup olmaya benzer. Toplulukların farklı değerlere veya kuramlara dayandığını belirtmek zordur ama açıkça faklı çıkarları vardır çünkü ganimetleri bölmekte çeşitli ekonomik ve politik başarı olabilir.
Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik Fransız Devriminin sloganıdır fakat gerçek olmaktan çok halkın zihnindedir. Bünyesinde farklı tipte hükümetleri barındıran Avrupa Birliğinin sloganı olmadığı kesindir. Avrupa Birliğinin bir üyesinin sahip olması gereken tek şey demokrasidir. Ne var ki, ülkelerden biri demokratik olarak adlandırılamayacak bir rejime geçiş yapsaydı ne olabileceğini görmek ilginç olurdu. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlüsü gerçekten de hassas bir grubu bir araya getirebilir. Özgürlük dışında hiçbir şeye değer vermeyen bir ülke, yoksulların yaşaması için kesinlikle çok kötü bir yer olurdu. Özgürlüğü ve eşitliği teşvik eden bir ülkenin de bir çeşit topluluk anlayışını yaratabilmesi gerekir çünkü aksi halde yaşamaktan zevk alınan bir yer olması çok zor olurdu. Muhafazakarlar bazen özgürlüğü öncelikli kılmamız gerektiğini çünkü bunun zenginliğin artmasına yol açacağını ve zenginlerin daha az başarılı olanlara zenginliklerinin bir kısmını bahşetmeye yöneleceğini belirtmektedir. Her halükarda, genel ekonomik etkinlikteki büyük artışın herkesi daha iyi bir duruma getirmesi beklenir. Muhakkak ki, bu bakış açısını destekleyen bazı bulgular vardır. Refah içinde olan ülkelerde büyük oranlarda hayır işi yapıldığını ve vatandaşlarına varlıklarını göreli olarak dağıtma özgürlüğü verildiğini görüyoruz. Bunlar çoğunlukla ekonomik anlamda yüksek başarı elde etmiş ülkelerdir. Yine de bunun her durumda işleyeceğini ummak aslında nedensizdir ve eğer zenginlerin cömertliği başa baş gelmezse, nüfusun belki de önemli bir parçasının belirli bir varlık düzeyinin altına inmesine göz yummalı mıyız?
Eşitliğe verilen önemi teşvik eden düşünce bunun gibidir. Bu Fransız Devrimi sırasında önemli değildi ve sonrasının varlığın yeniden genel dağıtımıyla ilgili olduğu anlaşılmamalıdır. John Rawls kitabında, eğer hiç kimse toplumdaki sonunu bilmeseydi, topluluğun en alt kesiminde olanların ihtiyacını insanlardan karşılamalarını beklemek mantıklı olacaktır demektedir. Bu ev sigortası yaptırmak kadar mantıklıdır. Evlerimizin yanmasını ummayız ama sigorta masrafı ile evi yenileme masrafı arasında uygun bir denge varsa, bazı harcamalarımızdan vazgeçmek akla yatkındır. Bu durumda ahlaki hiçbir şey yoktur, sadece çıkarlarımız açısından hangi eylemlerin işe yaradığı önemlidir. Benzer şekilde, insanların kendilerini bir şekilde birbirleriyle bağlantılı görmeleri iyi bir şeydir, aksi halde hayat çirkin, yabani ve kısa olur. Eğer insanlar öyle yapılması güvenli diye birbirlerinden avantaj sağlasalardı, eğer herkes her şey için kendisini diğer herkesle rekabet halinde görseydi, rahatlamak zor olurdu. Burada tekrar Rawls’ın akla uygunluk ilkesini ele alabilir ve eğer o topluluk içinde nerede olacağımızı bilmeseydik hangi tip bir topluluk içinde yaşamak isteyebileceğimizi sorabiliriz. Şöyle olabilirdi, toplumun bazı kesimleri diğerlerinden, yine ahlaki açıdan değil ama mantıki olarak, daha talep edilir olabilir. Böylece örneğin bir otobüsteyken yerde bir cüzdan bulursak, onu alıkoyabileceğimiz bir toplumda mı yoksa onu “doğru” sahibine iade etmeye çalıştığımız bir toplumda mı yaşamak isteyeceğimizi merak edebiliriz. Rawls’ın bilgisizlik tülü ilkesine göre, bulan mı, kaybeden mi olacağımızı bilmediğimiz için, insanların birbirlerini bir dereceye kadar umursadığı bir toplumda yaşamayı istemek mantıklı olabilir. Ayrıca başkalarıyla ilişkilerimizden kazandığımız belirsiz sıcak hisler sebebiyle de böyle bir toplumda yaşamak istememiz mantıklı olabilir.
Bu sebeple özgürlük, eşitlik ve kardeşlik birlikte gidebilir gibi görünmektedir. Avrupalıların sorduğu sorulardan biri, burada nasıl bir denge olmasının uygun olduğudur. Sağ kesimde olanların çoğu özgürlüğü ve bir dereceye kadar da kardeşliği vurgular, çünkü sosyal grupları birbirine bağlayan halkaların kolay kırıldığı ve desteklenmesi gerektiği görülür. Sol kesimde olanlar eşitliği vurgulamaya ve toplumun bu yolla yapılandığını belirtmeye meyillidir. Bu çok soyut görünebilir ama gerçekte değildir. Bir grubun bazen çalıştığına bazen çalışmadığına ve çoğunlukla bunun nedeninin belirsiz olduğuna hepimiz aşinayızdır. Belirli bir kişinin gruba dâhil olması veya gruptan çıkması büyük bir fark yaratabilir ki bu olgu öğretmenlere her zaman çok tanıdıktır. Burada muhafazakârlar için ilginç bir ikilem vardır. Sıklıkla özgürlüğü çok önemli bir şey olarak ama sosyal uyumu tehdit ettiğinde, buna meylettiğinde, kısıtlanması gereken bir şey olarak görürler. Onları muhafazakâr yapan, devletin korunması gereken bir şey olduğu mefhumudur ve içindeki narin ilişkiler devletin olduğu gibi işlemesini sağlayan yolun bir parçasıdır, bu sebeple özgürlüğü veya eşitliği artırmak adına bunlardan bazılarını değiştirmek kardeşliğe müdahale olacaktır. Birçok muhafazakâr için toplumu geliştirmek başarılı bir yönetim biçimidir ve bu olmadan gerçekleşen diğer sosyal menfaatler kendilerini işletecek uygun bir çevre bulamayacaktır.
Dinin rolü
Dinler sıklıkla özgürlük, eşitlik ve kardeşlik konusunda toplumların mevcut pozisyonları ile aynı çizgide olduklarını iddia eder ve hatta temelde bu politik ilkelerin kendilerinin dini olduğunu bile ileri sürer. Bu iddialar bütün olarak reddedilmelidir. Bizim liberal demokrasi olarak nitelendirdiğimiz ilkelerle bağdaştığını belirten bir dinde hiçbir zorluk yoktur. Bununla birlikte dini doktrinin kaynakları genel olarak o kadar bulanık ve çeşitlidir ki herhangi bir şeyle uyum içinde olduklarını söylemek zor olmaz. Bu din üzerine alaycı bir yorum değildir ama bütün politik organizasyon türlerinin, bir veya başka bir dinle oldukça memnun biçimde bağlantılı olduğu veya böyle göründüğü tarihlerine yönelik derinlemesine bir düşünmedir. Dinlerin zaman zaman ileri sürdükleri önemli iddia, liberal demokrasinin gerçekte dini bir fikir olduğudur ve bu sadece yanlış olmakla kalmaz çok da tehlikelidir. Dini kısıtlanmış bir resmi pozisyona konumlandıran bir yapıya sahip olan Birleşik Devletler gibi din açısından oldukça coşkulu olan bir toplumun açık paradoksuna sıklıkla işaret eder ama bu bir paradoks değildir. Bazı Avrupa ülkeleri resmi olarak dini, hem de belirli dinleri ayrıcalıklı kılar yine de bu ülkelerin toplumları görüşlerinde geniş anlamda laiktir. Bu da bir paradoks değildir. Liberal demokrasiyi din üzerine temellendirmek sadece yanlıştır çünkü ana dinlerin hiçbirinde bir tür toplumun diğerlerinin üzerinde ayrıcalıklı olduğunu belirten hiçbir şey yoktur. Neden insanlar hükümetlerine akıl danışmak zorundadır, özellikle de hükümeti idare edenlerin Tanrı ile temas halinde olduğunda? Eğer bireyi ilahi olarak papazlık rütbesi verilmiş bir tavrı rencide eden şeyler yapmaya yönlendirirse, kişisel özgürlüğün rolü nedir? Herkesin Tanrı tarafından farklı yaratılmış olduğu bir dünyada, devlet neden eşitliği gözetmelidir? İmdi, durum kesinlikle şudur ki, dinlerde özgürlüğü, eşitliği ve ders vermeyi savunanlara koz veren pasajların bulunması ve yorumlanması mümkündür fakat bütün dinler için birey ve Tanrı arasındaki bağın temel olduğuna işaret etmeye değer. Muteber hayatın temellendiği şey budur, hayatlarımızın en önemli tarafı budur ve belirtilmelidir ki, bu bir dizi politik organizasyonla uyumludur. Belki bu sebeple dinler bu kadar uzun suredir vardır. Uyarlanabilirler ve şartlarla uyum içinde değişebilirler.
Bu, siyasetle ilgilenildiği sürece dinlerin konu dışı olduğu anlamına mı gelir? Kesinlikle gelmez, sosyal bir organizasyonun doğası açısından bakıldığında bir dinin doğası belirli bir zamanda ve yerde yüksek oranda destekleyici ve hatta yaratıcı olabilir. Bazı insanlar bu sebeple Avrupa Birliğini Hıristiyan bir kulüp olarak nitelendirmektedir. Sebebi, öyle olsalar da, Avrupa Birliğinin vatandaşlarının çoğunun Hıristiyan olması değildir veya Birlikte diğer dinlerin mensuplarının genelde daha az önemli olması da değildir ve ne de Avrupa Birliğinin kurucularının önceki biçiminde yeni bir organizasyonun ilklerini oluşturmak için bilinçli olarak dine bakmasıdır. Ne var ki, bu ilkeler Avrupa da Hıristiyan medeniyetinin birkaç yüzyıllık ürünüdür ve o zamanlarda vurguladıkları ilkelerden birisi barıştır, barış kesinlikle bir Hıristiyan ilkesidir ve ulusal kiliseleri tarafından coşkun bir şekilde desteklenen bütün tarafların birbirlerinin yıkımının peşinde olduğu uzun bir savaştan sonra böyle olması çok da uygundur. Avrupa Demir Çelik Sendikasının birinci maddesi Fransa ve Almanya’yı savaşın hiçbir zaman tekrar bir mesele olmayacağı bir biçimde bağlamaktadır. Bu bir Hıristiyan politikası mıdır? On yıl önce Hıristiyanlar, bütün tarafların birbirleriyle kavga etmek için iyi sebepler bulduğu yol aynıdır. Elbette bütün Hıristiyanlar değil ama çoğu. Bu, Hıristiyan Avrupa’sında insanların yaptıkları şeyleri yapış nedenlerinde, aldıkları kararları alış sebeplerinde Hıristiyanlığın önemli bir payının olmadığı anlamına mı gelir? Hiçte değil, önemlidir ama ince bir biçimde. Avrupa medeniyeti, çeşitli Hıristiyan fikirleri bünyesinde barındırmaktadır, yine de belirtilmiş olduğu gibi o kadar çeşitli yorumlanmıştır ve tanımlanmıştır ki, onlar hakkında yapılabilecek tek belirli yorum, Hıristiyan oldukları ve başka bir dinden olmadıklarıdır.
Avrupa değerlerinin dine dayandığı fikri büyük oranda aldatıcıdır. Bazen bunların geçmişte kaldığı ve belki Avrupa’nın şu anda olmadığı kadar geniş bir laik durumdayken gelecekte de böyle olacağı söylenir. Bu da oldukça aldatıcıdır. Dine dayanan bu değerler hangileridir? Bugünün Roma Katolik Kilisesinin mi, Protestan Kilisesinin mi değerleridir, yoksa Ortodoks mudur? Eğer Katoliklerse, mevcut Papanın mı yoksa Papa ile anlaşamamalarına rağmen kendilerini Katolik olarak çağıranların mı değerleridir? Şarlman’ın (Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Kurucusu) mı, İngiltere Kralı I. Richard’ın mı, yoksa Çar II. Nicholas’ın mı yada Anabaptistlerin mi değerleridir? Ben bunları yazarken, Chealsea ve Portsmouth Londra’da FA Cup Finalinde buluşmak üzereler ve bu kulüpler açısından da aynı soruyu sorabiliriz. En son ne zaman West Country’den birisi Chelsea’da veya Portsmouth’da oynadı? Ben Chelsea taraftarıyım ve Londralıyım ama oyuncularımızın çoğu diğer ülkelerden gelme, Londralı olmak bir yana çoğu geldiklerinde İngilizce bile konuşamıyordu. Takımın sahibi, yöneticisi ve birçok taraftarı deniz aşırı yerlerden. O halde, eğer kulübün bulunduğu yer dışında (ki aslında yeri Fulham’dadır) Chelsea’dan kaynaklanan hiçbir şeyi yoksa Chelsea’yı Chelsea yapan nedir? Avrupa ideasında, Avrupa Birliği politikalarında ve hatta Avrupa nüfusunun çoğunluğunun heyecanlarında saptanabilen Hıristiyanlık dışında bir şey değilse, Avrupa’yı ne Hıristiyan yapar?
Wittgenstein’ın işaret etmekten memnun olduğu gibi, bir grup insanı tanımlamakta sıklıkla genel bir terim kullanırız, sadece bu terimi kullandığımız için, bu terimin kapsadığı her şey arasında bir öze veya paylaşılan bir niteliğe dayanması gerektiğini düşünmemeliyiz. Böyle olabilir ama birçok durumda olmayacaktır ve Hıristiyan, Avrupalı, liberal demokrasi vb birçok terimin içinde, terimin altında olan herhangi bir kişinin veya herhangi bir şeyin paylaşmak zorunda olduğu bir değerler veya inançlar temeli yoktur. Wittgenstein, çoğunlukla hiçbir iplik telinin bütünün arasından geçmediği ama çeşitli iplik tellerinin birbirleriyle bağlantılı olduğu ve böylece bir şeyleri bağlayan bir urgan olarak kullanılabilen bir şey oluşturduğu uzun bir ip gibidir (Felsefi Soruşturmalar, 67). Hıristiyanlığın bu açıdan diğer dinlerden hiçbir farkı yoktur ve politik organizasyonun farklı biçimlerinin geniş bir çeşitliliğiyle belirlenmiş bir uyumu bütün dinlerde buluruz. Dinler ve duygusal bağlılığın diğer biçimlerinin işlemesi başkalarını dışlayarak ve bu yolla kendi mensuplarını tanımlayarak olur. Bir futbol takımını destekleyenle bir diğerini destekleyen arasındaki tek fark çoğunlukla farklı futbol takımlarını destekledikleri olgusudur. Aynı cadde üzerinde yaşıyor olabilirler, birçok şeyde aynı bakış açısına sahip olabilirler, hatta aynı ailenin mensupları olabilirler ama faklı takımları destekliyorlardır. Bu, topluluklar birbirine karışmışken ki çoğunlukla böyledir ve bir kişinin hangi topluluğa mensup olduğunun söylenmesi zor olduğunda, bir topluluğa mensup olmaya benzer. Toplulukların farklı değerlere veya kuramlara dayandığını belirtmek zordur ama açıkça faklı çıkarları vardır çünkü ganimetleri bölmekte çeşitli ekonomik ve politik başarı olabilir.