Felsefe Kavramı Üzerine - 1

Max Horkheimer

Aklın biçimselleşmesi, tuhaf, ters bir kültürel duruma yol açar. Bir yandan, uygarlığımızın tarihini özetleyen bir karşıtlık, benlik ile doğa arasındaki yıkıcı karşıtlık, bu çağda doruğa çıkar. Doğaya boyun eğdirmeyi amaçlayan totaliter çabanın, ego'yu, insan öznesini, nasıl baskının basit bir aracı haline getirdiğini görmüştük. Benliğin kavramlarda ve düşüncelerde ifade bulan bütün öteki işlevleri geçersizleşmiştir artık. Öte yandan, görevi bir uzlaşma aramak olan felsefi düşünce de çatışmanın varlığını reddetmekte yada unutmaktadır. Felsefe adı verilen disiplin, kültürün öteki dallarıyla birlikte, açılmış uçurum üzerinde sahte bir köprü kurmakta ve böylece tehlikeyi daha da artırmaktadır. Tartışmamızın varsayımlarından biri, bu süreçlerle ilgili felsefi bir bilincin bunları tersine çevirmekte yararlı olabileceği düşüncesidir.

Felsefeye inanmak, insanın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkmak demektir. Batı'nın tarihinde, yakın zamanlara kadar, bireyler, gruplar ve uluslar arasında bir anlaşma sağlamaya yetecek kültürel ve teknik kaynakları yoktu toplumun. Bugün maddi koşullar vardır. Eksik olan, yaşadıkları baskının öznelerinin veya uygulayıcılarının yine kendileri olduğunu anlayabilen insanlardır. Böyle bir anlayışın gelişmesi için her türlü koşul varolduğuna göre, "kitlelerin olgunlaşmamışlığı" kavramı da geçerli sayılamaz. Üstelik, Avrupa'nın en geri bölgelerindeki toplumsal süreçleri bile inceleyen gözlemci, sürüklenenlerin de en azından kendilerine yol göstermeye kalkan o şişkin, küçük Führer'ler kadar olgun olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Şu anda her şeyin insanların özerkliklerini doğru kullanmalarına bağlı olduğunun bilinmesi, henüz susturulmamış olanları, kültürü savunmak amacıyla, kültürün konformist iyi gün dostlarının elinde bayağılaştırılmasına ya da kapılara dayanmış barbarların elin'de imha edilme tehlikesine karşı savunmak amacıyla birleşmeye yöneltmelidir.

Süreç dönüşsüzdür. Tarihin çarkını geri döndürmeyi öneren metafizik tedavi yöntemleri, yukarıda yeni-Tomasçılık’la ilgili tartışmada da söylendiği gibi, iğrendiklerini ileri sürdükleri o pragmatizmle lekelenmiştir.

Mücadele çok geç kalmıştır; ve başvurulan her çare hastalığı daha da ağırlaştırmaktadır; çünkü hastalık, zihinsel hayatın tâ iliklerine işlemiştir. Bilincin en yüksek ilkesine [Begriff] ya da en saf en içteki doğasına işlemiştir. Bu yüzden, bilinçli hayatta, hastalığı aşma gücü kalmamıştır... O zaman, ruhun eski halini koruyan, yitik bir tarih olarak, nasıl yitip gittiğini kimsenin bilmediği bir tarih olarak koruyan, sadece bellektir. Ve yeni hikmet yılanı da, kendisine tapınanların önünde, artık buruşmuş bir dereyi acısız bir şekilde değiştirmiş olmaktadır böylece.

Ontolojiyi diriltme çabaları, hastalığı daha da ağırlaştıran çarelerden biridir. Aydınlanma, mekanikleşme ve kitle kültürünün olumsuz yönlerini gösteren tutucu düşünürler, uygarlığın olumsuz sonuçlarını ya eski ideallere dönerek ya da devrim riskine girilmeksizin izlenebilecek yeni amaçlar göstererek hafifletmeye çalışırlar çoğu zaman. Fransız karşı-devrimci hareketinin ve Alman ön-faşizminin felsefesi, birinci tutuma örnektir. Bunların modern insan eleştirileri, romantik ve antientelektüalisttir. Kolektivizmin başka düşmanları daha ilerici düşünceler sürerler öne: On dokuzuncu yüzyıl sonunda Gabriel Tarde'ın günümüzde de Ortega y Gasset'in savunduğu gibi bir Avrupa konfederasyonu ya da tüm uygar dünyayı içine alan bir siyasal birlik. Bu düşünürlerin çağımızın nesnel zihniyle ilgili çözümlemeleri son derece ilginç de olsa, kendi eğitimsel tutuculukları da o zihnin bir parçasıdır.

Ortega y Gasset kitleleri şımartılmış çocuklara benzetir; ve bu benzetme de, kitlelerin bireysellikten tümüyle yoksun kalmış kesimlerinin hoşuna gitmektedir. Ortega y Gasset'in, kitlelerin geçmiş karşısında nankör olduğu yolundaki suçlaması, kitlelere yönelik propagandanın ve kitlesel ideolojinin bir öğesidir. Felsefesine popüler, kullanıma elverişli bir biçim, bir pedagojik nitelik yüklemiş olması bile onun felsefe olma niteliğini ortadan kaldırır. Tarihsel süreçlerle ilgili eleştirel kavrayışlar taşıyan felsefelerin, derde deva olarak kullanıldıklarında, baskıcı doktrinlere dönüştüğü sık sık görülmüştür. Yakın tarihin gösterdiği gibi, tutucu doktrinler kadar radikal doktrinler için de geçerlidir bu. Felsefe ne bir araçtır, ne de bir reçete. Tek yapabileceği mantıksal ve olgusal zorunlulukların işaret ettiği kadarıyla, ilerleme yolunu önceden sezdirmektir. Bunu yaparken, modern insanın mağrur ve muzaffer ilerleyişinin doğuracağı dehşeti ve direnmeyi de önceden görebilir.

Felsefenin tanımı yoktur. Felsefeyi tanımlamak, onun söyleyeceklerini açıkça sayıp dökmekle birdir. Yine de, gerek tanımlar gerekse felsefe üzerine birkaç söz, felsefenin oynayabileceği rolü biraz daha aydınlatabilir. Aynı zamanda, doğa ve zihin, özne ve nesne gibi soyut terimleri nasıl kullandığımızı daha iyi anlatabilir.

Tanımlar, tam, eksiksiz anlamlarını bir tarihsel süreç içinde kazanır. Bunların gölgeli derinliklerine birtakım dilsel kestirme yollardan geçerek kolayca ulaşılamayacağını alçakgönüllülükle kabullenmezsek, onları anlamlı bir biçimde kullanmamız da mümkün olmaz. Olası yanlış anlamlardan korkarak tarihsel öğelerin tasfiye edilmesine ve zamandışı sayılan cümlelerin tanım olarak sunulmasına razı olursak, düşünce ve yaşantının başlangıcından beri felsefeye kalan düşünsel mirastan kendimizi yoksun bırakmış oluruz. Böyle toptan bir vazgeçişin imkânsızlığı, zamanımızın en tarih-karşıtı, "fızikselci" felsefesinin, mantıksal ampirizmin izlediği yoldan da belli olmaktadır. Bu felsefenin en inatçı yandaşları bile, kesin olarak biçimselleşmiş bilim sözlüklerine bazı tanımlanamayacak günlük terimleri sokmakta ve böylece dilin tarihsel niteliğini ister istemez kabul etmektedirler.

Felsefe, dilin fısıltıya dönüşmüş tanıklığına daha duyarlı olmalı ve dilin içinde korunmuş yaşantı katmanlarını kurcalamalıdır. Her dil, onu konuşan insanların evriminde kök salmış düşünce biçimlerini ve inanç örüntülerini içeren bir anlam taşır. Kralın ve çulsuzun, şairin ve köylünün çok farklı bakış açılarının biriktiği yerdir dil. Ama bir sözcüğün özündeki anlamı, yalnızca onu kullanan insanların kimliğiyle açıklayabileceğimizi düşünmek de yanlış olur. Böyle bir araştırmada kamuoyu ölçümlerine yer yoktur. Biçimselleşmiş akıl çağında, kitleler bile kavramların ve düşüncelerin bozulmasına yardımcı olur. Sokaktaki adam, ya da bugünkü deyimiyle tarlalardaki ve fabrikalardaki adam, sözcükleri neredeyse uzmanlar kadar şematik ve tarih-dışı biçimde kullanmayı öğrenmektedir. Filozof, onu örnek almaktan kaçınmalıdır. Filozof, insandan, hayvandan, toplumdan, dünyadan, zihinden, düşünceden, bir doğal bilimcinin bir kimyasal maddeden söz ettiği gibi söz edemez: Elinde bir formül yoktur onun.

Formül yoktur. Bu kavramların yeterince betimlenmesi, bütün tonları ve diğer kavramlarla bağıntıları içinde anlamlarının açımlanması bugün de önümüzde duran bir görevdir. Bu noktada, yarı unutulmuş anlam katmanları ve çağrışımlarıyla sözcükler birer ipucu, birer kılavuz ilkedir. Bu yan-anlamlar ve çağrışmalar, daha aydınlanmış ve evrensel kavramlar içinde korunmalı, yeniden yaşamalıdır. Günümüzde insan, fizik ve teknolojinin ilerlemesiyle temel düşüncelerin de aydınlanacağı gibi bir yanılsamaya kendini teslim ederek karmaşıklıklardan kaçınma yoluna gitmektedir. Sanayi toplumu, filozofları bile, standart çatal bıçak üretim süreçlerini andırır bir biçimde ürün vermeye zorlamaktadır. Bazı filozoflar, kendi tezgâhlarından çıkan kavram ve kategorilerin temiz, net ve yeni görünmesini ister gibidir.

Böylece, tanımlama, özünde konunun ilkeleri olan kavram-terimlerinden kendiliğinden vazgeçer ve işaretlerle yetinir; işaretler, nesnenin kendi özelliğinin önemli olmadığı ve sadece bir dışsal bakışın ayırdedici belirtisi olduğu belirlenimlerdir. Bu türden terk bir dışsal belirlenmişlik, somut bütünlük açısından ve bu bütünlüğün kavramının doğası açısından öyle yetersizdir ki, yalnızca onun seçilmesinin hiçbir anlamı, hiçbir savunulabilir yanı yoktur. Böyle bir dışsal belirlenmişlik, bir somut bütünü ifade etmede ve nitelemede bütünüyle yetersizdir.

Her kavram, kendisine anlam veren kapsayıcı bir doğruluğun bir parçası olarak görülmelidir. Felsefenin ana uğraşı da bu parçaları bütünleştirerek doğruluğu kurmaktır.

Bizi tanımlara ulaştıran tek bir yol yoktur. Felsefi kavramların bir noktaya mıhlanması, kimliğinin belirlenmesi ve ancak özdeşlik mantığının gereklerine uyduğu zaman kullanılması gerektiğini savunan görüş, o kesinlik arayışının, zihinsel ihtiyaçları cep boyutlarına indirme çabamızın arazlarından biridir. Böyle bir yaklaşım, özdeşliğini, kimliğini bozmaksızın bir kavramı bir başka kavrama dönüştürmeyi imkânsızlaştırır; oysa bütün nitelikleri ve maddi varoluşunun her yönüyle değişmekte olduğu halde, bir insan, bir ulus ya da bir sınıf aynı kalmaktadır. Tarih incelenirse, özgürlük düşüncesinin sürekli bir dönüşüm geçirdiği görülecektir. Özgürlük için savaşan partilerin temel ilkeleri, aynı kuşak içinde bile, birbirinden çok farklı olabilir. Ama yine de, özgürlüğü savunan çeşitli parti ve bireyleri özgürlük düşmanlarından çok kesin bir çizgiyle ayıran bir özdeşlik, bir aynılık söz konusudur. Doğrudur, tarihte hangi partilerin özgürlük için savaştığını saptayabilmek için özgürlüğün ne olduğunu bilmemiz gerekir; ama şu da aynı ölçüde doğrudur: Özgürlüğün ne olduğunu belirleyebilmek için bu partilerin niteliğini bilmemiz gerekir. Sorunun çözümü, tarihsel dönemlerin somut çizgilerinde yatmaktadır. Özgürlüğün tanımı, tarih teorisidir; tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.

Doğal bilimlerde ve pratik amaçların söz konusu olduğu yerlerde bu mıhlama ve etiketleme stratejisinin bir haklılığı olabilir. Ama bu yaklaşım kavramları birer zihinsel atom gibi kullanır. Kavramların bitiştirilmesiyle önermeler oluşturulur, bunların bitiştirilmesiyle de sistemler. Ama bütün bu süreç boyunca, sistemin bileşenleri olan atomlar değişmeden kalır. Mekanizma içinde her yerde, birbirlerini, geleneksel mantığın ilkelerine göre, özdeşlik, çelişki ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı yasalarına göre çektikleri ya da ittikleri hissedilir. İyi tanıdı­ğımız ilkelerdir bunlar: Bütün pratik amaçlı faaliyetlerde, manipülasyon çabalarında neredeyse içgüdüsel olarak kullandığımız ilkeler. Felsefe ise farklı bir yöntem izler. Bu kutsal ilkeleri o da kullanır elbet, ama onun işlemlerinde bu şematizm aşılır; üstelik bu ilkelerin keyfi bir biçimde bir yana itilmesiyle değil, mantıksal yapı ile nesnenin özniteliklerinin örtüştüğü bilme edimleriyle aşılır. Felsefeye göre, mantık, öznenin mantığı olduğu kadar, nesnenin de mantığıdır; toplumun, tarihin ve doğanın temel kategori ve ilişkilerinin kapsamlı bir teorisidir.

Biçimci tanımlama yöntemi, doğa kavramına uygulandığı zaman özellikle yetersizdir. Çünkü doğayı ve onun tamamlayıcısı olan tini tanımlamak demek kaçınılmaz olarak, ya bunların ikiliğini ya da birliğini öne sürmek ve birini ya da ötekini esas almak, "olgu" olarak kabul etmek demektir; oysa bu iki temel felsefi kategori ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlıdır. "Olgu" gibi bir kavramın kendisi de ancak insan bilincinin insanın dışındaki ve içindeki doğadan yabancılaş­masının sonucu olarak anlaşılabilir, bu da uygarlığın bir sonucudur. Elbette, bu sonuç kesinlikle gerçektir: Doğa ve tin ikiliği, bunların başlangıçtaki sözde birlikleri adına yadsınamayacağı gibi, bu ikiliğin yansıttığı tarihsel süreçler de geriye döndürülemez. Doğa ile tinin birliğini öne sürmek, varolan ayrılığı, güçsüz, ölü doğmuş bir oldu bittiyle aşmaya çalışmaktır. Oysa onu kendi içinde varolan gizilgüçlere ve eğilimlere uygun olarak, düşünsel yöntemlerle aşmaya çalışmak gerekir.

Gerçekte, doğanın ve tinin birliğini temel alan, ötesine geçilemeyecek nihai bir veri olarak öne süren bütün felsefeler, yani her türlü felsefi tekçilik, iki yönlü niteliğini göstermeye çalıştığımız o insanın doğaya egemen oluşu düşüncesinin güçlendirilmesine yarar. Birliği varsayma eğilimi bile, tinin sınırsız egemenlik iddiasını güçlendirme çabasını temsil eder; bu birlik tinin mutlak karşıtı adına, doğa adına öne sürüldüğünde bile böyledir bu, çünkü bu herşeyi kapsayan kavramın dışında hiçbir şeyin kalmadığı varsayılmaktadır. Doğanın önceliği tezi bile tinin mutlak iktidarı tezini barındırır içinde, çünkü doğanın bu önceliğini tasarlayan ve her şeyi ona bağımlı kılan tindir. Bu açıdan bakıldığında, doğa ile tin arasındaki gerilimin bu karşıt uçlardan hangisinde çözüldüğü sorusu da önemsizleşir. Birliğin idealizmde olduğu gibi mutlak tin adına öne sürülmesiyle doğalcılıkta olduğu gibi mutlak doğa adına öne sürülmesi arasında, bu bakımdan, fazla bir fark yoktur.

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP