Felsefe Kavramı Üzerine - 3
|
Bugün, toplama kamplarından görünüşte en zararsız kitle-kültürü olgularına kadar gözlerimizin önünde sürüp giden kolektif çılgınlığın daha ilk nesneleşmede, dünyayı bir av gibi gören ilk insanın hesaplı bakışında tohum halinde bulunduğu söylenebilir. Paranoya, mantıksal bir yapıya sahip kovalanma, avlanma, saldırıya uğrama teorileri kuran bu delilik türü, sadece bir akıl karikatürü değildir: Hedef peşinde koşmaktan ibaret olan her türlü aklın içinde biraz paranoya vardır. Demek ki aklın hastalığı, günümüzde belirgin hele gelmiş olan sakatlıklarının çok ötesine gitmektedir. Akıl ancak dünyanın hastalığının insanlar tarafından üretildiğini ve yeniden-üretildiğini görerek, bunu anlayarak gerçekleştirebilir kendini, akla uygunluğunu. Böyle bir özeleştiride kendine de sadık kalacaktır akıl: Sadece akla borçlu olduğumuz o doğruluk ilkesini koruyarak ve daha yüksek bir amaç için değil, kendisi için uygulayarak sadık kalacaktır kendine. İnsan kendi aklını anlamadıkça, şimdi kendisini de yok etmek üzere olan çatışmayı yarattığı ve sürdürdüğü o temel süreci anlamadıkça, doğa üzerindeki tahakküm insan üzerindeki tahakküme, insan üzerindeki de doğa üzerindekine dönüşüp duracaktır. Akıl ancak kendi "doğallığını" (yani, hükmetme eğilimini) somut olarak gerçekleştirmekle doğadan fazla bir şey haline gelebilir; paradoks şu ki, doğallığı sağlayacak olan bu eğilim, aynı zamanda onu doğadan yabancılaştırmış olan eğilimdir.
Yine bu şekilde, barışmanın, uzlaşmanın aracı olmakla, uzlaşmadan daha fazla bir şey olacaktır. Bu çaba içindeki yön değişmeleri, ilerlemeler ve gerilemeler, felsefenin tanımının da gelişmesini yansıtmaktadır.
Felsefenin kendini eleştirebilmesi, birinci olarak, akıl ile doğa çatışmasının akut bir evreye, yıkımın eşiğine geldiğini varsayar, ikinci olarak da, bu toptan yabancılaşma aşamasında, doğruluk düşüncesine hâlâ ulaşılabileceğini...
İnsanın düşünce ve eylemlerinin son derece gelişmiş endüstriyelizm biçimleri tarafından zincirlenmesi, kitle kültürünün her şeyi kapsayan aygıtının etkisiyle birey düşüncesinin gerilemesi -—bunlar, aklın özgürleşmesinin önkoşullarını oluşturmaktadır. İyilik her zaman kökenindeki baskının izlerini taşır. İnsan onuru düşüncesi de barbarca baskı deneylerinin içinde doğmuştur. Feodalizmin en gaddar evrelerinde, onur kuvvetlinin bir özelliğiydi. İmparatorların ve kralların başları çevresinde haleler vardı. Saygı bekliyor ve görüyorlardı. Saygıda kusur edenler cezalandırılıyor, kralın önünde eğilmeyenler öldürülüyordu. Bugün, kanlı kökeninden kurtulmuş bu birey onuru düşüncesi, insanca bir toplum düzenini tanımlayan kavramlardan biridir.
Yasa, düzen, adalet ve bireysellik kavramlarının da benzer bir evrimi olmuştur. Ortaçağ insanı adaletten kaçmak için prenslerin affına sığınıyor, himayesine giriyordu. Bugün biz adalet için savaşıyoruz; evrenselleşmiş, eşitlik ve bağışlama düşüncelerini de içeren, dönüşmüş bir adalet kavramı bu. Asyalı despotlardan, Firavunlar'dan, Yunan oligarşilerinin yöneticilerinden tüccar prenslere, Rönesans'ın liderlerine ve çağımızın faşist şeflerine kadar, bireyselliğin değerini öne sürenler, başkalarının bireyselliklerini ezmek pahasına kendi bireyselliklerini geliştirme fırsatını bulmuş olanlardır.
Tarihte, düşüncelerin dar gelmeye başlayan giysilerden soyunarak kendilerini doğurmuş olan sistemlere saldırdıkları sık sık görülmüştür. Bunun nedeni, büyük ölçüde, tinin, dilin ve zihnin bütün öbür görünümlerinin evrensel bir iddia taşımasıdır. Her şeyden önce kendi özel çıkarlarını korumaya niyetli egemen gruplar bile dinde, ahlakta ve bilimde evrensel temaları vurgulamak zorundadır. Varolanla ideoloji arasındaki çelişki de böyle ortaya çıkar; her türlü tarihsel gelişmenin kamçısı olan bir çelişkidir bu. Konformizm bu ikisi arasında temelde bir uyum olduğunu varsayar ve küçük bazı pürüzleri de ideolojiye yüklerken, felsefe insanları bu çelişkinin bilincine varmaya yöneltir. Bir yandan, toplumu, o toplumun en yüksek değerler olarak kabul ettiği düşüncelerin ışığında gözden geçirir, yargılar; bir yandan da, bu düşüncelerin gerçekliğin lekelerini, günahlarını yansıttığını bilir.
Bu değerler ve düşünceler, onları ifade eden sözcüklerden ayrılamaz; ve felsefenin dil konusundaki tutumu da, yukarıda söylendiği gibi, onun en temel, canalıcı boyutlarından biridir. Sözcüklerin değişen içerikleri, tonları ve vurgulan, uygarlığımızın tarihinin kayıtlarıdır. Dil, ezilenlerin özlemlerini ve doğanın acılarını yansıtır; mimetik dürtüye boşalma imkânı verir. Bu dürtünün yıkıcı eyleme değil de dilin evrensel ortamına dönüşmesi, nihilist bir gizilgüç içeren enerjilerin barışmaya, uzlaşmaya çabalaması anlamına gelir. Bu da felsefe ile faşizm arasında temel ve içsel bir çelişki doğurur. Faşizm dili bir iktidar aracı olarak, hem savaşta hem barışta üretimde ve yıkımda kullanılacak bilgiyi biriktirme yolu olarak kullanıyordu. Bastırılmış mimetik eğilimler yeterli dilsel anlatım imkânından yoksun bırakılmıştı ve tüm muhalefeti ezme aracı olarak kullanılıyordu. Felsefe, dilin gerçek mimetik işlevini, doğal eğilimleri yansıtma görevini yerine getirmesine hizmet ederek, insanın korkularını yatıştırmasına yardım eder.
Felsefe, duygu ve tutkuları dil aracılığıyla yansıtmak ve böylece yaşantı ve bellek alanına geçirmek açısından sanattan farklı değildir. Kendini tinsel dünyada yansıtma fırsatı verilen doğa, kendi imgesini seyretmekle belli bir dinginlik kazanır. Her türlü kültürün, özellikle de müziğin ve plastik sanatların merkezinde bu süreç yatar. Felsefe, bütün bilgi ve sezgilerimizi, her şeyin doğru ve uygun adıyla anıldığı dilsel bir sistem içinde bütünleştirmeye yönelik bilinçli bir çabadır. Ne var ki, bu adları, birbirinden kopuk, tek tek sözcük ve cümlelerde değil (bu Doğu tarikatlarının izlediği yöntemdir ve bugün de insanların ve nesnelerin vaftiz edilmesiyle ilgili Incil'den alınmış birtakım öykülerde izleri görülmektedir), felsefi doğruluğu geliştirmek için yapılan sürekli teorik çalışmada bulmayı amaçlar.
Adına layık her felsefenin yapısında varolan bu felsefi doğruluk kavramı (adın ve şeyin birbirine uygunluğu), düşüncenin, biçimsel aklın cesaret kırıcı ve sakatlayıcı etkilerini aşmasını değilse bile, bunlara dayanmasını sağlar. Platonizm gibi klasik nesnel akıl sistemleri, amansız bir evren düzenini yücelttikleri ve bu yüzden de mitolojik oldukları için geçersiz görünürler. Ama doğruluğun dil ile gerçeklik arasındaki uygunluk olduğu düşüncesini koruyan da pozitivizm değil, bu sistemlerdir. Bununla birlikte, bu sistemlerin kurucuları, bu uygunluğu ebedi, değişmez sistemlerin içinde gerçekleştirebileceklerini sanıyorlardı ve bu bir yanılgıydı; toplumsal adaletsizlik içinde yaşayanların doğru bir ontoloji kuramayacağını göremiyorlardı. Tarih, buna yönelik bütün girişimlerin yanılsamaya dayandığını göstermiştir.
Geleneksel felsefenin ana öğesi olan ontoloji, bilimden farklı olarak, şeylerin özünü, tözünü ve biçimini, aklın kendi içinde bulunduğunu sandığı bazı evrensel idelerden çıkarılamaz. Bir şeyin daha soyut niteliklerinin esas olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. Ontolojinin bu temel zayıflığını belki de en iyi anlayan filozof, Nietzsche'dir.
Filozofların öteki saplantısı da daha tehlikesiz değildir; sonla ilki birbirine karıştırma saplantısıdır bu. En son ortaya çıkanı... "en yüksek kavram"ı, yani en genel, en boş olanı, buharlaşmakta olan gerçekliğin en sonuncu puslu görüntüsünü başlangıç olarak başa alır filozoflar. Bu da onların kutsal saygılarını dile getirme tarzlarından başka birşey değildir: En yüksek olan, en alçak olanın içinden doğmuş olamaz, hiçbir yerden doğmuş olamaz, aslında doğmuş olamaz... Böylece o müthiş kavrama, "Tanrı" kavramlarına varırlar. En son, en hafiflemiş, en boş şeyin ilk olduğu, mutlak neden olduğu varsayılır. İnsanlığa bakın ki, örümcek ağı örmekten başka birşey yapmayan bu hasta kafaların hastalıklarını ciddiye almıştır — ve oldukça pahalıya ödemiştir bunu.
Neden mantıksal olarak önce gelene ya da daha genel olana ontolojik öncelik verilmiştir? Genellik düzeylerine göre sıralanan kavramlar, doğanın kendi yapısını değil, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü yansıtır. Platon ya da Aristoteles, kavramları mantıksal önceliklerine göre düzenlerken, aslında bunları şeylerin gizli özelliklerinden değil, iktidar ilişkilerinden türetiyorlardı, farkında olmadan. Platon'un "büyük varlık zinciri" ile ilgili düşüncelerinde, Olimpus'un siyasal düzenini ve aslında da site'nin toplumsal gerçekliğini görmemek mümkün değildir. Mantıksal olarak önce gelen, bir şeyin özüne, merkezine, zamansal olarak önce gelenden daha yakın sayılamaz; böyle bir önceliği doğanın yada insanın özüyle bir tutmak, insanları o kaba, ham duruma, iktidar güdüsünün onları gerçek hayatta indirgemeye yöneldiği o ham duruma, basit "varlıklar" düzeyine indirgemek demektir. Ontolojiye karşı temel itirazımız şudur: İnsanın tefekküre dalarak kendinde bulduğu ilkeler, bulmaya çalıştığı kurtarıcı doğrular toplumun ya da evrenin doğruları olamaz, çünkü bunların ikisi de insanın suretinde yaratılmamıştır. Felsefi ontolojinin ideolojikleşmesi kaçınılmazdır, çünkü insanla doğa arasındaki ayrılığı gizlemeye, bir yalan olduğu her gün yoksulların, çaresizlerin çığlıklarıyla açığa çıkan bir teorik uyumu savunmaya çalışmaktadır.
Uygarlığın adalet, eşitlik, özgürlük gibi büyük idealleri ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, doğa, kendine uygulanan eziyete bu kavramlarla karşı çıkmaktadır. Doğanın protestosunun sistemli tutanaklarını sadece bu kavramlarda bulabiliriz. Felsefe bunlara karşı iki yönlü bir tutum almalıdır. Bu düşüncelerin nihai ve sonsuz doğrular olduğu iddiasını reddetmelidir. Herhangi bir metafizik sistem bu tutanakları mutlak ya da ebedi ilkeler olarak sunduğu anda, bunların tarihsel göreceliğini de ele vermiş olur. Felsefe, sonlunun sonsuz düzeyine yükseltilmesine karşı çıkar: Sadece ulus, önder, başarı ya da para gibi kaba siyasal ve ekonomik putların değil, kişilik, mutluluk, güzellik, hatta özgürlük gibi ahlaki ve estetik değerlerin de bağımsız mutlaklar olarak yüceltilmesine karşı çıkar. Temel kültürel kavramlarda bir doğruluk payı olduğu kabul edilmeli ve felsefe bu kavramlarla içinden çıktıkları toplumsal çerçeveyi karşılaştırmalı, ölçmelidir. Felsefe, düşüncelerle gerçeklik arasında açılan uçuruma da karşı çıkar: varolanın somut, tarihsel durumunun karşısına yine varolanın içinden çıkmış kavramsal ilkeleri çıkarır. Bunu yaparken amacı, ikisi arasındaki ilişkiyi eleştirmek ve böylece ikisini de aşmaktır. Felsefeye pozitif niteliğini kazandıran da bu iki negatif işlemdir, bunların karşılıklı etkisidir.
Yine bu şekilde, barışmanın, uzlaşmanın aracı olmakla, uzlaşmadan daha fazla bir şey olacaktır. Bu çaba içindeki yön değişmeleri, ilerlemeler ve gerilemeler, felsefenin tanımının da gelişmesini yansıtmaktadır.
Felsefenin kendini eleştirebilmesi, birinci olarak, akıl ile doğa çatışmasının akut bir evreye, yıkımın eşiğine geldiğini varsayar, ikinci olarak da, bu toptan yabancılaşma aşamasında, doğruluk düşüncesine hâlâ ulaşılabileceğini...
İnsanın düşünce ve eylemlerinin son derece gelişmiş endüstriyelizm biçimleri tarafından zincirlenmesi, kitle kültürünün her şeyi kapsayan aygıtının etkisiyle birey düşüncesinin gerilemesi -—bunlar, aklın özgürleşmesinin önkoşullarını oluşturmaktadır. İyilik her zaman kökenindeki baskının izlerini taşır. İnsan onuru düşüncesi de barbarca baskı deneylerinin içinde doğmuştur. Feodalizmin en gaddar evrelerinde, onur kuvvetlinin bir özelliğiydi. İmparatorların ve kralların başları çevresinde haleler vardı. Saygı bekliyor ve görüyorlardı. Saygıda kusur edenler cezalandırılıyor, kralın önünde eğilmeyenler öldürülüyordu. Bugün, kanlı kökeninden kurtulmuş bu birey onuru düşüncesi, insanca bir toplum düzenini tanımlayan kavramlardan biridir.
Yasa, düzen, adalet ve bireysellik kavramlarının da benzer bir evrimi olmuştur. Ortaçağ insanı adaletten kaçmak için prenslerin affına sığınıyor, himayesine giriyordu. Bugün biz adalet için savaşıyoruz; evrenselleşmiş, eşitlik ve bağışlama düşüncelerini de içeren, dönüşmüş bir adalet kavramı bu. Asyalı despotlardan, Firavunlar'dan, Yunan oligarşilerinin yöneticilerinden tüccar prenslere, Rönesans'ın liderlerine ve çağımızın faşist şeflerine kadar, bireyselliğin değerini öne sürenler, başkalarının bireyselliklerini ezmek pahasına kendi bireyselliklerini geliştirme fırsatını bulmuş olanlardır.
Tarihte, düşüncelerin dar gelmeye başlayan giysilerden soyunarak kendilerini doğurmuş olan sistemlere saldırdıkları sık sık görülmüştür. Bunun nedeni, büyük ölçüde, tinin, dilin ve zihnin bütün öbür görünümlerinin evrensel bir iddia taşımasıdır. Her şeyden önce kendi özel çıkarlarını korumaya niyetli egemen gruplar bile dinde, ahlakta ve bilimde evrensel temaları vurgulamak zorundadır. Varolanla ideoloji arasındaki çelişki de böyle ortaya çıkar; her türlü tarihsel gelişmenin kamçısı olan bir çelişkidir bu. Konformizm bu ikisi arasında temelde bir uyum olduğunu varsayar ve küçük bazı pürüzleri de ideolojiye yüklerken, felsefe insanları bu çelişkinin bilincine varmaya yöneltir. Bir yandan, toplumu, o toplumun en yüksek değerler olarak kabul ettiği düşüncelerin ışığında gözden geçirir, yargılar; bir yandan da, bu düşüncelerin gerçekliğin lekelerini, günahlarını yansıttığını bilir.
Bu değerler ve düşünceler, onları ifade eden sözcüklerden ayrılamaz; ve felsefenin dil konusundaki tutumu da, yukarıda söylendiği gibi, onun en temel, canalıcı boyutlarından biridir. Sözcüklerin değişen içerikleri, tonları ve vurgulan, uygarlığımızın tarihinin kayıtlarıdır. Dil, ezilenlerin özlemlerini ve doğanın acılarını yansıtır; mimetik dürtüye boşalma imkânı verir. Bu dürtünün yıkıcı eyleme değil de dilin evrensel ortamına dönüşmesi, nihilist bir gizilgüç içeren enerjilerin barışmaya, uzlaşmaya çabalaması anlamına gelir. Bu da felsefe ile faşizm arasında temel ve içsel bir çelişki doğurur. Faşizm dili bir iktidar aracı olarak, hem savaşta hem barışta üretimde ve yıkımda kullanılacak bilgiyi biriktirme yolu olarak kullanıyordu. Bastırılmış mimetik eğilimler yeterli dilsel anlatım imkânından yoksun bırakılmıştı ve tüm muhalefeti ezme aracı olarak kullanılıyordu. Felsefe, dilin gerçek mimetik işlevini, doğal eğilimleri yansıtma görevini yerine getirmesine hizmet ederek, insanın korkularını yatıştırmasına yardım eder.
Felsefe, duygu ve tutkuları dil aracılığıyla yansıtmak ve böylece yaşantı ve bellek alanına geçirmek açısından sanattan farklı değildir. Kendini tinsel dünyada yansıtma fırsatı verilen doğa, kendi imgesini seyretmekle belli bir dinginlik kazanır. Her türlü kültürün, özellikle de müziğin ve plastik sanatların merkezinde bu süreç yatar. Felsefe, bütün bilgi ve sezgilerimizi, her şeyin doğru ve uygun adıyla anıldığı dilsel bir sistem içinde bütünleştirmeye yönelik bilinçli bir çabadır. Ne var ki, bu adları, birbirinden kopuk, tek tek sözcük ve cümlelerde değil (bu Doğu tarikatlarının izlediği yöntemdir ve bugün de insanların ve nesnelerin vaftiz edilmesiyle ilgili Incil'den alınmış birtakım öykülerde izleri görülmektedir), felsefi doğruluğu geliştirmek için yapılan sürekli teorik çalışmada bulmayı amaçlar.
Adına layık her felsefenin yapısında varolan bu felsefi doğruluk kavramı (adın ve şeyin birbirine uygunluğu), düşüncenin, biçimsel aklın cesaret kırıcı ve sakatlayıcı etkilerini aşmasını değilse bile, bunlara dayanmasını sağlar. Platonizm gibi klasik nesnel akıl sistemleri, amansız bir evren düzenini yücelttikleri ve bu yüzden de mitolojik oldukları için geçersiz görünürler. Ama doğruluğun dil ile gerçeklik arasındaki uygunluk olduğu düşüncesini koruyan da pozitivizm değil, bu sistemlerdir. Bununla birlikte, bu sistemlerin kurucuları, bu uygunluğu ebedi, değişmez sistemlerin içinde gerçekleştirebileceklerini sanıyorlardı ve bu bir yanılgıydı; toplumsal adaletsizlik içinde yaşayanların doğru bir ontoloji kuramayacağını göremiyorlardı. Tarih, buna yönelik bütün girişimlerin yanılsamaya dayandığını göstermiştir.
Geleneksel felsefenin ana öğesi olan ontoloji, bilimden farklı olarak, şeylerin özünü, tözünü ve biçimini, aklın kendi içinde bulunduğunu sandığı bazı evrensel idelerden çıkarılamaz. Bir şeyin daha soyut niteliklerinin esas olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. Ontolojinin bu temel zayıflığını belki de en iyi anlayan filozof, Nietzsche'dir.
Filozofların öteki saplantısı da daha tehlikesiz değildir; sonla ilki birbirine karıştırma saplantısıdır bu. En son ortaya çıkanı... "en yüksek kavram"ı, yani en genel, en boş olanı, buharlaşmakta olan gerçekliğin en sonuncu puslu görüntüsünü başlangıç olarak başa alır filozoflar. Bu da onların kutsal saygılarını dile getirme tarzlarından başka birşey değildir: En yüksek olan, en alçak olanın içinden doğmuş olamaz, hiçbir yerden doğmuş olamaz, aslında doğmuş olamaz... Böylece o müthiş kavrama, "Tanrı" kavramlarına varırlar. En son, en hafiflemiş, en boş şeyin ilk olduğu, mutlak neden olduğu varsayılır. İnsanlığa bakın ki, örümcek ağı örmekten başka birşey yapmayan bu hasta kafaların hastalıklarını ciddiye almıştır — ve oldukça pahalıya ödemiştir bunu.
Neden mantıksal olarak önce gelene ya da daha genel olana ontolojik öncelik verilmiştir? Genellik düzeylerine göre sıralanan kavramlar, doğanın kendi yapısını değil, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü yansıtır. Platon ya da Aristoteles, kavramları mantıksal önceliklerine göre düzenlerken, aslında bunları şeylerin gizli özelliklerinden değil, iktidar ilişkilerinden türetiyorlardı, farkında olmadan. Platon'un "büyük varlık zinciri" ile ilgili düşüncelerinde, Olimpus'un siyasal düzenini ve aslında da site'nin toplumsal gerçekliğini görmemek mümkün değildir. Mantıksal olarak önce gelen, bir şeyin özüne, merkezine, zamansal olarak önce gelenden daha yakın sayılamaz; böyle bir önceliği doğanın yada insanın özüyle bir tutmak, insanları o kaba, ham duruma, iktidar güdüsünün onları gerçek hayatta indirgemeye yöneldiği o ham duruma, basit "varlıklar" düzeyine indirgemek demektir. Ontolojiye karşı temel itirazımız şudur: İnsanın tefekküre dalarak kendinde bulduğu ilkeler, bulmaya çalıştığı kurtarıcı doğrular toplumun ya da evrenin doğruları olamaz, çünkü bunların ikisi de insanın suretinde yaratılmamıştır. Felsefi ontolojinin ideolojikleşmesi kaçınılmazdır, çünkü insanla doğa arasındaki ayrılığı gizlemeye, bir yalan olduğu her gün yoksulların, çaresizlerin çığlıklarıyla açığa çıkan bir teorik uyumu savunmaya çalışmaktadır.
Uygarlığın adalet, eşitlik, özgürlük gibi büyük idealleri ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, doğa, kendine uygulanan eziyete bu kavramlarla karşı çıkmaktadır. Doğanın protestosunun sistemli tutanaklarını sadece bu kavramlarda bulabiliriz. Felsefe bunlara karşı iki yönlü bir tutum almalıdır. Bu düşüncelerin nihai ve sonsuz doğrular olduğu iddiasını reddetmelidir. Herhangi bir metafizik sistem bu tutanakları mutlak ya da ebedi ilkeler olarak sunduğu anda, bunların tarihsel göreceliğini de ele vermiş olur. Felsefe, sonlunun sonsuz düzeyine yükseltilmesine karşı çıkar: Sadece ulus, önder, başarı ya da para gibi kaba siyasal ve ekonomik putların değil, kişilik, mutluluk, güzellik, hatta özgürlük gibi ahlaki ve estetik değerlerin de bağımsız mutlaklar olarak yüceltilmesine karşı çıkar. Temel kültürel kavramlarda bir doğruluk payı olduğu kabul edilmeli ve felsefe bu kavramlarla içinden çıktıkları toplumsal çerçeveyi karşılaştırmalı, ölçmelidir. Felsefe, düşüncelerle gerçeklik arasında açılan uçuruma da karşı çıkar: varolanın somut, tarihsel durumunun karşısına yine varolanın içinden çıkmış kavramsal ilkeleri çıkarır. Bunu yaparken amacı, ikisi arasındaki ilişkiyi eleştirmek ve böylece ikisini de aşmaktır. Felsefeye pozitif niteliğini kazandıran da bu iki negatif işlemdir, bunların karşılıklı etkisidir.