Hegel’e Dönüş Akademik Revizyonizmin Gizli Nedeni - 1
|
Louis Althusser
Çeviri: Kerem Atılgan
“Amacım, öncelikle, Hegel’i başlangıç noktası alarak Marksist sentezi düşünmeye çalışmaktır… Marksist düşünce içinde belli bir idealizm keşfetmiş olma iddiasındayız… Bugün, Marx’ın hayal bile etmemiş olduğu bazı revizyonlar yapmak gerekli olabilir…”
Hyppolite,[2]
“Hegel sorunu uzun zaman önce çözüldü.”
A. Jdanov[3]
Son yirmi yıl içinde Hegel’in Fransız düşüncesi içinde yerini almasının açık bir şekilde yorumlanmamış olması sorunu hafife alınamaz. 1930’a kadar, Fransız burjuva düşüncesi Hegel konusunda eşi görülmemiş bir aşağılamayı ve cehaleti inatla sürdürmüştür. Véra’nın[4] bol bol aslının tam zıddı anlam üreten hatalarla bezenmiş eski çevirileri (l’Encyclopédie) kütüphane raflarının derinliklerinde uyumaktadır. Yalnızca sosyalistler Hegel’e belli bir ilgi gösterdi (Latince teziyle Jaures, Lucien Herr veya Andler[5] gibi). Saygın Fransız felsefesi onu yalnızca hakaretlerle anar. Hegel bir Almandı, Birinci Dünya Savaşı’nın pis Almanı… Bismarck ve Kaiser Wilhelm’in manevi babası, hakkı yok eden zorbalık, vs... İlk emperyalist savaşın şovenizminin anlamsızlığının bütün uzantıları, bizim Bergsonlarımızın, Boutrouxlarımızın ve Brunschvicgslerimizin anlayışında yankısını buldu. Bu karanlık felsefeye, bu ‘akılla onaylanan şiddet’, bu korkunç diyalektiğe lanet olsun! Bizim filozoflarımızın Descartes’ı ve öz-kanıtı* vardı, berrak zihnin basit eylemi ve ‘büyük Fransız spiritüalizmi geleneği’. Bütün bunlar ihtiyar Brunschvicg’in, Hegel’in zeka yaşı, çocuksuluğu, mitleri, vb. üzerine sövgüleriyle** taçlanmıştır.
Ancak, bugün binlerce defa hakaretlere ve toprağa boğulmuş olan bu ölü tanrı mezarından çıkıyor.
Süreç, 1930’ların Fransa’sında, çekingen bir biçimde, Jahn Whal’ın Le Malheur de la conscience[6] [Bilincin Mutsuzluğu] incelemesi, Alain’in Idées’inde [Fikirler] (1931) Hegel hakkındaki tartışması ve Revue de métaphysique’nin [Metafizik Dergisi] özel sayısıyla (1931) başladı. Devamını ise Kojève’in Ecole Pratiques des Hautes Etudes’deki (1933-39) seminerleri getirdi. O günlerde yarı-sessiz durumdaki, ancak söz konusu tarihten itibaren ses getirecek bir grup da (Sartre, Marleau-Ponty, Raymond Aron, Peder Fessard, Brice Parain, Caillois, vb.) seminerleri takip ediyordu. Kojève, Hegel’in din felsefesi, tinin fenomenolojisi, efendi köle diyalektiği, saygınlık için mücadele, kendi için, kendinde, hiçlik, tasarım, ölümüne mücadele içinde ortaya çıkan insanın özü nosyonu ve hatanın doğruya dönüşümü konularında konuşuyordu. Faşizm tarafından kuşatılmış bir dünyada garip konular! Ardından savaş yılları geldi, bu dönemde Hyppolite çevirilerini yayınladı (Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi] 1939 ve 1941’de, Introduction á la Philosophie du droit [Hukuk Felsefesine Giriş] 1940’ta); ve savaş sonrası dönem, Hyppolite’in 1946 tarihli tezinin, Genése et Structure de la Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi’nin Doğuşu ve Yapısı], Kojève’in Introduction á la lecture de Hegel’inin [Hegel’i Okumaya Giriş] (1947), Peder Niel’in Hegel’i konu alan kitabı[7] ve Peder Fessard’ın on farklı dergide yazılarının[8] yayınlanmasına sahne oldu. Bunu takdis merasimleri izledi; Hyppolite Sorbonne’a yerleşti, Hegel yorumculuğu yoluyla burjuva düşüncesinin ustalarından biri olarak yeniden tanındı; her kitapçı vitrininde Hegel tefsirleri, her dönemlik tezde ‘olumsuzun emeği’, her akademik konuşmada efendi ve köle, Jean Lacroix’da bir bilincin ötekine karşı savaşı[9], Petite Logique[10] [Hegel’in Küçük Mantık’ı] üzerine tartışan teologlarımız; ve yeniden can verilen ölü bir beden için yapılan akademik-dini zafer şenliği için gereken diğer her şey.
Bütün bu patırtı ne anlama geliyordu? Cevap verebilmek için birkaç adım geri çekilmek ve sorunu burjuva ideolojisinin tarihi içindeki yerine oturtmak gerekiyor. Hegel’in ölümünü izleyen 120 yıllık süreci takip edersek, burjuva düşünürlerinin ona karşı iki farklı tavır takındıklarını görmek mümkündür: düşmanlık, görmezden gelme, küçük görme, 19. yüzyılın sonuna kadar hâkim eğilim oldu; 20. yüzyılın başlangıcından bu yana ise giderek artan bir ilgi. Bu keskin yön değişikliğini nasıl açıklayabiliriz?
19. yüzyılın sonuna kadar burjuva felsefesi, Hegel’e asla ciddi anlamda ilgi göstermedi. Aslında doğası gereği Hegelci felsefe, yüzyılın ortasından itibaren yükselmeye başlayan burjuvaziyi tatmin edemezdi. 1820’den 1848’e kadar Hegel felsefesi (özellikle de hukuk ve din felsefesi), henüz burjuva devrimini tamamlayamamış geri bir ülkedeki şövalye hiyerarşisi ve yarı feodal yapılara dayanan Prusya monarşisinin en gerici unsurlarının bir teminatı olarak iş gördü. Hegelci sistem, kralı, aristokratları, büyük toprak sahiplerini ve polisi meşrulaştırıyordu; eski düzenin kurumlarını ve üçüncü tabakanın (“sivil toplum”un, burjuvazinin ekonomik etkinliğinin) diğer tabakalara tâbi olmasını meşrulaştırmıştı.
Ancak rasyonel yöntemi sayesinde, tarihi bir süreç olarak kavraması, emek ve diyalektik hakkındaki düşünceleri nedeniyle Hegel’in felsefesi, sadece feodalizmin değil aynı zamanda, Fransa ve İngiltere’de kurulmuş bulunan ve giderek Alman feodal kurumlarının da temelini aşındırmaya başlayan burjuva düzenini bile tartışmaya açabilecek, “eleştirel ve devrimci” bir felsefeyi de teşvik edebilirdi.* Marx ve Engels, Hegel’in kendi gelişimlerinde oynadığı rolü teslim etmiş, onu çok dikkatli bir eleştiriye tâbi tutmuş ve böylece mistifikasyonlardan soyutlayarak onun düşüncesini bilimsel sosyalizmin kuruluşuna katkıda bulunacak bir düzeye çıkarmışlardır.
Mistikleştirilmiş biçimi içinde diyalektik, Almanya’da moda haline gelmişti, çünkü eşyanın mevcut düzenini yüceltir gibi görünüyordu. Rasyonel biçimi içindeyse burjuvazi için bir sıkıntı ve nefret kaynağıydı, çünkü eşyanın mevcut düzeninin olumlu yönünü tanıdığı kadar, mevcut durumun olumsuzlanmasını, zorunlu çöküşünü de tanır; çünkü tarih içinde gelişmiş bulunan her toplumsal biçimi akışkan hali içinde kavrar ve böylece şimdi varolması kadar doğasının geçici niteliğini de hesaba katmaktadır; bunu da dışardan bir şey empoze etmeden yapar, keza özü bakımından eleştirel ve devrimcidir. (Marx, Kapital’in İkinci Baskısına Önsöz)[11]
Sistemin içeriği ve “diyalektik kutsama” gerici bir feodal devletin hizmetinde kullanılabilirdi. Eleştirel, devrimci metot ise, tarihin bilimsel bir teorisini ortaya çıkarmaya yardımcı olabilirdi. Hegelci sistem kapsamında, mümkün olan en önemsiz paya layık görülmüş ve ortaçağa özgü meslek örgütlerinden biri düzeyine indirgenmiş, [diyalektik] yöntem tarafından geleceği tehdit edilen burjuvazi ise, kendini Hegel’de tanıyamadı. Çok öfkelenmiştir. Hegel’i “ölü köpek”* ilan etti (Mendelsshon da Spinoza’yı böyle niteliyordu**) ve kendine başka hocalar aramaya koyuldu.
Burjuvazinin Hegel’e karşı tavrı, kendinden, ekonomik gücünden ve geleceğinden emin olan bir sınıfın tipik davranışıydı. Burjuvazi, her zaman belli bir mesafeyle de olsa, genellikle derinlikli bir biçimde, Devrim döneminin ve İmparatorluk’un [1789 ve Napolyon] sınıf savaşının korkunç somut diyalektiğini yansıtan bir felsefede, kendi kaygılarının karşılığını bulamadı. Ya da, daha çok, kendi yansımasını, burada bulmak istemedi; yakında gelmesi muhtemel olan çöküşünün habercilerini keşfetme korkusuyla, kendi gücünün gerçek kökenlerini araştırmayı reddetti. Hegel burjuvazinin önüne, ya –feodal mutlakiyetçi tipte– gerici kurumların korunması ya da devrim tehdidi gibi iki seçenek koyuyordu. Oysa dönemin burjuvazisi ekonomik liberalizme karşılık gelecek bir liberal felsefeye ihtiyaç duymaktaydı; ufku açık bir geleceğin, kendi etkinliğiyle yasanın uyumunun felsefesine ihtiyaç duyuyordu.
Liberalizmin, doğmakta ve gelişmekte olan burjuvazinin özgün ideolojisini, onun “kendine olan güvenini”, ideal olumlanmasını, dinini temsil ettiğini –ve burjuvazinin, şimdi son evresini yaşamakta olduğumuz emperyalizmin büyük krizine kadar, her fırsatta ve her koşulda, öz-olumlaması olarak liberalizme başvurmaktan vazgeçmemiş olduğunu– vurgulamamız gerekiyor.
18. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının, devrimin habercilerinin liberalizmi, bu ideolojinin ilk evresini, henüz taleplerini kabul ettirmeye çalıştığı bir dönemine özgü muhalif ve ütopik evresini oluşturmuştur. Bu, ahlaki ve politik taleplerin, burjuvazinin feodal sistemin yapıları tarafından bastırılan ekonomik ve yasal taleplerini gözden sakladığı, soyut bir dönemdi. Bir kez bu dar yapılar çöktükten ve burjuvazi topluma ekonomik etkinliğinin yasalarını (sanayi serbestîsi, serbest ticaret, serbest emek) dayattıktan sonra burjuva liberalizmi, yeni bir biçim aldı. Daha önce eleştireldi, pozitif oldu; felsefiydi, iktisadi hale geldi. İktisatçılar bu andan itibaren burjuvazinin filozofları haline geldiler (Smith, Say ve onların liberal ekolden izleyicileri, faydacılar, vs.); onların iyimserlikleri, sadece, etkinlik yasalarını evrensel yasalar olarak gördükleri burjuvazinin kendine güvenini yansıtıyordu.
Bununla birlikte bu muzaffer liberalizm, orijinal biçimini uzun süre koruyamadı: varlığını sürdürecekse, tutkularını gizlemek ve maskesinin ardına saklanmak durumundaydı. 1848’de işçilerin ilk ayaklanmayı başlatmalarının ardından, bu ilk krizin sonrasında, burjuvazi geri kalanları koruyabilmek için bazı ayrıcalıklarından vazgeçmek durumunda kaldı. Kaderini “güçlü adamların” (III. Napolyon, Bismarck, vb.) ellerine teslim etti ve kendini ‘işe’ verdi. Pozitivizm bir anlamda bu geri çekilişin ‘betimleyici’ felsefesi oldu. İktisattan geri çekilirken, pozitivizm, hızla gelişen doğa bilimlerinin en soyut biçimlerini burjuva düzeninin meşrulaştırılmasına bağlama sancıları içindeydi. Liberalizm asla yok olmadı. Kapitalist yoğunlaşmanın amansız gelişimi, krizler ve giderek daha şiddetli bir hal alan sınıf kavgası biçimleri (Fransa’da Haziran günleri, Paris Komünü’nün bastırılması) tarafından, derece derece ekonomik ve politik hayatın dışına sürülerek, felsefeye sığındı. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca tüm batı Avrupa’da gözlemleyebileceğimiz “Kant’a dönüş”ün gerçek arkaplanı budur.
Çeviri: Kerem Atılgan
“Amacım, öncelikle, Hegel’i başlangıç noktası alarak Marksist sentezi düşünmeye çalışmaktır… Marksist düşünce içinde belli bir idealizm keşfetmiş olma iddiasındayız… Bugün, Marx’ın hayal bile etmemiş olduğu bazı revizyonlar yapmak gerekli olabilir…”
Hyppolite,[2]
“Hegel sorunu uzun zaman önce çözüldü.”
A. Jdanov[3]
Son yirmi yıl içinde Hegel’in Fransız düşüncesi içinde yerini almasının açık bir şekilde yorumlanmamış olması sorunu hafife alınamaz. 1930’a kadar, Fransız burjuva düşüncesi Hegel konusunda eşi görülmemiş bir aşağılamayı ve cehaleti inatla sürdürmüştür. Véra’nın[4] bol bol aslının tam zıddı anlam üreten hatalarla bezenmiş eski çevirileri (l’Encyclopédie) kütüphane raflarının derinliklerinde uyumaktadır. Yalnızca sosyalistler Hegel’e belli bir ilgi gösterdi (Latince teziyle Jaures, Lucien Herr veya Andler[5] gibi). Saygın Fransız felsefesi onu yalnızca hakaretlerle anar. Hegel bir Almandı, Birinci Dünya Savaşı’nın pis Almanı… Bismarck ve Kaiser Wilhelm’in manevi babası, hakkı yok eden zorbalık, vs... İlk emperyalist savaşın şovenizminin anlamsızlığının bütün uzantıları, bizim Bergsonlarımızın, Boutrouxlarımızın ve Brunschvicgslerimizin anlayışında yankısını buldu. Bu karanlık felsefeye, bu ‘akılla onaylanan şiddet’, bu korkunç diyalektiğe lanet olsun! Bizim filozoflarımızın Descartes’ı ve öz-kanıtı* vardı, berrak zihnin basit eylemi ve ‘büyük Fransız spiritüalizmi geleneği’. Bütün bunlar ihtiyar Brunschvicg’in, Hegel’in zeka yaşı, çocuksuluğu, mitleri, vb. üzerine sövgüleriyle** taçlanmıştır.
Ancak, bugün binlerce defa hakaretlere ve toprağa boğulmuş olan bu ölü tanrı mezarından çıkıyor.
Süreç, 1930’ların Fransa’sında, çekingen bir biçimde, Jahn Whal’ın Le Malheur de la conscience[6] [Bilincin Mutsuzluğu] incelemesi, Alain’in Idées’inde [Fikirler] (1931) Hegel hakkındaki tartışması ve Revue de métaphysique’nin [Metafizik Dergisi] özel sayısıyla (1931) başladı. Devamını ise Kojève’in Ecole Pratiques des Hautes Etudes’deki (1933-39) seminerleri getirdi. O günlerde yarı-sessiz durumdaki, ancak söz konusu tarihten itibaren ses getirecek bir grup da (Sartre, Marleau-Ponty, Raymond Aron, Peder Fessard, Brice Parain, Caillois, vb.) seminerleri takip ediyordu. Kojève, Hegel’in din felsefesi, tinin fenomenolojisi, efendi köle diyalektiği, saygınlık için mücadele, kendi için, kendinde, hiçlik, tasarım, ölümüne mücadele içinde ortaya çıkan insanın özü nosyonu ve hatanın doğruya dönüşümü konularında konuşuyordu. Faşizm tarafından kuşatılmış bir dünyada garip konular! Ardından savaş yılları geldi, bu dönemde Hyppolite çevirilerini yayınladı (Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi] 1939 ve 1941’de, Introduction á la Philosophie du droit [Hukuk Felsefesine Giriş] 1940’ta); ve savaş sonrası dönem, Hyppolite’in 1946 tarihli tezinin, Genése et Structure de la Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi’nin Doğuşu ve Yapısı], Kojève’in Introduction á la lecture de Hegel’inin [Hegel’i Okumaya Giriş] (1947), Peder Niel’in Hegel’i konu alan kitabı[7] ve Peder Fessard’ın on farklı dergide yazılarının[8] yayınlanmasına sahne oldu. Bunu takdis merasimleri izledi; Hyppolite Sorbonne’a yerleşti, Hegel yorumculuğu yoluyla burjuva düşüncesinin ustalarından biri olarak yeniden tanındı; her kitapçı vitrininde Hegel tefsirleri, her dönemlik tezde ‘olumsuzun emeği’, her akademik konuşmada efendi ve köle, Jean Lacroix’da bir bilincin ötekine karşı savaşı[9], Petite Logique[10] [Hegel’in Küçük Mantık’ı] üzerine tartışan teologlarımız; ve yeniden can verilen ölü bir beden için yapılan akademik-dini zafer şenliği için gereken diğer her şey.
Bütün bu patırtı ne anlama geliyordu? Cevap verebilmek için birkaç adım geri çekilmek ve sorunu burjuva ideolojisinin tarihi içindeki yerine oturtmak gerekiyor. Hegel’in ölümünü izleyen 120 yıllık süreci takip edersek, burjuva düşünürlerinin ona karşı iki farklı tavır takındıklarını görmek mümkündür: düşmanlık, görmezden gelme, küçük görme, 19. yüzyılın sonuna kadar hâkim eğilim oldu; 20. yüzyılın başlangıcından bu yana ise giderek artan bir ilgi. Bu keskin yön değişikliğini nasıl açıklayabiliriz?
19. yüzyılın sonuna kadar burjuva felsefesi, Hegel’e asla ciddi anlamda ilgi göstermedi. Aslında doğası gereği Hegelci felsefe, yüzyılın ortasından itibaren yükselmeye başlayan burjuvaziyi tatmin edemezdi. 1820’den 1848’e kadar Hegel felsefesi (özellikle de hukuk ve din felsefesi), henüz burjuva devrimini tamamlayamamış geri bir ülkedeki şövalye hiyerarşisi ve yarı feodal yapılara dayanan Prusya monarşisinin en gerici unsurlarının bir teminatı olarak iş gördü. Hegelci sistem, kralı, aristokratları, büyük toprak sahiplerini ve polisi meşrulaştırıyordu; eski düzenin kurumlarını ve üçüncü tabakanın (“sivil toplum”un, burjuvazinin ekonomik etkinliğinin) diğer tabakalara tâbi olmasını meşrulaştırmıştı.
Ancak rasyonel yöntemi sayesinde, tarihi bir süreç olarak kavraması, emek ve diyalektik hakkındaki düşünceleri nedeniyle Hegel’in felsefesi, sadece feodalizmin değil aynı zamanda, Fransa ve İngiltere’de kurulmuş bulunan ve giderek Alman feodal kurumlarının da temelini aşındırmaya başlayan burjuva düzenini bile tartışmaya açabilecek, “eleştirel ve devrimci” bir felsefeyi de teşvik edebilirdi.* Marx ve Engels, Hegel’in kendi gelişimlerinde oynadığı rolü teslim etmiş, onu çok dikkatli bir eleştiriye tâbi tutmuş ve böylece mistifikasyonlardan soyutlayarak onun düşüncesini bilimsel sosyalizmin kuruluşuna katkıda bulunacak bir düzeye çıkarmışlardır.
Mistikleştirilmiş biçimi içinde diyalektik, Almanya’da moda haline gelmişti, çünkü eşyanın mevcut düzenini yüceltir gibi görünüyordu. Rasyonel biçimi içindeyse burjuvazi için bir sıkıntı ve nefret kaynağıydı, çünkü eşyanın mevcut düzeninin olumlu yönünü tanıdığı kadar, mevcut durumun olumsuzlanmasını, zorunlu çöküşünü de tanır; çünkü tarih içinde gelişmiş bulunan her toplumsal biçimi akışkan hali içinde kavrar ve böylece şimdi varolması kadar doğasının geçici niteliğini de hesaba katmaktadır; bunu da dışardan bir şey empoze etmeden yapar, keza özü bakımından eleştirel ve devrimcidir. (Marx, Kapital’in İkinci Baskısına Önsöz)[11]
Sistemin içeriği ve “diyalektik kutsama” gerici bir feodal devletin hizmetinde kullanılabilirdi. Eleştirel, devrimci metot ise, tarihin bilimsel bir teorisini ortaya çıkarmaya yardımcı olabilirdi. Hegelci sistem kapsamında, mümkün olan en önemsiz paya layık görülmüş ve ortaçağa özgü meslek örgütlerinden biri düzeyine indirgenmiş, [diyalektik] yöntem tarafından geleceği tehdit edilen burjuvazi ise, kendini Hegel’de tanıyamadı. Çok öfkelenmiştir. Hegel’i “ölü köpek”* ilan etti (Mendelsshon da Spinoza’yı böyle niteliyordu**) ve kendine başka hocalar aramaya koyuldu.
Burjuvazinin Hegel’e karşı tavrı, kendinden, ekonomik gücünden ve geleceğinden emin olan bir sınıfın tipik davranışıydı. Burjuvazi, her zaman belli bir mesafeyle de olsa, genellikle derinlikli bir biçimde, Devrim döneminin ve İmparatorluk’un [1789 ve Napolyon] sınıf savaşının korkunç somut diyalektiğini yansıtan bir felsefede, kendi kaygılarının karşılığını bulamadı. Ya da, daha çok, kendi yansımasını, burada bulmak istemedi; yakında gelmesi muhtemel olan çöküşünün habercilerini keşfetme korkusuyla, kendi gücünün gerçek kökenlerini araştırmayı reddetti. Hegel burjuvazinin önüne, ya –feodal mutlakiyetçi tipte– gerici kurumların korunması ya da devrim tehdidi gibi iki seçenek koyuyordu. Oysa dönemin burjuvazisi ekonomik liberalizme karşılık gelecek bir liberal felsefeye ihtiyaç duymaktaydı; ufku açık bir geleceğin, kendi etkinliğiyle yasanın uyumunun felsefesine ihtiyaç duyuyordu.
Liberalizmin, doğmakta ve gelişmekte olan burjuvazinin özgün ideolojisini, onun “kendine olan güvenini”, ideal olumlanmasını, dinini temsil ettiğini –ve burjuvazinin, şimdi son evresini yaşamakta olduğumuz emperyalizmin büyük krizine kadar, her fırsatta ve her koşulda, öz-olumlaması olarak liberalizme başvurmaktan vazgeçmemiş olduğunu– vurgulamamız gerekiyor.
18. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının, devrimin habercilerinin liberalizmi, bu ideolojinin ilk evresini, henüz taleplerini kabul ettirmeye çalıştığı bir dönemine özgü muhalif ve ütopik evresini oluşturmuştur. Bu, ahlaki ve politik taleplerin, burjuvazinin feodal sistemin yapıları tarafından bastırılan ekonomik ve yasal taleplerini gözden sakladığı, soyut bir dönemdi. Bir kez bu dar yapılar çöktükten ve burjuvazi topluma ekonomik etkinliğinin yasalarını (sanayi serbestîsi, serbest ticaret, serbest emek) dayattıktan sonra burjuva liberalizmi, yeni bir biçim aldı. Daha önce eleştireldi, pozitif oldu; felsefiydi, iktisadi hale geldi. İktisatçılar bu andan itibaren burjuvazinin filozofları haline geldiler (Smith, Say ve onların liberal ekolden izleyicileri, faydacılar, vs.); onların iyimserlikleri, sadece, etkinlik yasalarını evrensel yasalar olarak gördükleri burjuvazinin kendine güvenini yansıtıyordu.
Bununla birlikte bu muzaffer liberalizm, orijinal biçimini uzun süre koruyamadı: varlığını sürdürecekse, tutkularını gizlemek ve maskesinin ardına saklanmak durumundaydı. 1848’de işçilerin ilk ayaklanmayı başlatmalarının ardından, bu ilk krizin sonrasında, burjuvazi geri kalanları koruyabilmek için bazı ayrıcalıklarından vazgeçmek durumunda kaldı. Kaderini “güçlü adamların” (III. Napolyon, Bismarck, vb.) ellerine teslim etti ve kendini ‘işe’ verdi. Pozitivizm bir anlamda bu geri çekilişin ‘betimleyici’ felsefesi oldu. İktisattan geri çekilirken, pozitivizm, hızla gelişen doğa bilimlerinin en soyut biçimlerini burjuva düzeninin meşrulaştırılmasına bağlama sancıları içindeydi. Liberalizm asla yok olmadı. Kapitalist yoğunlaşmanın amansız gelişimi, krizler ve giderek daha şiddetli bir hal alan sınıf kavgası biçimleri (Fransa’da Haziran günleri, Paris Komünü’nün bastırılması) tarafından, derece derece ekonomik ve politik hayatın dışına sürülerek, felsefeye sığındı. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca tüm batı Avrupa’da gözlemleyebileceğimiz “Kant’a dönüş”ün gerçek arkaplanı budur.