BİR TARİH FELSEFESİ İÇİN DÜŞÜNCELER
|
Ömer Naci Soykan
"Tarih" sözü bilindiği gibi iki anlamlıdır. Biri, "gerçek-" veya "nesnel tarih diye adlandırılan, geçmiş olayların zaman içindeki akışı, insanların geçmişte yaptığı eylemler ve ortaya koyduğu ürünler, diğeri bu gerçekliğin bilinmesi,bilgi düzleminde yeniden oluşturulması demek olan tarih bilimidir. Bu betimleyici tanımda genel bir uzlaşım olmakla birlikte, olayların akışının, başka deyişle tarihsel sürecin nasıl bir yapıda olduğu, tarih bilgisinin gerçekte bu sürecin bilgisi olup olmadığı, bu bilginin nasıl oluşturulduğu, tarihin ne türden bir bilim olduğu gibi tanımımıza ilişkin temel sorular karşısında, tarihçiler ve tarih filozofları ayrı ayrı tutumlar içinde olmuşlardır. Söz konusu çift anlamlılık, tarih felsefesinin tarih bilimini, daha doğrusu tarih bilimlerini ve bunların nesneleri olan gerçek tarihi kendisine konu yaparken de geçerliktedir. Tarih felsefesi, tarih bilimlerinin çalışma yöntemlerini, tarihsel bilginin örgenlenişini, tarihçinin zihin durumunu anlamaya ve aydınlatmaya yönelirken de, tarihin ne ve kim için olduğu, onun bir anlamının, ereğinin olup olmadığı, bugünü, ve geleceği nasıl etkilediği gibi sorulara yanıt ararken de doğrudan doğruya gerçek tarihi göz önünde bulundurur. Aksi halde o, yalnızca bir tarih yöntembilimi olurdu.
Tarihi insanlar yapar; ama tarih de insanları. Bunda bir çelişki yoktur. Deyiminin ilk bölümünde gerçek tarih, ikincisinde daha çoğu tarih bilgisi ve bilinci kastedilmiştir. Tarihin insanı biçimlemesi için, insanın tarih bilgisi ve bilincine sahip olması gerekir. Durağan gelenekle kendiliğinden devralınan bazı yaşam biçimleri dışında, insanın bilmediği geçmişinin üzerinde etkisi olmaz. Öte yandan insan, tarihi gerçekleştiren olarak tarihin taşıyıcısıdır. Ama bu taşıyıcı, tek tek insanlar değil, fakat bir toplumsal-siyasal birlik oluşturmuş olan insanlardır.
Tarihte öne çıkmış kişilerin rolünü belirtmek için "Tarihi kahramanlar yapar." gibi abartılı bir deyime gerek yoktur. Bu arada "tarih yapmak" ile "tarih yazmak;" deyimlerinin kimi zaman birbirine karıştırıldığı ve bunun nedeninin de tarihin çift anlamlılığının görmezden gelindiği olduğunu belirtmek isterim. Toplumsal-siyasal birlikler tarihi yaparlar. Tarihçiler, tarihi yazanlar da tarihi yaparlar; ama gerçek tarihi değil, onun bilgisini. Tarihçi tarihi yapar dendiğinde, kastedilen tarih bilimidir. Fakat biz, gerçek tarihi yalnızca tarih bilimi yoluyla bildiğimize göre, ikisini birbirinden nasıl ayıracağız? Bilim olarak tarih, gerçek tarihle tam bir uyum içinde olmadığı için hiçbir zaman gerçek tarihi tam olarak bilemeyiz; ama onun varlığından da asla kuşku duyamayız. Tarih biliminin gerçek tarihi nasıl yanşattığı, gerçek tarihin varlığına yönelik bir soru değil, fakat bu bilimin yapısına ilişkin bir sorundur.
Her tarihçinin kendi içinde bulunduğu toplumsal-siyasal birliğin ya da yakın çevresindeki diğer birliklerin tarihini araştırması doğaldır. Ve o bu araştırmayı yaparken, kendi bilinç yapısı, toplumsal-kültürel etmenler gibi nedenlerin burada rol oynayacağı açıktır. O, geçmişe şimdinin açısından, başka ülkelere ve uygarlıklara kendininki açısından bakar. Bu durum filozof için de geçerlidir. Ancak böyle bir tarih ve tarih felsefesi evrensel olma savından kendini uzak tutmalıdır. Bir dünya tarihi, tarih sahnesinde öne çıkmış da olsa birkaç ulusun tarihinden ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusun tarihinden ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusu birleştirmesi, aynı zamanda onları, onların dışında kalan uluslardan ayırması demektir. Bir ulusun kendisinin dahil olmadığı bir tarihe sonradan girmesi olanaksızdır. Geçmişte var olmayan ortaklıkların bugünden geçmişe doğru kurulmak istenmesi boş bir çabadır.
Evrensel tarih düşüncesi, geçmişten çok geleceğe ilişkin bir kavramdır. Geçmişe ilişkin belgelerin bugün çok azının elimizde bulunuşu, bunların birçoğunun birbiriyle çelişik oluşu, geçmişte yaşamış halkların pek çoğununu aralarında iletişim kuramamış olmaları, insanlık tarihinin birliğinin sağlananamasının başlıca nedenleridir. Bir evrensel tarihten söz edilebilmesi için, herşeyden önce tüm ulusların tarihinin birliğinden söz edilebilmelidir. Bu duruma ancak günümüzde ulaşılmıştır. Günümüzde, daha önce hiçbir zaman bulunmamış olan teknik olanaklar, dünyayı küreselleştirmiştir. Demek ki evrensel tarih, bugünden geleceğe doğru oluşturulabilecek bir ülkü olarak anlaşılmalıdır. Ve böyle bir ülküde, belli bir ulus değil, fakat insanlık düşüncesi, yönlendirici ilke olmalıdır. Kant da evrensel tarihi gerçekleştirilebilir bir ülkü olarak görüyordu.
Bu gerçekleşme, ona göre, insan ussallığının ve özgürlüğünün ortaya çıkması, gelişip serpilmesi demekti. Özgürlüğe ve kendini bilmeye ulaşma, Hegel için de dünya tarihinin ereğiydi. Ama Kant'ın gelecek için önerdiği bu gelişme süreci, Hegel için tarihin baştan beri aldığı yoldu. Hegel dünya tarihini kendi çağında bitirirken, Kant evrensel tarihi kendi çağında başlatmıştı.
Tarihin kendi başına bir töz diye görüldüğü, bu tözün bilinçle ve belli bir planla tarih sahnesinde eylediği, ereğini gerçekleştirmek için tek tek insanları ve insan topluluklarını araç olarak kullandığı biçimindeki düşünceler, tarih metafiziklerinin vazgeçmediği spekülasyonlardır. Tarih felsefesini bu tarz spekülasyonlardan uzak tutmanın yolu, tarihsel varlık alanının fenomenlere uygun biçimde görmekten geçer. Fenomenle fenomen olmayanın ayrımı, var olanla var olmadığı halde varmış gibi gösterilmek istenenin ayrımıdır.
Bir tarihsel olgu, tarihçinin karşısında duran bir nesne değildir. Onun önünde, geçmiş olaylara ilişkin yazdı ve yazdı olmayan belgeler vardır. Bunlar da çeşitli rastlantılar sonucu elde kalmıştır. Tarihçi bu belgeleri inceler, değerlendirir, onlardan bazılarını eler, elde tuttuklarının gönderimde bulunduğu tarihsel olayı kendi zihninde yeniden kurar, onun bir resmini yapar. "Tarihsel süreç" de bu resimlerin yine tarihçinin zihninde ard arda getirilmesi demek olan bir zihinsel süreç haline gelir. Tarihsel bilginin bu tarz oluşumu, tarihin ne tür bir bilim olduğu sorusuna da bir yanıt oluşturur. Buna göre tarih, nesnesi karşısında olan doğabil iminden ayrı tür bir bilimdir, bir yorumdur, bir inşadır.
Tarihin tarihçinin eseri olduğunu öne süren bu tarih anlayışı, daha ileriye götürülerek, bazı tarihçilerde (Örn., R.G. Collingwood) nesnel tarihi tümüyle gözardı etmeye dek varır. Öte yandan Dilthey ve Windelband'in ayrı ayrı giriştikleri tarih-doğabilim ayrımı temellendirmeleri, birbirinden ayrı sonuçlara varmış olsalar da bilimler sınıflamasını yönteme dayandırmada birleşirler. Ancak bir yöntemin ayrı türden varlık alanlarında kullanılabilmesi gerçeği, yöntemsel ayrımın bilim sınıflaması için bir ölçüt olarak görülmesini olanaksız kılar.
Tarihi doğabilimle karşılaştırarak, onu temellendirme denemelerinden biri de pozitivizmdedir. Ama burada bu iki bilimin ayrılığı değil, tersine birliği öne sürülür. Tarihsel süreç, pozitivistlere göre doğal süreçle aynı türdendir. Dolayısıyla her ikisinin bilgisi arasında da bir ayrım bulunmayacaktır. Pozitivizme karşıt bir kutupta olmakla birlikte Marx için de tarih, doğabilimden özce ayrı değildi. O, tarihsel olayların doğal nedenleri olduğu ilkesini benimsemekle tarihi doğabilirnin egemenliğine bağlı kılıyordu.
Tarihsel varlıkla fizik varlığı özdeşleştiren veya gerçek tarihi yok sayan ya da tarih ile doğabilimi yapay bir biçimde ayırmayı deneyen bu ve benzeri görüşlerden kendini uzak tutan bir tarih felsefesi, hangi zeminde bulunur? Tarihin nesnesinin tarihçinin karşısında bulunmaması, onun var olmuş olduğu ve bu nesne alanının bir tür varlık tarzına sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz ve bu varlık alanının nasıl bir yapıda olduğunun araştırılmasına engel oluşturmaz.
Gerçekte tarihçinin tarihsel varlığı gözardı etmesi, onun adına bir eksiklik sayılmayabilir. Çünkü bu, onun işi değildir. Eksiklik, onun bu alanı yadsıması halinde söz konusu olur. Bu alanın bir araştırması ise artık tarih bilimi değil, fakat bir felsefe, bir varlık bilim adını alır.
Bir varlık alanından söz etmek için, o alana ilişkin veya o alanı oluşturan nesnelerin bir bilen öznenin karşısında hazır bulunması gerekmez. Aksi halde yalnız fiziksel varlık alanı ile yetinilecek, tüm varlık fiziksel varlığa indirgenecekti. Böyle bir anlayış, tek yanlı bir materyalizm veya natüralizm olurdu. Oysa herhangi bir izmin indirgemeciliğinden ve tek yanlılığından uzak, "varolanı varolan olarak" araştırmak, her varlık alanını kendine özgü yapısını ve bütünlüğünü gözönünde bulundurarak ele almak, varlık bilimin ödevidir. Bu alan, tarih varlık bilimi için
tarihsel varlık alanıdır. Böylece, tarihçi için bilinmeden kalan gerçek tarihin kendisi, filozof için bilgi nesnesi olur; tarihin tarih olarak varlığı ele alınır.
Şimdi artık tarihsel olgulardan değil, tarihsel fenomenlerden söz edilecektir. "Fenomen", olmakta olanla sınırlı değildir. Dolayısıyla tarihsel fenomenlerin araştırılması için onların şimdi ve burada olması gerekmez. Böylece karşıda olmayan tarihsel olguya ne karşıdaymış gibi doğa bilimlerinden ödünç alınan bir terimle "olgu" denilecek ne de o karşıda durmadığı için varlığı yadsınarak yalnızca bir kurgu, bir resim olarak görülecek.
Tarihsel varlık alanı, geçmişte, zaman süreci içinde, toplümsal-siyasal birlikler olarak yaşamış olan insanları ve onların ortaya koyduğu maddesel ve tinsel tüm ürünleri kapsar. Bu alanda ortaya çıkan fenomenleri ve bunları belirleyen "zaman-uzam", "oluş", "değişme", "gelişme", "karşılıklı etki" gibi kategorileri araştıran tarih varlıkbilimi, tarihi ve tarih bilimini aydınlatma ve bu aydınlatma yoluyla tarih bilimini temellendirme çabası içinde olur.
Ne var ki, tarihsel varlık alanını varlıkbilimin bir araştırma alanı olarak ilk gören filozof Nicolai Hartmann olmuş olmasına karşın, ne o ne de ondan sonrakiler böyle bir varlık bilimin temellendirmiş değildir. Ama bu durum, bu tarz bir tarih felsefesini beklemeye engel oluşturmaz. Tarihi anlama bakımından Dilthey'le başlıyan yorumbilgisel tutum, Husserl fenomenolojisinin günümüzdeki kavranışı, Hartmann'ın tarih varlıkbilimi düşüncesi, esasen aynı felsefi zeminde bulunur. Belki de bir "yorumbilgisel-fenomenolojik tarih varlıkbilimi", bu ortak felsefi zemin üzerinde yükselebilir. Böyle bir tarih felsefesi, bir yöntembilim olma nedişesiyle, tarih biliminin yöntemsel sorunlarına da el atmaktan kaçınmayacaktır.
Tarihçi, tarihsel olayın nedenini veya nedenlerini araştırır; amacı olayı anlamak ve açıklamaktır. Olayın açıklanması, onun başka olay veya olaylarla ilişkilendirilmesini gerektirir. Ne türden olursa olsun bir tarihsel olayın kendinden sonra gelen bir diğerinin nedeni olduğunu, ikisi arasında bir neden-sonuç bağı bulunduğunu söylemek için, onları tarihsel süreçten yalıtıp kendi başlarına ele almak gerekir. Ayrıca fiziksel bir deney, istenildiğince yinelendiği için, burada sonuçtan nedene varılabiliyor. Bu iki durum da tarih için olanaksızdır. Öyleyse tarihte nedensellik ilkesinin geçerliliğinden söz edilemez. Ne var ki tarihte yasalar olduğunu söylemekle, bir nedenselci ve belirlenimci yaklaşım ortaya koyulmuş olur. Bu yaklaşım, "tarih yasalarından geleceğe ilişkin öndeyilerde bulunma hakkına da sahip olduğuna inanır. Popper'in "tarihselcilik" dediği ve eleştirdiği bu tutumun doğa, tarih ve bilim anlayışındaki sakatlıkları dile getirmek için burada yer yoktur. Ama bu söylenenler, tarihsel olayların herbirinin tek başına durduğu, birbirlerini etkilemediği, dolayısıyla onların yahnzca tek tek betimlenmesiyle yetinilmesi gerekeceği demek değildir.
Sorun bu etkilemenin tarzına ilişkindir. Tarihteki bu etki biçimi, fizikteki neden-etki tarzından farklı olarak ele alınmalıdır. Burada tarihçi, en çoğu sınırlı genellemelerle yetinir. Böyle bir genelleme, bir olayın birçok nedeni arasında bir ortaklık kurulması olarak anlaşılır. Aynca tarihsel olayın nedeninin araştırılmasındaki güçlük, yalnızca onun karşımızda olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın karşımızda olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın kendisinin karmaşık, çok boyutlu olması, birçok etmenin onda rol oynamış olması gibi nedenler de araştırmayı güçleştirir. Bununla fizik olayların basit olduğunu söylüyor değilim. Ama onları bilmek amacıyla basitleştirmek olanaklıdır.
Tarihteki olayları bugün artık değiştiremiyeceğimizi bildiğimiz için, onların öyle olmuş olmasını "kaçınılmaz" diye nitelemeye hakkımız yoktur. Bunun yerine "büyük ölçüde olasıydı" demek doğrudur. Aksi halde, tarihte zorunluluk ilkesinin egemen olduğu söylenmiş olur ve bir tür "kör yazgı" anlayışına varılır. Öte yandan, bir tarihsel olay için "o öyle olmasaydı, ne olurdu" diye sormanın da hiçbir anlamı yoktur. Tarihsel bir olayın başka türlü de olabileceğini söylemek, bizim olasılıkları düşünmeye alışık usumuzun bir yanlış kullanımıdır.
Tarihte "olsaydı" diyerek yapılan kurgular, bazılarının (Örn., M. Weber) sandığı gibi,olanı anlamak için yapılmış olsalar bile, bu amaca da hizmet etmezler. Bir olay yerine varsayımsal bir olayı koyduğumuzda, bu yeni durumda ortaya çıkacak seçeneklerden hangisini yeğliyeceğimiz ve ikinci, üçüncü hamlelerde bu kez düşünmemiz gerekecek daha bir sürü seçenek karşısında nasıl davranacağımız konusunda ne elbette gerçek ne de mantıksal hiçbir dayanağımız bulunmaz.
Tarih satranç oyunu değildir. Aynı şekilde tarihsel olay için "böyle olmalıydı" demenin de bir anlamı yoktur. Tarihi olmuş olanlar oluşturur, "olmayan" veya "olması gerekenler" değil. Tarihsel olaylar arasında bir nedensellik bağı kurarak, "demek ki böyle olursa böyle olur" diye düşünüp, buradan geleceğe ilişkin öndeyilerde bulunmanın da hiçbir temeli yoktur. Bunun yerine tarihten ders çıkarmak, tarihsel olaylar arasındaki ilişki tarzına uygun olandır. Ders çıkarmak, bugünü geçmişin ışığında anlamak demektir. Ve bu anlama, bir önceden görme olarak, olayların akışına müdahale etme olanağını sağlar. Bu "ders", daha çoğu ibret dersidir.
Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur. Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez. Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar: Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel-teknik, ekonomik vb. gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl.Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır; tıpkı Kant'ın tarihi özgürlük ide'sinin gittikçe açıldığı bir süreç olarak görmesinde olduğu gibi. Bu bakımdan tarih biliminin insan doğasının bilimi olduğu, tarihi bilmenin insanı bilmek anlamına geldiği biçimindeki düşünce, haklı bir temele dayanır. însanın kendisini, doğasını tanımasının bir yolu olarak tarih, tarihin ne için olduğu sorusunun da bir yanıtıdır.
Tarihsel fenomenleri belirleyen bir ilke veya kategori olarak gelişme, gerçekte değer ifade eden bir kavramdır. Ama o, olaylar ile değerlerin karşılıklı etkileşmesinden meydana gelir. Tarihçi değeri olgularda bulup, ortaya koyar; olguları değerlerden çıkarmaz. Demek ki gelişme veya ilerleme bir varlık karakterindedir. Etnik olanı doğrudan doğruya içinde bulunduran insan eylemlerinin bir alanı olarak tarihsel varlığın bilgisinin değer ifadesi içereceği kendiliğinden anlaşılırdır.
Edinilmiş deneyimlerin sonraki kuşaklara aktarılması, tarihteki ilerlemenin açık bir kanıtıdır. Bu aktarma iki tarzda olur. Birine yukarıda değinilmişti: Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur. Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez.Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar: Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel teknik, ekonomik vb. gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl. Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır;
Birikimlerin gelenekle kendiliğinden devri. Bu durumda hemen hiçbir ilerleme yoktur. Aynı şeyler, binlerce yıl ancak çok az değişmelere uğrayarak korunagelirler. Böyle durağan gelenekleri olan toplumlar, ne denli uzun bir geçmişe sahip olsalar da, kendi geçmişlerini araştırmadıkları, bilgi konusu yapmadıkları için onların bir tarihleri yoktur. Bu anlamda Hegel, üç bin yıllık Hindistan'ın tarihi olmadığını söylemişti. İnsanın geçmiş bilincine, dolayısıyla tarih düşüncesine sahip olabilmesi için, her şeyden önce, "geçmiş", "şimdi", "gelecek" boyutlarından oluşan bir zaman kavramı olması gerekir. Yalnızca şimdide yaşayanın ne bir belleği olduğu için geçmişi, ne de beklentileri olduğu için gelecek tasarımlan vardır. Deneyimlerin devralınmasının ikinci ve olumlu yolu, onların araştırılarak öğrenilmesi ve şimdinin bakış açısına göre ayıklanarak benimsenmesidir. Böylece geçmişin şimdi içinde sürmesi sağlanmış olur. Geçmiş, şimdi içinde yeni bir tarzda yinelenir. "Tarih devam ediyor" sözünün anlamı budur.
Bu tarz bir yineleme, yinelemeyi gelenekle bir tutan Heidegger'i anımsatabilir. Fakat o, "varoluşun hiçbir tarihe ihtiyacı yoktur" demekle, bizim kendisiyle kuracağımız bağları koparır. Heidegger, gelenek, kendini sonraya bırakma, yineleme ve bunun geleceğe kök salması düşünceleriyle, âdeta ebedileşmiş bir şimdi anlayışına varır. Geçmişin şimdileştirilmesiyle yetinilmeyip,sanki gelecek de şimdileştirilmiştir.
Tarihin devam edeceği inancı, sözü edilen zaman anlayışının gelecek boyutuyla ilgilidir. Bu nedenledir ki insan şimdinin birikimlerine yenilerini katar ve onları sonraki kuşaklara bırakır. İnsan tekinin kendi gelip geçiciliğine karşı yapacak hiçbir şeyi yoktur. Onun ölümün önünden kurtardığı biricik şey, geriye bıraktıkları olacaktır. Bunun için o, kendinden sonrakilerin geleceğine ve bıraktıklarının yerde kalmıyacağına inanmış olmalıdır. Bu tarz bir zaman süreci içinde görülen tarihte ilerlemenin olmadığını söylemek olası değildir. Fakat ilerlemeden tarihte kesintisiz süre giden bir çizgiyi kastetmiyoruz. Zaman zaman görülen duraksamalar, çöküşler, bazı uygarlıkların ortadan kalkması, ilerleme çizgisinin kırılmalara uğradığını gösterir. Ama tarihe uzaktan ve bütün olarak bakıldığında kesintiler görünmez olur, ilerleme genelde sürekliliğini korur.
İlerlemeye ilişkin olarak ortaya çıkan bir soru şudur: İlerleme ve gelişmenin bir ereği var mıdır? Bununla aynı zamanda tarihin bir ereği olup olmadığı sorulur. Tarihin ereği olmalıdır, onun gidişi rastgele bir gidiş değildir. Tarihin ereği olduğuna inanmak, ereğin olayların akışında kendiliğinden bulunduğu anlamına gelmemelidir. Bu ereği tarihe onu yapan insanlar, bu yapıp etmeleriyle koyarlar. Ne tarihin kendi başına bir ereği vardır, ne de o bir kör doğuşudur denebilir. Tarihe insan üstü bir gücün yön verdiği, tarihin akışının bu gücün niyet ve amacının gerçekleşme yolu olduğu biçimindeki düşüncelerle, teolojik ve metafizik tarih anlayışlarında sık sık karşılaşılır. Hegel'in tarih metafiziği buna tipik bir örnektir. Fenomenlerden uzak, tarihsel varlık alanının dışına çıkan bu tarz savlar, feonmenleri araştıran bir anlayışın ilgisi dışında kalır.
Tarihin anlamı olup olmadığı sorusu, erek kavramı çerçevesinde gündeme gelir. Bir bakımdan her ikisi bir tutulur. Tarihin ereği varsa, o anlamlı bir şeydir,dolayısıyla anlamı vardır. Ama nasıl ki, ereği tarihi yapan insanlar ona koyuyorsa,bu, anlam için de geçerlidir. Ancak tarihin anlamı derken bundan daha fazlası kastedilir. Geçmişin bugün için ne anlama geldiğini sorduğumuzda, geçmiş bugüne hizmet etmiş olur. însan olaylara anlam vermekten vazgeçtiğinde, onun valnız geçmişi değil bugünü de anlamsızlaşır. Tarihin anlamı nedir? sorusunun tek bir yanıtı olmadığı, ama herbir yanıtın yaşamın hizmetinde olmada birleşeceği açıktır. Burada, Nietzsche'nin tarihin yaşama düşman ve yaşam için tehlikeli olmaktan çıkarılıp, yaşamın hizmetine sokulması gerektiği biçimindeki düşüncesi anımsanmalıdır. Geçmişiyle ilgisi yalnızca gelenekle devraldıklarıyla sınırlı durağan toplumlarda tarihin olmayışı nasıl bir olumsuzluğu gösteriyordu ise, bunun tam tersine olan tarihe aşırı sahip çıkmayı Nietzsche, yaşama düşman bir durum olarak niteler. Buradan tarih karşısında alınacak eleştirel bir tutumun gerekliliği ortaya çıkar.
O halde şu sorulmalıdır: Tarih nasıl eleştirilecektir? Bunun için hazır reçeteler yoktur. Her tarihçi, kendi eleştiri yöntemlerini kendisi işbaşında ortaya koyar. Biz yalnızca ilkeler üzerinde duruyoruz. Tarihçi tarihini yazarken, elindeki belgeleri ayıklar, değerlendirir, yani eleştirirken, dayanacağı temel ilke, insanlık ide'si olmalıdır. "Doğuruluk", "nesnellik" demiyorum. Çünkü bunların tarih için anlamı o denli tartışmalıdır ki, onları kullanmamak daha iyidir.
Tarih, yalnız bir grup insanın bugününe değil, insanlığın gelecekteki birliğine de hizmet etmek istiyorsa, onun daha şimdiden böyle bir ideali göz önünde bulundurması gerekir. Bütün insanlar için geçerli olan değerler, nerede bulunmuş olurlarsa olsun, herkesçe benimsenebilirler.
Evrensel değerlerin öne çıkarıldığı bir tarih, böyle bir benimsenme şansına sahiptir. Fakat eldeki tarihlerin hiçbirinin bu durumda olduğu söylenemez. Kuşkusuz tarih yalnız kitaplarda kalmıyor, insanın eğitiminde, kimlik kazanımında önemli rol oynuyor. Bu nedenle, eğer insan kendisini insanlık ide'sinin gerçekleşme yolunda görmek istiyorsa, bütün tarihlerin yeniden yazılması gerekir. Ama bu, bugünden yarına olacak bir şey değildir. Bunun bir süreç içinde insanlık adına beklenebilir olduğunu söylemek istiyorum.
Kendi tarihi ile olan hesaplaşma, ülkemizde bazı kimselerin sandığı gibi bir yargılama ve mahkûm eder. Tek bir ceza vardır: yok oluş. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Schiller'in dediği gibi, dünya tarihi dünya mahkemesidir.
Düzeltilmiş, iyileştirilmiş bir tarih görüşü, öğeleri birbiriyle uyumlu olan ve kendisine neyin gerekli olduğu, neyin olmadığı ayrımına varan, istencini buna göre yönlendiren toplum, tarih sahnesinde ayakta kalmayı başarır. Tarihin yaşamsal değeri buradadır:
"Tarih" sözü bilindiği gibi iki anlamlıdır. Biri, "gerçek-" veya "nesnel tarih diye adlandırılan, geçmiş olayların zaman içindeki akışı, insanların geçmişte yaptığı eylemler ve ortaya koyduğu ürünler, diğeri bu gerçekliğin bilinmesi,bilgi düzleminde yeniden oluşturulması demek olan tarih bilimidir. Bu betimleyici tanımda genel bir uzlaşım olmakla birlikte, olayların akışının, başka deyişle tarihsel sürecin nasıl bir yapıda olduğu, tarih bilgisinin gerçekte bu sürecin bilgisi olup olmadığı, bu bilginin nasıl oluşturulduğu, tarihin ne türden bir bilim olduğu gibi tanımımıza ilişkin temel sorular karşısında, tarihçiler ve tarih filozofları ayrı ayrı tutumlar içinde olmuşlardır. Söz konusu çift anlamlılık, tarih felsefesinin tarih bilimini, daha doğrusu tarih bilimlerini ve bunların nesneleri olan gerçek tarihi kendisine konu yaparken de geçerliktedir. Tarih felsefesi, tarih bilimlerinin çalışma yöntemlerini, tarihsel bilginin örgenlenişini, tarihçinin zihin durumunu anlamaya ve aydınlatmaya yönelirken de, tarihin ne ve kim için olduğu, onun bir anlamının, ereğinin olup olmadığı, bugünü, ve geleceği nasıl etkilediği gibi sorulara yanıt ararken de doğrudan doğruya gerçek tarihi göz önünde bulundurur. Aksi halde o, yalnızca bir tarih yöntembilimi olurdu.
Tarihi insanlar yapar; ama tarih de insanları. Bunda bir çelişki yoktur. Deyiminin ilk bölümünde gerçek tarih, ikincisinde daha çoğu tarih bilgisi ve bilinci kastedilmiştir. Tarihin insanı biçimlemesi için, insanın tarih bilgisi ve bilincine sahip olması gerekir. Durağan gelenekle kendiliğinden devralınan bazı yaşam biçimleri dışında, insanın bilmediği geçmişinin üzerinde etkisi olmaz. Öte yandan insan, tarihi gerçekleştiren olarak tarihin taşıyıcısıdır. Ama bu taşıyıcı, tek tek insanlar değil, fakat bir toplumsal-siyasal birlik oluşturmuş olan insanlardır.
Tarihte öne çıkmış kişilerin rolünü belirtmek için "Tarihi kahramanlar yapar." gibi abartılı bir deyime gerek yoktur. Bu arada "tarih yapmak" ile "tarih yazmak;" deyimlerinin kimi zaman birbirine karıştırıldığı ve bunun nedeninin de tarihin çift anlamlılığının görmezden gelindiği olduğunu belirtmek isterim. Toplumsal-siyasal birlikler tarihi yaparlar. Tarihçiler, tarihi yazanlar da tarihi yaparlar; ama gerçek tarihi değil, onun bilgisini. Tarihçi tarihi yapar dendiğinde, kastedilen tarih bilimidir. Fakat biz, gerçek tarihi yalnızca tarih bilimi yoluyla bildiğimize göre, ikisini birbirinden nasıl ayıracağız? Bilim olarak tarih, gerçek tarihle tam bir uyum içinde olmadığı için hiçbir zaman gerçek tarihi tam olarak bilemeyiz; ama onun varlığından da asla kuşku duyamayız. Tarih biliminin gerçek tarihi nasıl yanşattığı, gerçek tarihin varlığına yönelik bir soru değil, fakat bu bilimin yapısına ilişkin bir sorundur.
Her tarihçinin kendi içinde bulunduğu toplumsal-siyasal birliğin ya da yakın çevresindeki diğer birliklerin tarihini araştırması doğaldır. Ve o bu araştırmayı yaparken, kendi bilinç yapısı, toplumsal-kültürel etmenler gibi nedenlerin burada rol oynayacağı açıktır. O, geçmişe şimdinin açısından, başka ülkelere ve uygarlıklara kendininki açısından bakar. Bu durum filozof için de geçerlidir. Ancak böyle bir tarih ve tarih felsefesi evrensel olma savından kendini uzak tutmalıdır. Bir dünya tarihi, tarih sahnesinde öne çıkmış da olsa birkaç ulusun tarihinden ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusun tarihinden ibaret olamaz. Bir tarihin bir veya birkaç ulusu birleştirmesi, aynı zamanda onları, onların dışında kalan uluslardan ayırması demektir. Bir ulusun kendisinin dahil olmadığı bir tarihe sonradan girmesi olanaksızdır. Geçmişte var olmayan ortaklıkların bugünden geçmişe doğru kurulmak istenmesi boş bir çabadır.
Evrensel tarih düşüncesi, geçmişten çok geleceğe ilişkin bir kavramdır. Geçmişe ilişkin belgelerin bugün çok azının elimizde bulunuşu, bunların birçoğunun birbiriyle çelişik oluşu, geçmişte yaşamış halkların pek çoğununu aralarında iletişim kuramamış olmaları, insanlık tarihinin birliğinin sağlananamasının başlıca nedenleridir. Bir evrensel tarihten söz edilebilmesi için, herşeyden önce tüm ulusların tarihinin birliğinden söz edilebilmelidir. Bu duruma ancak günümüzde ulaşılmıştır. Günümüzde, daha önce hiçbir zaman bulunmamış olan teknik olanaklar, dünyayı küreselleştirmiştir. Demek ki evrensel tarih, bugünden geleceğe doğru oluşturulabilecek bir ülkü olarak anlaşılmalıdır. Ve böyle bir ülküde, belli bir ulus değil, fakat insanlık düşüncesi, yönlendirici ilke olmalıdır. Kant da evrensel tarihi gerçekleştirilebilir bir ülkü olarak görüyordu.
Bu gerçekleşme, ona göre, insan ussallığının ve özgürlüğünün ortaya çıkması, gelişip serpilmesi demekti. Özgürlüğe ve kendini bilmeye ulaşma, Hegel için de dünya tarihinin ereğiydi. Ama Kant'ın gelecek için önerdiği bu gelişme süreci, Hegel için tarihin baştan beri aldığı yoldu. Hegel dünya tarihini kendi çağında bitirirken, Kant evrensel tarihi kendi çağında başlatmıştı.
Tarihin kendi başına bir töz diye görüldüğü, bu tözün bilinçle ve belli bir planla tarih sahnesinde eylediği, ereğini gerçekleştirmek için tek tek insanları ve insan topluluklarını araç olarak kullandığı biçimindeki düşünceler, tarih metafiziklerinin vazgeçmediği spekülasyonlardır. Tarih felsefesini bu tarz spekülasyonlardan uzak tutmanın yolu, tarihsel varlık alanının fenomenlere uygun biçimde görmekten geçer. Fenomenle fenomen olmayanın ayrımı, var olanla var olmadığı halde varmış gibi gösterilmek istenenin ayrımıdır.
Bir tarihsel olgu, tarihçinin karşısında duran bir nesne değildir. Onun önünde, geçmiş olaylara ilişkin yazdı ve yazdı olmayan belgeler vardır. Bunlar da çeşitli rastlantılar sonucu elde kalmıştır. Tarihçi bu belgeleri inceler, değerlendirir, onlardan bazılarını eler, elde tuttuklarının gönderimde bulunduğu tarihsel olayı kendi zihninde yeniden kurar, onun bir resmini yapar. "Tarihsel süreç" de bu resimlerin yine tarihçinin zihninde ard arda getirilmesi demek olan bir zihinsel süreç haline gelir. Tarihsel bilginin bu tarz oluşumu, tarihin ne tür bir bilim olduğu sorusuna da bir yanıt oluşturur. Buna göre tarih, nesnesi karşısında olan doğabil iminden ayrı tür bir bilimdir, bir yorumdur, bir inşadır.
Tarihin tarihçinin eseri olduğunu öne süren bu tarih anlayışı, daha ileriye götürülerek, bazı tarihçilerde (Örn., R.G. Collingwood) nesnel tarihi tümüyle gözardı etmeye dek varır. Öte yandan Dilthey ve Windelband'in ayrı ayrı giriştikleri tarih-doğabilim ayrımı temellendirmeleri, birbirinden ayrı sonuçlara varmış olsalar da bilimler sınıflamasını yönteme dayandırmada birleşirler. Ancak bir yöntemin ayrı türden varlık alanlarında kullanılabilmesi gerçeği, yöntemsel ayrımın bilim sınıflaması için bir ölçüt olarak görülmesini olanaksız kılar.
Tarihi doğabilimle karşılaştırarak, onu temellendirme denemelerinden biri de pozitivizmdedir. Ama burada bu iki bilimin ayrılığı değil, tersine birliği öne sürülür. Tarihsel süreç, pozitivistlere göre doğal süreçle aynı türdendir. Dolayısıyla her ikisinin bilgisi arasında da bir ayrım bulunmayacaktır. Pozitivizme karşıt bir kutupta olmakla birlikte Marx için de tarih, doğabilimden özce ayrı değildi. O, tarihsel olayların doğal nedenleri olduğu ilkesini benimsemekle tarihi doğabilirnin egemenliğine bağlı kılıyordu.
Tarihsel varlıkla fizik varlığı özdeşleştiren veya gerçek tarihi yok sayan ya da tarih ile doğabilimi yapay bir biçimde ayırmayı deneyen bu ve benzeri görüşlerden kendini uzak tutan bir tarih felsefesi, hangi zeminde bulunur? Tarihin nesnesinin tarihçinin karşısında bulunmaması, onun var olmuş olduğu ve bu nesne alanının bir tür varlık tarzına sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz ve bu varlık alanının nasıl bir yapıda olduğunun araştırılmasına engel oluşturmaz.
Gerçekte tarihçinin tarihsel varlığı gözardı etmesi, onun adına bir eksiklik sayılmayabilir. Çünkü bu, onun işi değildir. Eksiklik, onun bu alanı yadsıması halinde söz konusu olur. Bu alanın bir araştırması ise artık tarih bilimi değil, fakat bir felsefe, bir varlık bilim adını alır.
Bir varlık alanından söz etmek için, o alana ilişkin veya o alanı oluşturan nesnelerin bir bilen öznenin karşısında hazır bulunması gerekmez. Aksi halde yalnız fiziksel varlık alanı ile yetinilecek, tüm varlık fiziksel varlığa indirgenecekti. Böyle bir anlayış, tek yanlı bir materyalizm veya natüralizm olurdu. Oysa herhangi bir izmin indirgemeciliğinden ve tek yanlılığından uzak, "varolanı varolan olarak" araştırmak, her varlık alanını kendine özgü yapısını ve bütünlüğünü gözönünde bulundurarak ele almak, varlık bilimin ödevidir. Bu alan, tarih varlık bilimi için
tarihsel varlık alanıdır. Böylece, tarihçi için bilinmeden kalan gerçek tarihin kendisi, filozof için bilgi nesnesi olur; tarihin tarih olarak varlığı ele alınır.
Şimdi artık tarihsel olgulardan değil, tarihsel fenomenlerden söz edilecektir. "Fenomen", olmakta olanla sınırlı değildir. Dolayısıyla tarihsel fenomenlerin araştırılması için onların şimdi ve burada olması gerekmez. Böylece karşıda olmayan tarihsel olguya ne karşıdaymış gibi doğa bilimlerinden ödünç alınan bir terimle "olgu" denilecek ne de o karşıda durmadığı için varlığı yadsınarak yalnızca bir kurgu, bir resim olarak görülecek.
Tarihsel varlık alanı, geçmişte, zaman süreci içinde, toplümsal-siyasal birlikler olarak yaşamış olan insanları ve onların ortaya koyduğu maddesel ve tinsel tüm ürünleri kapsar. Bu alanda ortaya çıkan fenomenleri ve bunları belirleyen "zaman-uzam", "oluş", "değişme", "gelişme", "karşılıklı etki" gibi kategorileri araştıran tarih varlıkbilimi, tarihi ve tarih bilimini aydınlatma ve bu aydınlatma yoluyla tarih bilimini temellendirme çabası içinde olur.
Ne var ki, tarihsel varlık alanını varlıkbilimin bir araştırma alanı olarak ilk gören filozof Nicolai Hartmann olmuş olmasına karşın, ne o ne de ondan sonrakiler böyle bir varlık bilimin temellendirmiş değildir. Ama bu durum, bu tarz bir tarih felsefesini beklemeye engel oluşturmaz. Tarihi anlama bakımından Dilthey'le başlıyan yorumbilgisel tutum, Husserl fenomenolojisinin günümüzdeki kavranışı, Hartmann'ın tarih varlıkbilimi düşüncesi, esasen aynı felsefi zeminde bulunur. Belki de bir "yorumbilgisel-fenomenolojik tarih varlıkbilimi", bu ortak felsefi zemin üzerinde yükselebilir. Böyle bir tarih felsefesi, bir yöntembilim olma nedişesiyle, tarih biliminin yöntemsel sorunlarına da el atmaktan kaçınmayacaktır.
Tarihçi, tarihsel olayın nedenini veya nedenlerini araştırır; amacı olayı anlamak ve açıklamaktır. Olayın açıklanması, onun başka olay veya olaylarla ilişkilendirilmesini gerektirir. Ne türden olursa olsun bir tarihsel olayın kendinden sonra gelen bir diğerinin nedeni olduğunu, ikisi arasında bir neden-sonuç bağı bulunduğunu söylemek için, onları tarihsel süreçten yalıtıp kendi başlarına ele almak gerekir. Ayrıca fiziksel bir deney, istenildiğince yinelendiği için, burada sonuçtan nedene varılabiliyor. Bu iki durum da tarih için olanaksızdır. Öyleyse tarihte nedensellik ilkesinin geçerliliğinden söz edilemez. Ne var ki tarihte yasalar olduğunu söylemekle, bir nedenselci ve belirlenimci yaklaşım ortaya koyulmuş olur. Bu yaklaşım, "tarih yasalarından geleceğe ilişkin öndeyilerde bulunma hakkına da sahip olduğuna inanır. Popper'in "tarihselcilik" dediği ve eleştirdiği bu tutumun doğa, tarih ve bilim anlayışındaki sakatlıkları dile getirmek için burada yer yoktur. Ama bu söylenenler, tarihsel olayların herbirinin tek başına durduğu, birbirlerini etkilemediği, dolayısıyla onların yahnzca tek tek betimlenmesiyle yetinilmesi gerekeceği demek değildir.
Sorun bu etkilemenin tarzına ilişkindir. Tarihteki bu etki biçimi, fizikteki neden-etki tarzından farklı olarak ele alınmalıdır. Burada tarihçi, en çoğu sınırlı genellemelerle yetinir. Böyle bir genelleme, bir olayın birçok nedeni arasında bir ortaklık kurulması olarak anlaşılır. Aynca tarihsel olayın nedeninin araştırılmasındaki güçlük, yalnızca onun karşımızda olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın karşımızda olmadığı ve yinelenemediğinden ibaret de değildir. Olayın kendisinin karmaşık, çok boyutlu olması, birçok etmenin onda rol oynamış olması gibi nedenler de araştırmayı güçleştirir. Bununla fizik olayların basit olduğunu söylüyor değilim. Ama onları bilmek amacıyla basitleştirmek olanaklıdır.
Tarihteki olayları bugün artık değiştiremiyeceğimizi bildiğimiz için, onların öyle olmuş olmasını "kaçınılmaz" diye nitelemeye hakkımız yoktur. Bunun yerine "büyük ölçüde olasıydı" demek doğrudur. Aksi halde, tarihte zorunluluk ilkesinin egemen olduğu söylenmiş olur ve bir tür "kör yazgı" anlayışına varılır. Öte yandan, bir tarihsel olay için "o öyle olmasaydı, ne olurdu" diye sormanın da hiçbir anlamı yoktur. Tarihsel bir olayın başka türlü de olabileceğini söylemek, bizim olasılıkları düşünmeye alışık usumuzun bir yanlış kullanımıdır.
Tarihte "olsaydı" diyerek yapılan kurgular, bazılarının (Örn., M. Weber) sandığı gibi,olanı anlamak için yapılmış olsalar bile, bu amaca da hizmet etmezler. Bir olay yerine varsayımsal bir olayı koyduğumuzda, bu yeni durumda ortaya çıkacak seçeneklerden hangisini yeğliyeceğimiz ve ikinci, üçüncü hamlelerde bu kez düşünmemiz gerekecek daha bir sürü seçenek karşısında nasıl davranacağımız konusunda ne elbette gerçek ne de mantıksal hiçbir dayanağımız bulunmaz.
Tarih satranç oyunu değildir. Aynı şekilde tarihsel olay için "böyle olmalıydı" demenin de bir anlamı yoktur. Tarihi olmuş olanlar oluşturur, "olmayan" veya "olması gerekenler" değil. Tarihsel olaylar arasında bir nedensellik bağı kurarak, "demek ki böyle olursa böyle olur" diye düşünüp, buradan geleceğe ilişkin öndeyilerde bulunmanın da hiçbir temeli yoktur. Bunun yerine tarihten ders çıkarmak, tarihsel olaylar arasındaki ilişki tarzına uygun olandır. Ders çıkarmak, bugünü geçmişin ışığında anlamak demektir. Ve bu anlama, bir önceden görme olarak, olayların akışına müdahale etme olanağını sağlar. Bu "ders", daha çoğu ibret dersidir.
Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur. Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez. Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar: Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel-teknik, ekonomik vb. gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl.Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır; tıpkı Kant'ın tarihi özgürlük ide'sinin gittikçe açıldığı bir süreç olarak görmesinde olduğu gibi. Bu bakımdan tarih biliminin insan doğasının bilimi olduğu, tarihi bilmenin insanı bilmek anlamına geldiği biçimindeki düşünce, haklı bir temele dayanır. însanın kendisini, doğasını tanımasının bir yolu olarak tarih, tarihin ne için olduğu sorusunun da bir yanıtıdır.
Tarihsel fenomenleri belirleyen bir ilke veya kategori olarak gelişme, gerçekte değer ifade eden bir kavramdır. Ama o, olaylar ile değerlerin karşılıklı etkileşmesinden meydana gelir. Tarihçi değeri olgularda bulup, ortaya koyar; olguları değerlerden çıkarmaz. Demek ki gelişme veya ilerleme bir varlık karakterindedir. Etnik olanı doğrudan doğruya içinde bulunduran insan eylemlerinin bir alanı olarak tarihsel varlığın bilgisinin değer ifadesi içereceği kendiliğinden anlaşılırdır.
Edinilmiş deneyimlerin sonraki kuşaklara aktarılması, tarihteki ilerlemenin açık bir kanıtıdır. Bu aktarma iki tarzda olur. Birine yukarıda değinilmişti: Tarihsel olayların bugün için örnek oluşturmasını istemenin pek bir yaran yoktur. Sanırım bu durum, gelişme ile ilgilidir. Geçmişin örnek alınması, bugünün koşullarının geçmişinkilerle benzer olduğu, arada kayda değer bir gelişmeden söz edilemiyeceği anlamına gelir. Oysa ibret dersi için aynı şey söylenemez.Çünkü ne denli gelişmişlik düzeyinde olsa da insan için hata olasılığı her zaman vardır.
Tarihçi ve filozofu ilgilendiren bir temel soru da burada ortaya çıkar: Tarihte, tarihin akışında bir gelişme, ilerleme var mıdır? Bu soruya olumsuz yanıt verenler, daha doğrusu olumlu yanıt verenleri eleştirenler, genellikle konuya etnik ve estetik açıdan yaklaşırlar. Hiçkimse bilimsel teknik, ekonomik vb. gelişmeleri görmezden gelmiyor. Doğrusu sanat bakımından bir gelişmeden söz etmek zordur. Çünkü örneğin Fidias'ın heykelleriyle Rodin'inkileri karşılaştırıp, sonuncuların daha gelişmiş, daha güzel olduğu veya Rodin'in Fidias'tan daha büyük sanatçı olduğu söylenemez. Ancak bu durum, ahlâk alanında bu denli kesin yargıda bulunacak biçimde açık değildir. Örneğin Cl. Levi-Strauss, "yabanıl insan" ile "uygar insanı" karşılaştırırken, sonuncunun birinciye göre daha ahlâklı olduğunun söylenemiyeceğini belirterek, bir ahlâkça gelişmeden hangi ölçüye göre söz edileceğini eleştirici bir tarzda sorar. Bunu anlamak olanaklıdır. Yine de bu haklı itiraz bile tek tek insanlar göz önünde tutularak yapılmıştır. Fakat tarihsel süreçteki ilerleme, insan soyunun ilerlemesi olarak anlaşılmalıdır. Ancak tarihsel süreçteki gelişimin, kendiliğinden ya da kaçınılmaz olarak oluştuğunu söylemek, tarihin insandan bağımsız bir töz olduğu anlamına gelir. Oysa tarihsel süreci gerçekleştiren insan toplumları olduğuna göre, burada gelişen insan yetenekleri, gelişme de insanın kendini açmasıdır;
Birikimlerin gelenekle kendiliğinden devri. Bu durumda hemen hiçbir ilerleme yoktur. Aynı şeyler, binlerce yıl ancak çok az değişmelere uğrayarak korunagelirler. Böyle durağan gelenekleri olan toplumlar, ne denli uzun bir geçmişe sahip olsalar da, kendi geçmişlerini araştırmadıkları, bilgi konusu yapmadıkları için onların bir tarihleri yoktur. Bu anlamda Hegel, üç bin yıllık Hindistan'ın tarihi olmadığını söylemişti. İnsanın geçmiş bilincine, dolayısıyla tarih düşüncesine sahip olabilmesi için, her şeyden önce, "geçmiş", "şimdi", "gelecek" boyutlarından oluşan bir zaman kavramı olması gerekir. Yalnızca şimdide yaşayanın ne bir belleği olduğu için geçmişi, ne de beklentileri olduğu için gelecek tasarımlan vardır. Deneyimlerin devralınmasının ikinci ve olumlu yolu, onların araştırılarak öğrenilmesi ve şimdinin bakış açısına göre ayıklanarak benimsenmesidir. Böylece geçmişin şimdi içinde sürmesi sağlanmış olur. Geçmiş, şimdi içinde yeni bir tarzda yinelenir. "Tarih devam ediyor" sözünün anlamı budur.
Bu tarz bir yineleme, yinelemeyi gelenekle bir tutan Heidegger'i anımsatabilir. Fakat o, "varoluşun hiçbir tarihe ihtiyacı yoktur" demekle, bizim kendisiyle kuracağımız bağları koparır. Heidegger, gelenek, kendini sonraya bırakma, yineleme ve bunun geleceğe kök salması düşünceleriyle, âdeta ebedileşmiş bir şimdi anlayışına varır. Geçmişin şimdileştirilmesiyle yetinilmeyip,sanki gelecek de şimdileştirilmiştir.
Tarihin devam edeceği inancı, sözü edilen zaman anlayışının gelecek boyutuyla ilgilidir. Bu nedenledir ki insan şimdinin birikimlerine yenilerini katar ve onları sonraki kuşaklara bırakır. İnsan tekinin kendi gelip geçiciliğine karşı yapacak hiçbir şeyi yoktur. Onun ölümün önünden kurtardığı biricik şey, geriye bıraktıkları olacaktır. Bunun için o, kendinden sonrakilerin geleceğine ve bıraktıklarının yerde kalmıyacağına inanmış olmalıdır. Bu tarz bir zaman süreci içinde görülen tarihte ilerlemenin olmadığını söylemek olası değildir. Fakat ilerlemeden tarihte kesintisiz süre giden bir çizgiyi kastetmiyoruz. Zaman zaman görülen duraksamalar, çöküşler, bazı uygarlıkların ortadan kalkması, ilerleme çizgisinin kırılmalara uğradığını gösterir. Ama tarihe uzaktan ve bütün olarak bakıldığında kesintiler görünmez olur, ilerleme genelde sürekliliğini korur.
İlerlemeye ilişkin olarak ortaya çıkan bir soru şudur: İlerleme ve gelişmenin bir ereği var mıdır? Bununla aynı zamanda tarihin bir ereği olup olmadığı sorulur. Tarihin ereği olmalıdır, onun gidişi rastgele bir gidiş değildir. Tarihin ereği olduğuna inanmak, ereğin olayların akışında kendiliğinden bulunduğu anlamına gelmemelidir. Bu ereği tarihe onu yapan insanlar, bu yapıp etmeleriyle koyarlar. Ne tarihin kendi başına bir ereği vardır, ne de o bir kör doğuşudur denebilir. Tarihe insan üstü bir gücün yön verdiği, tarihin akışının bu gücün niyet ve amacının gerçekleşme yolu olduğu biçimindeki düşüncelerle, teolojik ve metafizik tarih anlayışlarında sık sık karşılaşılır. Hegel'in tarih metafiziği buna tipik bir örnektir. Fenomenlerden uzak, tarihsel varlık alanının dışına çıkan bu tarz savlar, feonmenleri araştıran bir anlayışın ilgisi dışında kalır.
Tarihin anlamı olup olmadığı sorusu, erek kavramı çerçevesinde gündeme gelir. Bir bakımdan her ikisi bir tutulur. Tarihin ereği varsa, o anlamlı bir şeydir,dolayısıyla anlamı vardır. Ama nasıl ki, ereği tarihi yapan insanlar ona koyuyorsa,bu, anlam için de geçerlidir. Ancak tarihin anlamı derken bundan daha fazlası kastedilir. Geçmişin bugün için ne anlama geldiğini sorduğumuzda, geçmiş bugüne hizmet etmiş olur. însan olaylara anlam vermekten vazgeçtiğinde, onun valnız geçmişi değil bugünü de anlamsızlaşır. Tarihin anlamı nedir? sorusunun tek bir yanıtı olmadığı, ama herbir yanıtın yaşamın hizmetinde olmada birleşeceği açıktır. Burada, Nietzsche'nin tarihin yaşama düşman ve yaşam için tehlikeli olmaktan çıkarılıp, yaşamın hizmetine sokulması gerektiği biçimindeki düşüncesi anımsanmalıdır. Geçmişiyle ilgisi yalnızca gelenekle devraldıklarıyla sınırlı durağan toplumlarda tarihin olmayışı nasıl bir olumsuzluğu gösteriyordu ise, bunun tam tersine olan tarihe aşırı sahip çıkmayı Nietzsche, yaşama düşman bir durum olarak niteler. Buradan tarih karşısında alınacak eleştirel bir tutumun gerekliliği ortaya çıkar.
O halde şu sorulmalıdır: Tarih nasıl eleştirilecektir? Bunun için hazır reçeteler yoktur. Her tarihçi, kendi eleştiri yöntemlerini kendisi işbaşında ortaya koyar. Biz yalnızca ilkeler üzerinde duruyoruz. Tarihçi tarihini yazarken, elindeki belgeleri ayıklar, değerlendirir, yani eleştirirken, dayanacağı temel ilke, insanlık ide'si olmalıdır. "Doğuruluk", "nesnellik" demiyorum. Çünkü bunların tarih için anlamı o denli tartışmalıdır ki, onları kullanmamak daha iyidir.
Tarih, yalnız bir grup insanın bugününe değil, insanlığın gelecekteki birliğine de hizmet etmek istiyorsa, onun daha şimdiden böyle bir ideali göz önünde bulundurması gerekir. Bütün insanlar için geçerli olan değerler, nerede bulunmuş olurlarsa olsun, herkesçe benimsenebilirler.
Evrensel değerlerin öne çıkarıldığı bir tarih, böyle bir benimsenme şansına sahiptir. Fakat eldeki tarihlerin hiçbirinin bu durumda olduğu söylenemez. Kuşkusuz tarih yalnız kitaplarda kalmıyor, insanın eğitiminde, kimlik kazanımında önemli rol oynuyor. Bu nedenle, eğer insan kendisini insanlık ide'sinin gerçekleşme yolunda görmek istiyorsa, bütün tarihlerin yeniden yazılması gerekir. Ama bu, bugünden yarına olacak bir şey değildir. Bunun bir süreç içinde insanlık adına beklenebilir olduğunu söylemek istiyorum.
Kendi tarihi ile olan hesaplaşma, ülkemizde bazı kimselerin sandığı gibi bir yargılama ve mahkûm eder. Tek bir ceza vardır: yok oluş. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Schiller'in dediği gibi, dünya tarihi dünya mahkemesidir.
Düzeltilmiş, iyileştirilmiş bir tarih görüşü, öğeleri birbiriyle uyumlu olan ve kendisine neyin gerekli olduğu, neyin olmadığı ayrımına varan, istencini buna göre yönlendiren toplum, tarih sahnesinde ayakta kalmayı başarır. Tarihin yaşamsal değeri buradadır:
4 Yorumlar
mahir kanık.
hocam çok teşekkür ederiz değerli makaleniz için. çok şeyi sorgulamamıza imkan sağladınız.bu makeleyi okuduktan sonra daha dünkü bir sohbette ki tarihle ilgili görüşlerimizi yargılama imkanı bulduk.
kesinle 'tarih' kavramı bütünüyle ele alınmış bir makale.. saygılar
peki hocam bir tarih olmadn geleck tarih yazamaz miyiz? yani önce bir olay ya da olgu durumu olmadn geleceği tahmin edemz miyiz ya da belirleyemez miyiz???
Toplum tasavvurunu kurgulayacak bir sistem kuracaksanız tarihi manupule etmek zorundasınız..