KANT'IN KURAMSAL METAFİZİK ELEŞTİRİSİ HAKKINDAKİ BAZI DÜŞÜNCELERİ - 1

Zehra Gül Erdoğan AŞKIN

Giriş

Metafiziğin bir konu alanı olmaktan çıkıp bilgi kuramsal bir sorun haline gelmesi ve bu sorunun belirleniminde felsefenin temellendirilmesi ilkin Kant'da (1632 -1704) görülür. Gerçi Kant' dan çok önce Locke (1724 - 1804) ve Hume (1771- 1776) "İnsanın Anlama Yetisi Ve Yapısı" üzerinde durmuşlardı. Fakat ne Locke ne de Hume insanın anlama yetisi olan "usu" ile "metafizik arasındaki içten ilişkiyi görememiş ve insan yaşamındaki metafizik yönü (Das meta - physisches Grund) dışlamışlardı. Oysa insan aklına kendi varlığında neyin verilmiş olduğunu soran Kant, yeni bir metafizik anlayışın temellerini atmış ve bu metafiziğin felsefi kavramlarını kendi sistemi içerisinde oluşturarak, metafiziğe felsefi ifade olanağı sağlamıştı. Hiç şüphesiz Kant'ın metafiziğe yönelik (gelenekle gelen metafizik) eleştirileri, zamanındaki popülerliğinin doruk noktasında olan bu bilgi alanına ilişkin tutumlardan büyük etkiler taşır. "Metafiziği yüceltenler" ve "metafizikten kuşku duyanlar" olarak tanımlanabilecek bu iki tutumdan birincisi: Descartes(1596- 1650), Spinoza (1632-1677), Leibniz (1646-1716) ve Wolff (1659-1754) ile gelen rasyonalist gelenek, ikincisi ise O.William (1300-1349), Berkley (1685-1753), Locke ve Hume ile gelen amprist gelenektir. Kant'ın hem bilgi teorisinde hem de metafizik eleştirisinde iki eğilimin izleri görülür (Aslında Kant'ta bu iki alan birbirine indirgenebilir. Çünkü, metafiziğin eleştirisi, insanın bilme yetisinin sınırlarının araştırılması, yani anlık (Verstand) ile akü (Vernuft) arasındaki ilişkinin sınırlarının belirlenmesi sorunudur) Bu bildik saptama, felsefe tarihi kitaplarında sıkça Kant'ın özgün yanı olarak geçer. Onun özgünlüğü, "Rasyonalizm" ile "ampirizm" arasındaki köprüyü kurmuş olmasında temellenir.

Kant'ın karşı çıktığı ve eleştirerek üzerinde kendi "kritik felsefesi"ni yükselteceği metafizik, "Geleneksel Metafızik"dir. Geleneksel felsefenin argümanlarının arka desenini oluşturan ana motif, her türlü deneyi dışta bırakarak, salt akıl kavramlarıyla, kesin bilgilere ulaşılabilineceği düşüncesidir. Gelenekle gelen metafizik, hem felsefe etkinliği ile metafiziği özdeşleştirmiş hem de buna paralel olarak daha sonra Hegel tarafından "özne- nesne" özdeşliği olarak felsefeye taşınacak olan "varolan" ile "varlık" düzlemlerini birleştirerek, metafizik ile felsefeyi aynı gerçekliğin iki farklı görünümü haline getirmiştir. Bunu yapmakla da insan aklının geride hiçbir bilgi artığı bırakmadan, her türlü problemi ve büyük varlık sorunlarını çözmeye yeterli olduğunu söylemiştir. Oysa felsefenin görevinin ne yaşamla ne de dünya ile ilgisi olmayan ve ezberlenen içi boş kavram kurguluları geliştirmek olmadığını düşünen Kant, salt akılla yanlış kurulan bu metafiziğe karşı tutumunu, ünlü "Felsefe öğretilmez yapılır" sözüyle özetlemişti. Dolayısıyla Kant, özelikle bu metafiziğin Tanrı, evren ve insan hakkında matematik bilimindeki gibi kesin savlara benzer sav, teori ve kanıtlamalar ileri sürmesini eleştirmiştir. Bu bağlamda Kant'ın eleştirisinin iki dayanak noktası vardır. İlkin, salt akıl kavramlarından hareketle yapılan kanıtlamalar hiç bir deneysel öğe içermediklerinden dolayı sözde kanıtlamalardır. İkinci olarak ise doğa bilimlerindeki kesinliğin felsefedekinden çok farklı olduğu; dolayısıyla eğer metafizikte de bir takım tanımlar başta gelecekse, onların önce tanımlanmaları gerekliliğiydi. Kant için gelenekle gelen metafiziğin savları içi boş temelsiz bir felsefe ve yanlış bilgelikti. Geleneksel Metafizik, çağının felsefi tinine uygun olarak gerçek bilginin ne olduğu sorunsalında odaklanmış ve felsefelerini üstünde yükseltebilecekleri güvenilir ve sarsılmaz bilgiyi aramıştır. Dolayısıyla bu felsefe duyularımızın bizi aldattığı görüşünden hareketle Descartes' da olduğu gibi bir "düşünüyorum" metafiziğine tutunmuş ve hiç bir deney öğesi içermeyen salt akıl' dan türetilmiş kavramlar ile gerçek bilgiye ulaşa bileceklerini düşünmüşlerdir. Kant'ın Geleneksel Metafiziğe yönelik eleştirilerinin merkezini de bu salt akıldan türetilen "analitik" yargılar oluşturmuştur. Bu nedenle Kant, gelenekle gelen metafiziğin analitik yargıları üzerinde durarak ve bu bilginin doğru olma iddialarını eleştirerek, aklın yeteneği olan metafiziğin sınırlarını göstermek istemiştir. Çünkü, Kant' a göre, ancak aklımızın kullanılışının sınırlarını biçimsel olarak ve ilkelere dayanarak belirlemekle, gelenekle gelen metafizikten kaçımla bilinirdi. Dolayısıyla Kant'ın metafizik hakkındaki görüş ve kuramsal metafizik eleştirilerine geçmeden önce onun metafizik hakkındaki düşüncelerinin arka desenini oluşturan iki felsefe geleneğine, Kant'ın metafiziğe yönelik yapmış olduğu eleştiri ve saptamaları daha iyi açımlayıp ışık tutmak için, değinmek gerekir.

I. KANT'IN LEİBNİZ- WOLFF VE HUME'UN FELSEFELERİNE YÖNELİK ELEŞTİRİSİ

Alman aydınlanmasının başlıca temsilcilerinden biri olan Wolff un felsefesinin temeli, Leibniz'e dayanmakla birlikte, Descartes ile başlayıp Spinoza ve Leibniz'e kadar uzanan "Yeniçağ Rasyonalizminin" izlerini de taşır. Hatırlanacağı gibi felsefe tarihinde Leibniz'e kadar gelen "doğru bilgiye nasıl ve hangi yöntemle ulaşılabileceği" sorusuna yönelik iki yanıt vardı. Bunlardan birincisi rasyonalist bilgi geleneğinin klasik iki fılo-zofu olan Descartes ve Spinoza'mn yanıtıydı. Bu filozoflar, duyu bilgilerinin önemini bilgi edinme sürecinde reddetmeseler de, onlara göre doğuştan gelen bilgiler (angeborenen ideen) değerce daha üstündü. Nitekim yeniçağ felsefesinde insanda doğuştan ideler olduğunu ilk öne süren düşünür olan Descartes, Tann' mn varoluşunu ruhumuzda "sonsuz ve en yetkin varlık düşüncesinin" tasarımıyla kanıtlamıştı. Tanrı tasarımı gibi, deneyden elde edilmemiş olan ruhumuz, ayrıca matematiğin kavramları ve formel mantığın ilkelerinin de doğuştan ideler arasında yer alıyordu. "Metafizik, salt aklın bir bilimi olarak, ens realissimutmn, hiç koşula bağlı olmayan, mutlak olan 'bir' in, varlığını ve yapısını gösterip kanıtlamak istiyor. Aristoteles'ten başlayarak, kilise babalarından, skolastiklerden Descartes'a, Spinoza, Malebrache (1638-1715), Leibniz ve Wolff'a kadar yapılan bütün Tanrı kanıtlamaları, kendilerini sağlam ve güvenli buluyorlardı" .

İkinci yanıt Hobbes'dan (1588-1679) sonra İngiliz deneyciliğinin en büyük düşünürü olan J. Locke'dan geliyordu. "Doğuştan ideler yoktur" ve "Duyulardan geçmemiş hiçbir bilgi anlıkta bulunmaz" Locke'un felsefesinin ana hatlarının özetini veren bu iki önermeden ikincisi, Leibniz tarafından "anlığın kendisinden başka" önermesiyle tamamlandı. Eğer duyu izlenimleri bize bilgi verecekse, bunun için önce anlığın varlığı gerekliydi. Çünkü, anlıkta bir takım düşünce ve ideler deneyden önce bulunmaktaydı.

Kant tarafından felsefesi "dogmatik metafizik" olarak tanımlanan Wolff, kendi düşüncesini Lebniz'in felsefesi doğrultusunda geliştirdi. Sonraları Lebniz-Wolf felsefesi olarak anılacak olan bu felsefeye göre de, bazı kavram ve düşünceler, ilkeler ve doğrular baştan beri (deneyden önce) anlıkta bulunmaktaydılar. Dolayısıyla akla, bizi, doğru bilgiye ulaştıran "organon" olma misyonu yüklenmişti. Eğer akıl, kendisinde apriori yasa, kural ve bilgiler taşıyorsa, diğer bütün bilgiler bu apriori bilgilerden "dedüktif" olarak türetilebilirdi. Bütün bilgilerin mantıki olarak kendisinden türetilebileceği en yüksek ilke ise "çelişmezlik" ilkesiydi.

"Kant'ın, gelenekle gelen metafiziğe yönelik eleştirilerinin ana noktalarından birini oluşturan "mathesis universalis" inancı Leibnz-Wolff felsefesinin temel ıralayıcılarından biriydi"

Gelenekle gelen metafizik, yalnızca ruh ve Tanrı hakkında felsefi bilgi olarak değil, doğa bilimlerini de içine alan bir evren bilim olmak istemiş ve bu amaçla bir dedüktif sistem olarak kurulmuştu. Çünkü felsefe, tanım ve aksiyomlardan kalkan matematik gibi, kesin ve açık kanıtlamalara dayanan salt bir akıl bilgisi olarak konumlandırılmak istenmişti. Bu metafiziğin, her türlü deneyin dışta bırakılarak, salt akıl kavramlarıyla, kesin sayılan mantık ilkelerine dayandırılarak kurulması anlamına geliyordu.

Wolff da 17. yy felsefesindeki matematik, fizik ve rasyonalizme olan inançtan payını yeterince almıştı. Matematik ve fizik, doğada bulunmayan, salt düşünceden türetilmiş olan bir takım kesin matematik kavramlarla doğanın yapısının kavranabileceğini göstermişti. Öyleyse doğa (Natur) ile akıl (Verstant) arasında tam bir uygunluk vardı ve usumuz da bu rasyonel yapılı doğayı kavrayabilecek yapıdaydı. Doğanın dilinin fizik, yasalarının ise matematik olduğu düşüncesiyle formüle edilen bir görüş, doğrudan doğruya zihinden çıkan matematiksel yasaların aynı zamanda tekabül ettiği objelerin de yasaları olduğu anlamına geliyordu ki, bu mantığın ilkelerinin varlığın ilkeleriyle özdeş (Özne-nesne özdeşliği) olduğu anlamına geliyordu.

Hume'un deneysel şüpheciliği ve özellikle de nedensellik düşüncesine yönelttiği eleştirileri, Kant'ta, düşünce dünyasını yeniden yapılandırmasına yol açacak olan büyük bir etki bıraktı. Bu etki, daha sonraları onun bilgi kuramında, kendisinin Copernicus(1473-1543) devrimiyle eş tutuğu devrimi gündeme getirecek olan bilinç dönüşümüyle sonuçlandı. Bu bilinç dönüşümü, Hume'un nedensellik ilkesine, dolayısıyla da metafiziğe getirmiş olduğu yeni tanımdı. "Kant'ın Prologemena'da sık sık "keskin görüşlü adam" olarak nitelendirdiği Hume, metafiziğin bir tek, ama önemli kavramından "neden ile etkinin bağlantılığı" kavramından hareket ederek, Onu, "dogmatik uykularından" uyandırmıştı. Çünkü Hume, bu kavramın kaynağını duyumlardan türeterek nedensellik ilkesinin "analitik" olmadığını göstermişti, "...neden ve etki, kendilerine ilişkin bilgiyi herhangi bir soyut uslamlamadan ya da derin düşünmeden değil ama deneyimden kazandığımız ilişkilerdir". Oysa Hume'a kadar ki başat nedensellik anlayışı aprioriydi.

Gerek Descartes, gerekse Leibniz ve Wolff nedensellik ilkesini,( hiçbir deneysel öğe içermeyen) sonucun nedenden rasyonel bir tümdengelimsel çıkarımı olarak tanımlamışlardı ve kendi rasyonalist felsefelerine paralel olarak, salt akıldan çıkan apriori bir kavram çatısı altında işlemişlerdi. Sözgelimi, Descartes'ta nedensellik "idea innatae"dır; akıl deneye başvurmadan bize bu bilgiyi veriyordu. Fakat Descartes aynı zamanda gerçekçi olduğundan apriori olan nedensellik ilkesi aynı zamanda doğada da vardı ve düşüncesi kesikli zaman anlayışını da içerdiğinden (Tanrı dünyayı her an yaratır), metafizik düzlemde tüm olayların rasyonalitesi Tanrıya bağlıydı. Kant, Descartes'ın tersine nedenselliğe "ontolojik" değil, "epistemolojik" bir anlam verdi. Bu nedenselliğin varlığın değil, insanın ürünü olduğu; doğaya değil, insan aklına ait bir şey olduğu, anlamına geliyordu.

Dolayısıyla Kant'ta, nedensellik, aklın bir kategorisiydi. Nesne de değil, öznenin kendisindeydi ve anlığın bir kategorisi olarak evrensel, zorunlu ama aynı zamanda da sentetikti. Kant'a göre Hume nedensellik kavramının eleştirisi bağlamında metafiziğe saldırısıyla "[...].. aklın apriori olarak ve kavramlardan hareket ederek böyle bir bağlantılığı düşünebilmesinin tamamen olanaksız olduğunu karşı çıkılamayacak şekilde kanıtlamıştı." Dolayısıyla Hume'un gösterdiği gibi neden kavramını bizde uyandıran şey ancak ve ancak deney olmalıydı.

Hume deneyi, "tecrübe" ve "alışkanlık" kavramları ile özdeşleştirmişti. Ona göre varoluş hakkındaki bütün tanıtlamalarımız neden-etki ilişkisine, neden-etki ilişkisi ise tecrübelere dayanmaktaydı. Çünkü, deneysel olarak çıkarılan tüm sonuç çıkarsamalarımızın kökeni, "geleceğin geçmişe uygun olacağı" savından hareket etmemizdi. Hume'a göre bütün deneysel sonuçların özeti, bizim, benzer görünen şeylerden benzer etkiler" beklememizdi. Özetle, Hume nedenselliği akıl yürütmelerle değil, benzerliğe dayanan tecrübelere ve tecrübelerimizi bize yararlı kılan alışkanlık kavramıyla açıklamıştı. İnsanda nedensel bağlar kurma eğilimi vardı ve doğa da bu eğilime uygun (ritmik) bir yapıdaydı. Kant da ise deneyim, Hume' dan çok farklı bir içerik taşımaktaydı. Deneyim, duyu verileri yığınının bir araya toplanmasından daha fazla bir şey; bir birleştirme ve birbirine bağlama işlemiydi. Çünkü, duyu verileri deneyimin sadece maddesini oluşturuyordu. Deneyimin kendisinde, tek tek olayları aşan, genelliğe ve yasaya götüren bir önceden görme vardı ve bu önceden görme deneysel bilginin form olma özelliğinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Kant'ta "en halis deney bilgisi bile matematiğe başvurularak elde edilmiş bir bilgi olma özelliğini kendi içinde taşıyordu"

Kant'ın Hume'a olan eleştirisi tam da bu noktadaydı. Ona göre Hume, deneydeki bu apriori formu görememiş, bu nedenle de "gemisini karaya oturtturmuştu." Hume nedensellik kavramından ve bu kavramın doğa bilgisi bakımından doğru ve işe yarar olduğundan yani işlevselliğinden kuşku duymamıştı. O, bu kavramın "apriori" olarak düşünülüp-düşünülemeyeceği yani, tüm deneyden bağımsız olarak (sadece deneyin nesneleriyle sınırlı olmayan) bir kullanılabilirliği olup-olmadığmdan kuşku duymuştu. Buraya kadar Kant Hume ile nedensellik problemiyle ilgili paralel görüşlere sahipti. Ancak Hume deneyin bilgisini de olanaklı kılan düşüncenin apriori ilkelerini göremeyerek metafizik bilginin olanaklı olduğunu sezmemiş ve gemisini septisizme oturtmuştu. Oysa Kant için önemli olan "o gemiye eksiksiz bir deniz haritası ve pusulasıyla donatılmış bir kaptan vermektir ki yer kürenin bilgilerinden çıkanlmış dümencilik sanatının emin ilkelerine göre gemiyi kendisine uygun görünen yere emin bir şekilde sürebilsin"

Hume gelenekle gelen metafiziğin nedensellik kavramına yönelik eleştirisinde, "deney" bilgisinin önemini vurgulayarak Kant'ın ufkunu genişletmiş ve onun metafiziğe karşı tavrını keskinleştirmiştir. Şimdi Kant. gelenekle gelen metafizikten farklı olarak, deneyim bilgisinin de bağlı olduğu koşullan içinde barındıran bir metafiziğin mümkün olup olmadığını soracaktır.

II. KANT'TA METAFİZİK BİLGİNİN OLANAĞI: METAFİZİK OLANAKLI MIDIR?

Metafiziğin olanaklı olup olmadığını sormak, onun gerçekliğinden şüphe etmeyi gerektirir. Oysa Kant, metafizik adı verilen bilgi alanının varlığından hiçbir zaman şüphe etmemişti. Problem, bu alanın bilgisinin bilimsel olarak kanıtlanıp kanıtlanamayacağı sorunuydu. Dolayısıyla Kant'ın amacı metafiziğin güvenilir bir bilgi olup-olmadığının dayanaklarını araştırıp, bulmaktı. "Eğer metafizik bir bilimse nasıl oluyor da diğer bilimler gibi genel ve sürekli bir tasvip kazanmıyor? Yok, değilse, nasıl oluyor da bilim kisvesi altında durmadan böbürlenerek insanın anlama yetisini hiç sönmeyen ama hiç de gerçekleşmeyen umutlarla oyalıyor. Bu amaçla Kant tarafından kaleme alınan "Salt Aklın Kritiği" (Kritik der reinen Vernuft) ve Salt Akim Kritiği'nin kolay anlaşılabilmesi için yazılan "Prolegemena" -Gelecekte bilim olarak ortaya çıkabilecek her metafiziğe önsöz- (Prolegemena Zu Einer Jeden Künftigen Metaphjsik Die Als Wisseschaft Wird Auftreren Können), metafiziğin olanağının temelini araştıran koşulları göstermek için yazılmıştı.

Kant'a göre insan doğa hakkında soru sormadan önce, sıradan deneyle biraz olsun alıştırma yapmış olan kendi soyutlanmış aklı hakkında soru sormaya başlamıştır. Çünkü, "akıl bizim için hep vardır, oysa doğa yasaları genellikle zahmetle aranıp bulunmak zorundadır" Öyleyse hem Salt Aklın Kritiği'nde hem de Prolegemana da yapılması gereken şey, akim kaynağına inerek, aklın, akıl tarafından bir eleştirisini (kritiğini) yapmaktır. Kelime anlamı olarak kritik "ayırt" etmektir. Ayırt edilecek olan metafizik bilginin doğru olma iddiasıdır. Bir bilginin bilim olma iddiası varsa bu bilginin kendine özgü olanı, yani onu diğer bilgilerden ayıran özünün açığa çıkarılması gerekir. Bu ayrım nesnede .bilginin kaynağında veya kaynaklarında ya da bilginin türündeki farkta ortaya çıkar. Çünkü, "olanaklı bilimin ve onun alanının idesi bu bilgiye özgü olanda yatar" Öyleyse Kant'ın amacı aklın kaynağına inerek, smır ve ilkelerini araştırmak ve kendisini tanımak isteyen aklın bilgi formlarını bulmak olacaktır.
1 | 2 | 3

1 Yorum

Adsız
2 Nisan 2012 08:02  

Ödevimde ve vize çalışmamda acaip etkili oldu.Çok tesekkür ederim. Emeginize sağlık

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP