MEVLÂNÂ’NIN DÜŞÜNCE DÜNYASINDA FELSEFE VE FİLOZOFLAR - 4
|
Mevlânâ nedensellik bağlamında eleştirdiği filozofları sadece sebeplere ve vasıtalara baktıkları için bu dünyada sebepleri bol miktarda bulup çoğalttıklarını, delilleri çoğaltmakla gerçeğin üzerindeki perdeleri artırmaktan veya ateşin üzerindeki dumanı artırmaktan başka bir şey ifade etmeyeceğini vurgular. Mevlânâ filozofların “tanrı dilediğini yapamaz sadece sebeplere ve tabiata göre iş görür” dediklerini aktararak bu söylemlerinin yanlış olduğunu belirtir. Âlemi ve âlemdeki sebepler zincirini yaratan ve her an yeni akla hayale gelmedik sebepler var eden Allah’ın kendi yarattığı tabiata karşı aciz kalması söz konusu olabilir mi? İnsan her şeyi sebepleriyle bilmesine rağmen sebepler ve sonuçlar o kadar iç içe girmiştir ki bir şeyin ne zaman sebep, ne zaman sonuç olacağını ayırt edebilmek kolay değildir. Varlıklar sürekli değişmekte insan da bu değişimin bir parçası olmaktadır.
Bu sebepler gözlere, görüşlere birer perdedir. Çünkü her göz, onun san‟atını görmeye layık değildir. Sebebi yaratan Allâh, ne dilerse yapar, dilediğini meydana getirir. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır. Fakat arayan muradına erişsin diye, çok defa yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yürütür. Sebep olmazsa, mürid nasıl yol arayabilir? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır. Bu sebepler, gözlere, görüşlere birer perdedir. Çünkü her göz, onun san‟atını görmeye layık değildir. Sebep perdelerini yırtacak bir göz gerek ki, bu perdeleri kökünden söküp atsın, ortadan kaldırsın. Sebebi yaratanı mekânsızlık âleminde görsün, çalışmayı, kazanmayı, dükkânı, saçma ve beyhude saysın. Babacığım, her hayır, her şer, sebebi yaratandan, Müsebbibü‟l-esbab‟tan meydana gelir; sebepler, vasıtalar diye bir şey yoktur. Bunlar, gaflet devri kısa bir müddet yürüyüp gitsin diye Hakk‟a giden ana yolun üstüne düşürülmüş hayallerden başka bir şey değildir. Tabiata bağlanıp kalmış olan filozoflar, canını ve gözünü sebeplerden ayıramadığından ondan başka bir şey görmemektedir. Allah’ın varlık ve yaratma evreninde ise sebepler ortadan kalkmakta, orada her an yeni bir yaratma vardır donukluk yoktur.
“…Öyle kullar vardır ki, onların gözleri sebeplere takılmaz, sebepleri aşar. Allâh‟ın lutfu ile perdeleri deler, geçerler. Sebeplerden kurtulmuş Müsebbibü‟l-esbab (=Sebepleri Yaratanı)‟! bulmuş arif insandan Tevhîd-i Zat (birlik sürmesini) çekerler de, illetten de kurtulurlar, sebepten de..”
8. Filozoflar Âlemin Kıdemini Savunurlar
Âlemin kıdemi veya sonradan yaratılması meselesi Gazzâlî’nin üzerinde en fazla durduğu bir meseledir. Tehafüt’ün yaklaşık dörtte birini bu konuya tahsis etmiştir. Bu problem din ile felsefe arasındaki tartışmaların en uzlaşılmaz problemlerinden biridir. Gazzâlî ilk olarak âlemin kıdemi meselesinde filozofların konuyla ilgili yaklaşımlarını incelemiş ve arkasından kendi görüşlerini serd ederek açıklamaya çalışmıştır. Kelamcılar da âlemin kıdemi meselesinin filozofların en zararlı iddiaları olduğu kanaatindedirler. Eş’ari (ö. 935), Kitabu’l-Füsûl adlı eserinde bu probleme reddiye yazan ilk kelamcıdır. Bunun yanı sıra İbn Hazm(ö. 1064) bu gibi problemler arasında kesin sınırı çizenlerdendir.
Gazzâlî, Tehafüt’ünde birinci mesele olarak ele aldığı “âlemin kıdemi” meselesinde, öncelikle filozoflardan kadim ve sonrakilere nispet edilen görüşleri ele almıştır. Filozofların bu problem hakkında ortaya attıkları delilleri üç başlıkta toplayarak felsefi bir dille ve bakış açısıyla cevap vermiştir.
Gazzâlî, aynı hususu bir kez daha Munkız’da ele almıştır.
Mevlânâ’ya gelince, filozofların ele aldığı felsefi problemlerden sadece âlemin kıdemi meselesine temas etmiş ve kendi üslubunca anlattığı bir olayla bağlantılı olarak, her zaman olduğu gibi vermek istediği mesajı bu problem üzerinden vermiştir. Amacı Gazzâlî gibi filozofların görüşlerini çürütmekten ziyade filozofların bu görüşleriyle birlikte kendilerini bekleyen akıbeti bir mesajla vermeyi amaçlamıştır.
“Dün biri dedi ki: “Kâinat sonradan yaratılmıştır. Şu gökyüzü de fanidir. Mirasçısı da Allah‟tır.”
Bir filozof; “Kâinatın sonradan yaratıldığını ne biliyorsun?” dedi. Yağmur bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir? Şu değişip duran âlemde sen bir zerre bile değilsin, böyle iki güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin? Pislik içine gömülmüş kurtcağız, yeryüzünün önünü sonunu nasıl bilecek? Bunu, yani âlemin sonradan yaratıldığını babandan işitmişsin de, ahmaklığından ötürü bu düşünceye saplanıp kalmışsın. Âlemin sonradan yaratıldığına dair delilin nedir? Onu söyle, sus; fazla söylemeye kalkışma.”
Nakleden dedi ki: “Bir gün iki kişinin de bu derin konuya daldıklarını, bahse giriştiklerini gördüm. O iki kişinin çekişmeleri sırasında halk da başlarına toplanmıştı. Ben de onların arasına katıldım. Hallerini görmek, sözlerini duymak için durdum, bekledim.
Biri diyordu ki: „Bu âlem fanidir. Hiç şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var‟. Öbürü: „Bu âlem kadimdir, yani evveline evvel yoktur. Bu yapının yapıcısı da yoktur. Varsa bile o kendisidir‟.
Mümin dedi ki: „Gece ile gündüzü getirip götüreni, bütün mahlûkatın rızkını veren Allah‟ı inkâr ediyorsun‟. Filozof dedi ki: „Delil göster, delilsiz bir söz dinlemem. Taklide ancak ahmak olan kapılır. Haydi, bakalım, delil göster, dünyada delilsiz bir söz, bir vehim dinlemem, hem kabul etmem.‟
Mümin dedi ki: „Red edilmez delil, canımın içinde gizlidir. Senin gözün zayıf olduğu için hilali (=yeni ayı) göremiyorsun. Fakat ben görüyorum, bana kızma.‟ Dedikodu uzadıkça uzadı. Halk da şu yıldızlarla süslenmiş gökyüzünün, şu kâinatın önüne sonuna hayran kaldılar.
Mümin dostum dedi: „içimde red edilmez bir delil var. Gökyüzünün sonradan yaratıldığına dair red edilemez bir delil... Tam inancım var. Belirtisi de şu; tam inanç sâhibi ateşe bile girse âşıklardaki aşk sırrı gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, yakılmaz, ben bu sırrı söyleyemiyorum. Çünkü bu sır dile gelmez.Bendeki bu sır yüzümün sarılığından, vücudumun zayıflığından başka bir şeyle anlatılamaz. Kanlı gözyaşlarının yanaklara doğru akması, Allah‟ın güzelliğine delildir.‟
Filozof; „Halka delil olan bu şeyleri ben delil saymam.‟ dedi. Mümin dedi ki: „Kalp akçe, geçer akçe ile bahse girişse de, geçer akçe sen kalpsın, ben geçer akçeyim. Bu yüzden benim değerim senden üstündür dese; Son imtihan ateştir. Bu ikisi ateşe düştüler mi, onların halis mi, kalp mı olduklarını, Halkın ileri gelenleri de, basit olanları da anlar. Herkes şüpheden kurtulur. Ey benim canım! Gizli olan geçer akçe ile kalp akçenin imtihanı, ateş ve su iledir. Sen ve ben her ikimiz de ateşe girelim. Bu işe şaşırıp kalanlara ölümsüz bir delil, bir belge olalım. Yahut sen ve ben, ikimiz de denize atlayalım ve bu tereddüt içinde bulunan insanlara hak ve hakikat delili olalım.‟ Böyle yaptılar. Ateşe atladılar. Her biri kızgın ateşin alevleri içine kendini attı. „Allâh vardır.‟ diyen ve bu dâvâya girişen kurtuldu. Öbür haramzade ise ateş içinde yandı, gitti...”
“…Anladım ki; “Kâinatın evveli vardır. Bu gök kubbe sonradan yaratılmıştır.” diyen haklıdır. İnkar edenlerin getirdikleri delillerin daima yüzleri sararmıştır. Yani zayıf ve illetlidir. O inkârın doğruluğuna nerede belirti vardır…?
“… Haydi sen şu yukarıda anlatılanı mûcize sayma. Yeni, bir de güneş gibi apaydın olan, adına “Ümmü‟l-Kitab” denilen yüz dilli Kur‟ân‟a bak. Onun bir harfini eksiltmeğe yahut fazlalaştırmaya kimsenin cesareti yoktur. Üstün kişiye dost ol ki, üst olasın, değer kazanasın. Ey azgın, aklını başına al da, alt olmuşlarla, sapık fikirli kişilerle dost olma!
O inkârcı hiç düşünmez ki, nerede görünen bir şey varsa, o gizli hikmetlerden büyük yaratıcının yaratma gücünden, sanatından haber vermektedir. İlaçlarda faydanın gizli olduğu gibi, her görünen şeyin de faydası gizlidir.”
Sonuç
Bir mutasavvıf olarak Mevlânâ her ne kadar yaşadığı dönemin felsefi problemlerine ve kavramlarına vakıf olsa da, derinlemesine bir felsefi bilgiye sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Felsefi düşünceyi toptan reddedici bir tutumla hareket eden Mevlânâ filozofları salt akılcılıkla, hakikati dahi inkara götürecek aşırı şüphecilikle ve hatta imansızlıkla itham etmektedir. O aslında Gazzâlî gibi filozofların felsefi problemlere yaklaşımlarında dini bir kaygı taşıdığı için bu tavrı takındığını düşünmek gerekir. Bu kaygıdan olsa gerek ki; eserlerindeki didaktik yapı, okuyucunun dikkatlerini bir yöne doğru odaklamak ve arzuladığı sonucu elde etmek için filozofları ve felsefenin bazı problemlerini de bu metoda dahil etmek istediğini görmek mümkündür. Yani Mevlânâ karşısındakine vermek istediği mesajda, birinci önceliği filozofları kötülemek veya felsefeyi tamamen reddetmek değil, vermek istediği mesajın felsefe alanıyla da verilebileceğini göstermek içindir.
Mevlâna’nın “dışardan” birisi olarak İslam filozoflarıyla bir problemi olmadığı kanaatindeyiz. O, metafizik hakikatleri inkâr ettikleri için; materyalistlere, her şeyden şüphe edip, vehim ve zan peşinde koştukları için septiklere; duyuların bilgisi dışında hakikat kabul etmedikleri için; dogmatik sensüalistlere, akıl yoluyla hakikate ulaşılabileceğini savundukları ve aklı yanılmaz ve mutlak bir kuvvet kabul ettikleri için; rasyonalistlere, Allah yerine tabiatı ikâme ettikleri için natüralistlere karşı olmuştur. Bütün bu sayılanların dışında az önce ifade edildiği gibi hikmet dairesi içinde yer alan moralist(ahlakçı), spiritüalist(ruhçu), idealist ve ilahî hikmetle meşgul olan hakîmler, Mevlâna’nın da içinde yer aldığı bilge kişilerdir. Onlar hakikate ve ilahi hikmete, akıl ve istidlâlle değil, aşk ve gönül yoluyla ulaşırlar. Felsefi düşüncede bu yolla da hakikate ulaşıldığı bilinen bir gerçektir.
Kaynakça
Abdülkadir Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, İstanbul 1959
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 2002
Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, İstanbul 1996
Bernard Russel, Dünya Görüşüm, çev.: S. Tiryakioğlu, İstanbul 1977
Cafer Ali Yasin, el-Fârâbî fî Hudûdihi ve Rüsûmih, Beyrut 1985
Cevdet KILIÇ, “İslâm Felsefesine İlgisizliğin ve Yöneltilen Tenkitlerin Sebepleri,” FÜİFD., Elazığ 2003, (119-143)
Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tazelik Hz. Mevlânâ, çev.: Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi, Konya 1986
Eflâkî, Ahmed el- Arifî, Ariflerin Menkıbeleri, (Menakıbu’l-Ârifîn) çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986
Fârâbî, Kitabu Arâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Mısır trsz
Feridun b. Ahmed Sipehsalar, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977
Feyzi Halıcı , “Mevlânâ Dostları”, S.Ü. I. Milli Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, Konya 1986
Füruzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev.: Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul 1990
Gazzâlî, el-Munkızu min ed-dalâl, çev.: Hilmi Güngör, Ankara 1960
Gazzâlî, Kimya-ı Saadet, çev.: A.F.Meyan, İstanbul 1973
Gazzâlî, Tehafütü’l-Felâsife, nşr. Süleyman Dünya Daru’l-Maarif 1972.
Halife Abdülhakim, “Mevlânâ Celaleddin Rûmî”, çev. Yusuf Ziya Cömert, (İslâm Düşüncesi Tarihi
İçinde edt. M.M. Şerif) c. III, (43-61)
Hayri Kaplan, “Baha Veled, Şems ve Mevlânâ’nın Razî’ye Yönelik Eleştirileri ve Razî’nin Sufilere/Tasavvufa Bakışı”, Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı Yıl 6, sa.: 14, Ocak-Haziran 2005 (285-330)
Hillmut Ritter, Celaleddin er-Rumi, İA, İstanbul 1977, c. III
İbn Arabî, El-Fütuhat el-Mekkiyye, Mısır ts.
İbn Haldun, İbn Haldun, Mukaddime (I-III), çev.: Zakir Kadiri Ugan, MEB. Yayınları, İstanbul 1989
İbn Sina, Şifâ (İlahiyat), thk.: İbrahim Medkür, (I-II), Kahire 1961
Bu sebepler gözlere, görüşlere birer perdedir. Çünkü her göz, onun san‟atını görmeye layık değildir. Sebebi yaratan Allâh, ne dilerse yapar, dilediğini meydana getirir. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır. Fakat arayan muradına erişsin diye, çok defa yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yürütür. Sebep olmazsa, mürid nasıl yol arayabilir? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır. Bu sebepler, gözlere, görüşlere birer perdedir. Çünkü her göz, onun san‟atını görmeye layık değildir. Sebep perdelerini yırtacak bir göz gerek ki, bu perdeleri kökünden söküp atsın, ortadan kaldırsın. Sebebi yaratanı mekânsızlık âleminde görsün, çalışmayı, kazanmayı, dükkânı, saçma ve beyhude saysın. Babacığım, her hayır, her şer, sebebi yaratandan, Müsebbibü‟l-esbab‟tan meydana gelir; sebepler, vasıtalar diye bir şey yoktur. Bunlar, gaflet devri kısa bir müddet yürüyüp gitsin diye Hakk‟a giden ana yolun üstüne düşürülmüş hayallerden başka bir şey değildir. Tabiata bağlanıp kalmış olan filozoflar, canını ve gözünü sebeplerden ayıramadığından ondan başka bir şey görmemektedir. Allah’ın varlık ve yaratma evreninde ise sebepler ortadan kalkmakta, orada her an yeni bir yaratma vardır donukluk yoktur.
“…Öyle kullar vardır ki, onların gözleri sebeplere takılmaz, sebepleri aşar. Allâh‟ın lutfu ile perdeleri deler, geçerler. Sebeplerden kurtulmuş Müsebbibü‟l-esbab (=Sebepleri Yaratanı)‟! bulmuş arif insandan Tevhîd-i Zat (birlik sürmesini) çekerler de, illetten de kurtulurlar, sebepten de..”
8. Filozoflar Âlemin Kıdemini Savunurlar
Âlemin kıdemi veya sonradan yaratılması meselesi Gazzâlî’nin üzerinde en fazla durduğu bir meseledir. Tehafüt’ün yaklaşık dörtte birini bu konuya tahsis etmiştir. Bu problem din ile felsefe arasındaki tartışmaların en uzlaşılmaz problemlerinden biridir. Gazzâlî ilk olarak âlemin kıdemi meselesinde filozofların konuyla ilgili yaklaşımlarını incelemiş ve arkasından kendi görüşlerini serd ederek açıklamaya çalışmıştır. Kelamcılar da âlemin kıdemi meselesinin filozofların en zararlı iddiaları olduğu kanaatindedirler. Eş’ari (ö. 935), Kitabu’l-Füsûl adlı eserinde bu probleme reddiye yazan ilk kelamcıdır. Bunun yanı sıra İbn Hazm(ö. 1064) bu gibi problemler arasında kesin sınırı çizenlerdendir.
Gazzâlî, Tehafüt’ünde birinci mesele olarak ele aldığı “âlemin kıdemi” meselesinde, öncelikle filozoflardan kadim ve sonrakilere nispet edilen görüşleri ele almıştır. Filozofların bu problem hakkında ortaya attıkları delilleri üç başlıkta toplayarak felsefi bir dille ve bakış açısıyla cevap vermiştir.
Gazzâlî, aynı hususu bir kez daha Munkız’da ele almıştır.
Mevlânâ’ya gelince, filozofların ele aldığı felsefi problemlerden sadece âlemin kıdemi meselesine temas etmiş ve kendi üslubunca anlattığı bir olayla bağlantılı olarak, her zaman olduğu gibi vermek istediği mesajı bu problem üzerinden vermiştir. Amacı Gazzâlî gibi filozofların görüşlerini çürütmekten ziyade filozofların bu görüşleriyle birlikte kendilerini bekleyen akıbeti bir mesajla vermeyi amaçlamıştır.
“Dün biri dedi ki: “Kâinat sonradan yaratılmıştır. Şu gökyüzü de fanidir. Mirasçısı da Allah‟tır.”
Bir filozof; “Kâinatın sonradan yaratıldığını ne biliyorsun?” dedi. Yağmur bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir? Şu değişip duran âlemde sen bir zerre bile değilsin, böyle iki güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin? Pislik içine gömülmüş kurtcağız, yeryüzünün önünü sonunu nasıl bilecek? Bunu, yani âlemin sonradan yaratıldığını babandan işitmişsin de, ahmaklığından ötürü bu düşünceye saplanıp kalmışsın. Âlemin sonradan yaratıldığına dair delilin nedir? Onu söyle, sus; fazla söylemeye kalkışma.”
Nakleden dedi ki: “Bir gün iki kişinin de bu derin konuya daldıklarını, bahse giriştiklerini gördüm. O iki kişinin çekişmeleri sırasında halk da başlarına toplanmıştı. Ben de onların arasına katıldım. Hallerini görmek, sözlerini duymak için durdum, bekledim.
Biri diyordu ki: „Bu âlem fanidir. Hiç şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var‟. Öbürü: „Bu âlem kadimdir, yani evveline evvel yoktur. Bu yapının yapıcısı da yoktur. Varsa bile o kendisidir‟.
Mümin dedi ki: „Gece ile gündüzü getirip götüreni, bütün mahlûkatın rızkını veren Allah‟ı inkâr ediyorsun‟. Filozof dedi ki: „Delil göster, delilsiz bir söz dinlemem. Taklide ancak ahmak olan kapılır. Haydi, bakalım, delil göster, dünyada delilsiz bir söz, bir vehim dinlemem, hem kabul etmem.‟
Mümin dedi ki: „Red edilmez delil, canımın içinde gizlidir. Senin gözün zayıf olduğu için hilali (=yeni ayı) göremiyorsun. Fakat ben görüyorum, bana kızma.‟ Dedikodu uzadıkça uzadı. Halk da şu yıldızlarla süslenmiş gökyüzünün, şu kâinatın önüne sonuna hayran kaldılar.
Mümin dostum dedi: „içimde red edilmez bir delil var. Gökyüzünün sonradan yaratıldığına dair red edilemez bir delil... Tam inancım var. Belirtisi de şu; tam inanç sâhibi ateşe bile girse âşıklardaki aşk sırrı gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, yakılmaz, ben bu sırrı söyleyemiyorum. Çünkü bu sır dile gelmez.Bendeki bu sır yüzümün sarılığından, vücudumun zayıflığından başka bir şeyle anlatılamaz. Kanlı gözyaşlarının yanaklara doğru akması, Allah‟ın güzelliğine delildir.‟
Filozof; „Halka delil olan bu şeyleri ben delil saymam.‟ dedi. Mümin dedi ki: „Kalp akçe, geçer akçe ile bahse girişse de, geçer akçe sen kalpsın, ben geçer akçeyim. Bu yüzden benim değerim senden üstündür dese; Son imtihan ateştir. Bu ikisi ateşe düştüler mi, onların halis mi, kalp mı olduklarını, Halkın ileri gelenleri de, basit olanları da anlar. Herkes şüpheden kurtulur. Ey benim canım! Gizli olan geçer akçe ile kalp akçenin imtihanı, ateş ve su iledir. Sen ve ben her ikimiz de ateşe girelim. Bu işe şaşırıp kalanlara ölümsüz bir delil, bir belge olalım. Yahut sen ve ben, ikimiz de denize atlayalım ve bu tereddüt içinde bulunan insanlara hak ve hakikat delili olalım.‟ Böyle yaptılar. Ateşe atladılar. Her biri kızgın ateşin alevleri içine kendini attı. „Allâh vardır.‟ diyen ve bu dâvâya girişen kurtuldu. Öbür haramzade ise ateş içinde yandı, gitti...”
“…Anladım ki; “Kâinatın evveli vardır. Bu gök kubbe sonradan yaratılmıştır.” diyen haklıdır. İnkar edenlerin getirdikleri delillerin daima yüzleri sararmıştır. Yani zayıf ve illetlidir. O inkârın doğruluğuna nerede belirti vardır…?
“… Haydi sen şu yukarıda anlatılanı mûcize sayma. Yeni, bir de güneş gibi apaydın olan, adına “Ümmü‟l-Kitab” denilen yüz dilli Kur‟ân‟a bak. Onun bir harfini eksiltmeğe yahut fazlalaştırmaya kimsenin cesareti yoktur. Üstün kişiye dost ol ki, üst olasın, değer kazanasın. Ey azgın, aklını başına al da, alt olmuşlarla, sapık fikirli kişilerle dost olma!
O inkârcı hiç düşünmez ki, nerede görünen bir şey varsa, o gizli hikmetlerden büyük yaratıcının yaratma gücünden, sanatından haber vermektedir. İlaçlarda faydanın gizli olduğu gibi, her görünen şeyin de faydası gizlidir.”
Sonuç
Bir mutasavvıf olarak Mevlânâ her ne kadar yaşadığı dönemin felsefi problemlerine ve kavramlarına vakıf olsa da, derinlemesine bir felsefi bilgiye sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Felsefi düşünceyi toptan reddedici bir tutumla hareket eden Mevlânâ filozofları salt akılcılıkla, hakikati dahi inkara götürecek aşırı şüphecilikle ve hatta imansızlıkla itham etmektedir. O aslında Gazzâlî gibi filozofların felsefi problemlere yaklaşımlarında dini bir kaygı taşıdığı için bu tavrı takındığını düşünmek gerekir. Bu kaygıdan olsa gerek ki; eserlerindeki didaktik yapı, okuyucunun dikkatlerini bir yöne doğru odaklamak ve arzuladığı sonucu elde etmek için filozofları ve felsefenin bazı problemlerini de bu metoda dahil etmek istediğini görmek mümkündür. Yani Mevlânâ karşısındakine vermek istediği mesajda, birinci önceliği filozofları kötülemek veya felsefeyi tamamen reddetmek değil, vermek istediği mesajın felsefe alanıyla da verilebileceğini göstermek içindir.
Mevlâna’nın “dışardan” birisi olarak İslam filozoflarıyla bir problemi olmadığı kanaatindeyiz. O, metafizik hakikatleri inkâr ettikleri için; materyalistlere, her şeyden şüphe edip, vehim ve zan peşinde koştukları için septiklere; duyuların bilgisi dışında hakikat kabul etmedikleri için; dogmatik sensüalistlere, akıl yoluyla hakikate ulaşılabileceğini savundukları ve aklı yanılmaz ve mutlak bir kuvvet kabul ettikleri için; rasyonalistlere, Allah yerine tabiatı ikâme ettikleri için natüralistlere karşı olmuştur. Bütün bu sayılanların dışında az önce ifade edildiği gibi hikmet dairesi içinde yer alan moralist(ahlakçı), spiritüalist(ruhçu), idealist ve ilahî hikmetle meşgul olan hakîmler, Mevlâna’nın da içinde yer aldığı bilge kişilerdir. Onlar hakikate ve ilahi hikmete, akıl ve istidlâlle değil, aşk ve gönül yoluyla ulaşırlar. Felsefi düşüncede bu yolla da hakikate ulaşıldığı bilinen bir gerçektir.
Kaynakça
Abdülkadir Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, İstanbul 1959
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 2002
Aristoteles, Metafizik, çev.: Ahmet Arslan, İstanbul 1996
Bernard Russel, Dünya Görüşüm, çev.: S. Tiryakioğlu, İstanbul 1977
Cafer Ali Yasin, el-Fârâbî fî Hudûdihi ve Rüsûmih, Beyrut 1985
Cevdet KILIÇ, “İslâm Felsefesine İlgisizliğin ve Yöneltilen Tenkitlerin Sebepleri,” FÜİFD., Elazığ 2003, (119-143)
Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Duygu ve Düşüncede Tazelik Hz. Mevlânâ, çev.: Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi, Konya 1986
Eflâkî, Ahmed el- Arifî, Ariflerin Menkıbeleri, (Menakıbu’l-Ârifîn) çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986
Fârâbî, Kitabu Arâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâzıla, Mısır trsz
Feridun b. Ahmed Sipehsalar, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977
Feyzi Halıcı , “Mevlânâ Dostları”, S.Ü. I. Milli Mevlânâ Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, Konya 1986
Füruzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev.: Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul 1990
Gazzâlî, el-Munkızu min ed-dalâl, çev.: Hilmi Güngör, Ankara 1960
Gazzâlî, Kimya-ı Saadet, çev.: A.F.Meyan, İstanbul 1973
Gazzâlî, Tehafütü’l-Felâsife, nşr. Süleyman Dünya Daru’l-Maarif 1972.
Halife Abdülhakim, “Mevlânâ Celaleddin Rûmî”, çev. Yusuf Ziya Cömert, (İslâm Düşüncesi Tarihi
İçinde edt. M.M. Şerif) c. III, (43-61)
Hayri Kaplan, “Baha Veled, Şems ve Mevlânâ’nın Razî’ye Yönelik Eleştirileri ve Razî’nin Sufilere/Tasavvufa Bakışı”, Tasavvuf Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı Yıl 6, sa.: 14, Ocak-Haziran 2005 (285-330)
Hillmut Ritter, Celaleddin er-Rumi, İA, İstanbul 1977, c. III
İbn Arabî, El-Fütuhat el-Mekkiyye, Mısır ts.
İbn Haldun, İbn Haldun, Mukaddime (I-III), çev.: Zakir Kadiri Ugan, MEB. Yayınları, İstanbul 1989
İbn Sina, Şifâ (İlahiyat), thk.: İbrahim Medkür, (I-II), Kahire 1961
3 Yorumlar
Sonuç kısmında gayet güzel özetlenmiş araştırma. Teşekkür ederim..
Bu güzel blogla yenice tanıştım. Çok yararlanacağımı düşünüyorum
gayet hoş bi anlatımdı paylaşım için teşekkürler...