Garnfinkel, Etnometodoloji ve Yorumbilgisi - 1

Anthony GIDDENS
Çeviren: Tuncay BİRKAN

Bu yazıda, Harold Garfinkel'in yazılarındaki bazı temalarla Avrupa toplumsal felsefesindeki bazı gelişmeler arasında bağlantı kuracağım. Her ikisini de "yapıcı bir eleştiri"ye tabi tutarak, çağdaş toplumsal teori için taşıdıkları önemi göstereceğimi umuyorum.

Verstehen (anlamak) kavramı, son yirmi otuz yılda, özellikle de Geisteswissenschaften (Tin Bilimleri) bağlamında, yeniden canlandı. Almanya'da bu canlanma (büyük ölçüde Heidegger'in "yorumbilgisel fenomenoloji"sinden yola çıkan) Hans-Georg Gadamer'in yapıtı etrafında odaklandı. Gadamer'in yazılarıyla İngiltere'de Winch ve Fransa'da Ricoeur gibi yazarların yapıtları arasında bazı net bağlantılar ve çakışmalar olduğu görülebilir.Ben burada bu yazarların görüşlerini tek tek ele almayacağım, sadece bu yapıtların öne çıkardığı ve Max Weber'in, Verstehen kavramının İngilizce konuşulan dünyanın sosyolojisine girmesine hizmet etmiş olan "yorumlayıcı sosyoloji" versiyonuyla bayağı çelişen belli nosyonları belirlemeye çalışacağım. Birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan bir dizi görüşü kucaklayan bir terim olan "etnometodoloji" konusunda daha da fazla sınırlama devreye girecek. Benim burada söyleyeceklerim Garfinkel'in "günlük yapıp etmeler "e dair pratik çalışmalar hakkındaki (ve bana aynı zamanda hem son derece ilginç hem de felsefi açıdan zayıf gelen) programına yönelik değil. Tek yapmak istediğim, Garfınkel'in fıkirlerini Avrupa toplumsal felsefesi içindeki daha soyut geleneklerin ürünü olan fıkirlerle, eleştirel bir biçimde karşılaştırmak.

Bu temaların kavranmasının ve önemlerinin takdir edilmesinin, sosyolojide daha önceleri egemen olan ve sosyal bilimlerin doğa bilimini model alarak kurulabileceğini savunan okullardan önemli bir kopuşu işaret ettiğini ileri süreceğim. Bu okulların önemli bir vurgusu, sosyolojinin "sağduyu"nun kafa karışıklıkları ve yanlış anlayışlarını açığa çıkardığıdır (ya da çıkarabileceğidir). Yani, tıpkı doğa bilimlerinin fıziksel dünya hakkındaki sağduyu ürünü görüşlerin karşı kutbunda yer alıp sıradan insanların düşüncelerinin yarattığı mistifıkasyonlara nüfuz etmeleri gibi, sosyoloji de toplum hakkındaki gündelik inançların köhnemiş hatalarını bir kenara atabilir. Toplumsal araştırmanın ürünü olduğu iddia edilen "bulgular"a da, tıpkı doğa biliminin bulgulan gibi, sıradan insanlar tarafından "sağduyunun gösterdikleri" temelinde sık sık karşı çıkılmaktadır. Doğa bilimi söz konusu olduğunda, bu "karşı çıkış" normalde "sağduyu" ürünü bir inancı onunla çelişen bulgular karşısında bile reddetme biçimini alır: Örneğin, dünyanın yuvarlak değil düz olduğu inancını ısrarla savunmak gibi. Sosyolojinin iddiaları için de buna benzer bir şey ortaya çıkabilir kesinlikle; ama başka -buna neredeyse taban tabana zıt- bir tepki daha yaygındır. Bu, sosyal bilimin yerleşik inançlara aykırı olduğu için insanların kabul edemeyeceği sonuçlar ortaya çıkarması değil, aksine sadece bilineni tekrarlaması, belki teknik bir dille ambalajlayarak da olsa "bize zaten bildiğimiz şeyi anlatması"dır. Sosyologlar kendi çalışmalarına verilen bu tür tepkileri baştan savma bir tutum takınarak reddetme eğilimindedirler; toplumsal araştırmanın yaptığı işin sağduyunun kanaatlerinin doğru mu yanlış mı olduğunu denetlemek olduğunu ileri sürerler. Ama sıradan insanların inançlarına ilkesel olarak düzeltilebilir şeyler gözüyle bakmak, bunları insan eyleminin bütünleyici bir parçası olarak değil, sanki bu eylemin basit ilaveleriymişler gibi görmek demektir. Sıradan insanların inançları toplumsal dünyaya dair betimlemelerden ibaret değildirler; insan edimlerinin organize ürünü olan bu dünyanın kuruluşunun temelidirler. Aşağıda göstermeye çalışacağım gibi, bu noktanın farkına varmak sosyoloji ile "konusu" -insanın toplumsal davranışları- arasında, doğa bilimi ile konusu arasındakinden daha karmaşık bir ilişki olduğunu görmemizi sağlar. Doğal dünya insan faaliyeti tarafından dönüştürülür, ama insanlar tarafından bir nesne dünyası olarak kurulmaz. Toplumsal dünya ise insan eylemi yoluyla ve insan eylemi içinde kurulur ve yeniden üretilir; "sağ- duyu"ya ait kavramlar ve bu kavramların ifade edildiği gündelik dil sıradan insanlar tarafından "toplumsal hayatı oluşturmak" için kullanılır.

Şimdi "etnometodoloji" akımına dahil ya da yakın olan yazarların en azından bazı yazılarında saptanabilecek beş temayı ayırt etmek istiyorum. Bu temalar söz konusu yazıların bütün ilgi çekici yönlerini tabii ki tüketmiyor, ama ben bunların özel önemleri olduğunu düşünüyorum.

İlk tema, sosyolojik teoride insan eylemi ya da faillik kavramının önemi teması. Simgesel etkileşimcilik kısmen hariç tutulursa, önde gelen sosyoloji okullarının çoğu bir eylem kavramından yoksundur. Bunu söylemek ilk bakışta tuhaf gelebilir, çünkü Garfınkel'i etkilemiş temel şahsi- yetlerden biri olan Talcott Parsons, teori şemasını açıkça bir "eylem çerçevesi" üzerine kurmuş ve ilk önemli yapıtı, Toplumsal Eylemin Yapısı'nda "iradecilik"i bu çerçevenin temel bileşenlerinden biri haline getirmeye çalışmıştır. Zaman zaman, Parsons'ın entelektüel kariyerine bir "iradeci" olarak başladığı, sonraları teorilerinin gittikçe determinist bir hal aldığı ileri sürülür. Bence Parsons'ın kendi teori sistemi içinde bu tür bir perspektife yer vermeyi hiçbir zaman başaramamış olduğunu söyle- mek daha doğru olur. Parsons'ın yaptığı, iradeciliği kişilikte değerlerin içselleştirilmesine eşdeğermiş gibi ele almak ve böylece toplumsal dayanışmanın temeli olduğu iddia edilen consensus universel ile motivasyon arasında bağ kurmaya çalışmaktı. Ama bu, insan eylemindeki yaratıcı unsurun, "ihtiyaç eğilimleri"nin nedensel bir sonucuna, iradeciliğin benimsenmesinin de salt sosyolojiyi psikolojiyle tamamlama çağrısına dönüşmesi gibi bir sonuç yarattı. Burada aktör, kendi kaderine en azından kısmen hükmedebilen bilgi sahibi bir fail olarak değil, "kültürün budalası" olarak ortaya çıkar gerçekten de. Parsons'ın benimsediği yaklaşımın özündeki determinizme karşı, toplumun aktörlerin ustalık gerektiren bir yaratımı olduğu tezini öne çıkarmak verimli olacaktır; bu tez en sıradan toplumsal karşılaşma için bile doğrudur.

İkincisi, düşünümsellik teması. Felsefecilerin yazılarının açıkça gösterdiği gibi, eylem kavramı, insan faillerin kendileri üzerinde düşünme, kendi davranışlarını rasyonel olarak "denetleme" yetileriyle ayrılmaz bir biçimde bağlantılıdır. Parsonscu işlevselcilik de dahil olmak üzere sosyolojinin ortodoks biçimlerinin çoğunda (ama etnometodolojide değil), düşünümsellik, yarattığı etkiler mümkün olduğunca asgaride tutulması gereken ve sadece "'favorinin peşine takılma etkisi", "kendi kendilerini gerçekleştiren kehanetler" vs. gibi çeşitli marjinal formlar içinde dikkate alınan bir "başbelası" muamelesi görür. Dahası, bunlar düşünümselliğin iki ayrı yönünü sıkıştırarak birleştirme eğiliminde- dirler: Yani, toplumsal gözlemcinin formüle ettiği teorilerle bağlantılı düşünümselliği ile gözlemcinin davranışlarını analiz etmeye ya da açıklamaya çalıştığı aktörlerin düşünümselliği. Pozitivist eğilimli toplumsal düşünce biçimlerinde bu iki yönü birleştiren, daha doğrusu ihmal eden bir ironi söz konusudur. Zira teori düzeyinde inkâr edilen ya da karanlığa itilen şey -yani, insan faillerin belli nedenlerle eylemde bulundukları ve bir anlamda eylemlerinden "sorumlu" oldukları- sosyolojik söylem düzeyinde üstü kapalı olarak benimsenir: Yani, sosyolojik topluluktaki diğer kişilerin yaptığı eleştirel değerlendirmeler karşısında kişinin belli bir teoriyi benimsemesinin "makul gerekçeleri"ni sunması gerektiği kabul edilir.

Simgesel etkileşimcilik, İngilizce konuşulan dünyanın sosyolojisinde, failliğe ve düşünümselliğe merkezi bir yer veren belki de tek öncü düşünce okuludur. G. H. Mead'in toplumsal felsefesi toplumsal etkileşim içinde "ben"le "biz" arasındaki ilişki ve kişiliğin gelişimi üzerine kurulmuştur. Ama Mead'in kendi yazılarında bile, "ben", uzun uzadıya tartışılan, toplumsal olarak belirlenmiş benliğe göre daha gölgede kalan bir unsurdur. Mead'in takipçilerinin çoğunun yapıtlarında, toplumsal benlik "ben"in yerini tamamen alır ve böylece Mead'in bahsettiği, eylem teorisine düşünümselliği katma imkânının önü kapanmış olur. Durum bu olunca da, simgesel etkileşimcilik, yüzyüze etkileşim üzerinde odaklanan bir tür "sosyolojik sosyal psikoloji" olarak, sosyolojik düşüncenin ana akımı içinde kolayca asimile edilir.

Üçüncüsü, dil teması. Bir simge olarak dil, terimin kendisinin de işaret ettiği gibi, simgesel etkileşimcilik içinde doğal olarak vurgulanmıştır. Ama bu vurgu, dili sadece bir simgeler ya da göstergeler kümesi olarak, nesneleri temsil etmenin bir tarzı olarak değil; bir "pratik faaliyet aracı", bir iş yapma tarzı olarak tasarlayan etnometodolojinin bakış açısından farklıdır. Wittgensteincı terminolojiyi kullanacak olursak, dil belli "yaşam biçimleri" içinde işler ve sıradan aktörler tarafından gündelik toplumsal davranışlarını organize etmenin aracı olarak rutin biçimde kullanılır. Bu yüzden sözcelerin anlamı, dilin toplumsal aktörler tarafından bütün kullanım biçimleriyle -sadece "betimleme"yle değil, aynı zamanda "savlama", "ikna etme", "şaka yapma", "değerlendirme" vs. vs. ile de- ilişkili olarak anlaşılmalıydı. Yukarıda bunun önemine kısaca değinmiştim. Bunun sonuçlarından biri, sosyolojik araştırmacıların olağan dili gündelik dilin "karışıklığı"nı ya da "muğlaklığı"nı "temizleyen" tamamıyla ayrı, teknik bir üstdil lehine ihmal edemeyecekleridir. Olağan dil, toplumsal hayatın onu oluşturan aktörler tarafından anlamlı bir biçimde organize edilmesini sağlayan araçtır: Bir yaşam bi- çimini incelemek o yaşam biçimini ifade eden gündelik konuşma tarzlarını kavramayı gerektirir. Bu yüzden olağan dil sadece analiz edilebilecek bir konu değil, her sosyolojik ya da antropolojik gözlemcinin kendi "araştırılabilir konusu"na ulaşabilmek için kullanmak zorunda olduğu bir kaynaktır.

Dördüncüsü, eylemin zamansal ve bağlamsal olarak bir yere oturtulması teması. Ortodoks toplumsal teorinin, yalnızca toplumsal evrim konusuyla bağlantılı olarak, yaptığı analizlere zamansallık etkenini dahil etmeye çalıştığını söylemek makul olacaktır bence. Oysa etnometo- dolojide, etkileşimin zamanda bir yere oturtulması merkezi önem taşır. Örneğin, bir konuşma sırasında, konuşmaya katılanların konuşmayı tipik olarak "söylenmiş olan"ın ne olduğunu belirlemek için düşünümsel bir biçimde kullandıklarına ve "söylenmekte olan"ın ne olduğunu belirlemek için de konuşmanın ilerki seyrini tahmin ettiklerine işaret edilir. Etkileşim içindeki anlamların bağlama bağımlılığı ya da göstergesel [indexicalJ karakteri tabii ki zaman dışında başka unsurlar da içerir. Garfinkel olağan dil iletişiminin göstergesel karakterini vurgulamakta -ve ayrıca bunu sosyolojik üstdillerin doğası hakkındaki ortodoks görüşler için "güçlük" yaratan temel kaynak olarak görmekte şüphesiz haklıdır.

Beşinci ve sonuncusu, zımni ya da "sorgusuz sualsiz kabul edilen" kavrayışlar teması. Ustalık gerektiren bir performans olarak etkileşimin aktif bileşimi içinde, "sessizlikler" söylenen sözler kadar önemlidir ve hatta sözcelerin "anlamlandırılması"nı sağlayan karşılıklı bilginin zorunlu arka planını oluştururlar. Aktörler zımni kavrayışları toplumsal etkileşimin olağan, ama açıklanmamış koşullan olarak kullanırlar. Etnometodolojide bunun üzerinde önemle durulması, onunla bir sonraki kısımda döneceğim Avrupa toplum felsefesi formları arasındaki dolaysız bağlantı noktalarından biridir ve Garfınkel'in Schutz'a ne çok şey borçlu olduğunu yansıtır; onun çalışmalarını, mesela Husserl'in Die kri sis der europdischen wissenschaften (Avrupa Bilimlerinin Bunalımı) gibi yapıtların örneklediği büyük fenomenoloji geleneklerine bağlar.

1 - 2 - 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP