Estetik duygu ve gelişimi
|
Estetik duygu, insanın doğayı, kendini ve kendi dışındaki gerçeklikleri bir algılama biçimidir. Önce, doğayı, dedik, çünkü insanın estetik duygusu şu ya da bu yolla olsun doğa karşısındaki duygusu ile ilişkisiz düşünülemez. Buna dayanarak tanımımızı biraz daha genelleştirirsek estetik duygu, ya da gerçeklik karşısındaki estetik davranış özne ile nesne arasındaki ilişkinin özel bir bicimidir diyebiliriz. Bilimsel kuramsal bilgi, bazı nesnelerin ve süreçlerin varlığını göz önünde tutar, onları beğenmek ya da onlara bir değer biçmek zorunda değildir. Gülün taçyaprağını meydana getiren hücreler bir biyolog için, vardır. Oysa sanatçı için bu hücrelerin düzenlenişi taçyaprağa belli bir nitelik verir: sanatçının «güzel» olarak değerlendirdiği kadifemsi halini verir ona. Bu nitelik, taç yaprağın maddesinin fiziko-şimik yapısının sonucu olduğu için nesnel bir gerçekliği vardır, fakat ancak artistik bilincin ona bir değer biçtiği anda kurulmuş olur bu nitelik.
Ancak, sorunu tek yanlı olarak, estetik duygunun köklerinin yalnızca canlı varlıkların biyolojik yapısında olduğunu, dolayısıyla hem yüksek, hem de aşağı düzeydeki hayvanlarda bulunduğunu ileri sürenler olmuştur geçmişte. örneğin Darwin, estetik duygunun yalnızca insana özgü olmadığını; bazı renklerin ve seslerin hem insanlara hem de aşağı düzeydeki hayvanlara zevk verdiğini; dişi kuşların, erkeklerinin parlak renkli tüylerinden, güzel seslerinden hoşlandığını ileri sürmektedir.
Türlerin Kökeni’nde Darwin, nesnelerin güzelliğinin doğada nasıl ortaya çıktığını anlatır; doğadaki güzelliğin ta ilk zamanlardan beri insanın duygularını doyurmak için yaratılmadığını, güzelliği olan birçok nesnenin insanın yeryüzünde görülüşünden çok önceleri, dolayısıyla insandan bağımsız olarak varolduğunu gösterir. Doğa, insan için güzel bir görünüm olsun diye değil, böcekleri çekerek üremesini sağlasın diye yaratmıştır çiçekleri. Başka bir deyişle çiçekler, yeryüzünde insanın gözlerinden çok önce görülmüştür.
Darwin’in bu düşünceleri, nesnel ve öznel idealizmin tam bir reddidir. Ancak o günden bugüne yapılan büyük buluşlarla zenginleşen modern bilimsel bilgi, yüksek ya da aşağı düzeydeki hayvanların, kendilerini çeken güzelliklerin farkında olmadıklarını açıkça göstermiştir. Darwin, doğa yasalarının hemen yanında toplumsal-tarihsel yasaların, hayvansal duyguların hemen yanında katıksız insani duyguların olduğunun farkında değildi. Ne kadar ilkel, ne kadar çirkin olursa olsun, vahşilerin kendi müziklerini yapmış olmaları; oysa en yüksek düzeydeki hayvanların bile böyle bir yetenekten yoksun olmaları bunu gösterir.
ilk insanların ataları alet yapmayı öğrenmiş olmasaydı ve böylece çalışma tekniklerini geliştirmiş olmasaydı, yeryüzünde yaşam, biyolojik yasaların pençesinden kurtulamaz, insan diye ortaya çıkan ve gelişen varlık insanileşemezdi. Maymun, ancak emek yoluyla ve emeğin gelişim süreci içinde yaratılmış olan toplumsal kuruluşlar yoluyla insan olmuştur. Marx ve Engels, insanlık tarihinin böylece nasıl emekten doğduğunu; bu emeğin duyguların ve yeteneklerin insanileşmesini nasıl kendisiyle birlikte getirdiğini göstermişlerdir. Çalışma âletlerinin üretimi, insanın gelişmesinde bir dönüm noktası olmuş, insan o günden başlayarak fiziksel olmaktan daha çok toplumsal olarak gelişme göstermiştir. O günden beri insanın duyguları, aklı ve yaratıcı yetenekleri devamlı olarak gelişmektedir.
Sonuçta, güzelliği ya da estetik duyguyu insanın hayvansal doğasının ya da biyolojik gelişiminin bir sonucu olarak kabul etmek olanaksızdır. Bu, duyguların, aklın ve imgelemin yaratıcı rolünü gözden kaçırmak olur. Marksçı estetikçiler bu tek yanlı soruyu, insanı, güzellik yaratmada doğa'nın başarılı bir rakibi olarak göstererek, onun yaratıcı etkinliğinin büyüklüğü ve gücü tezi ile cevaplandırırlar. Gerçekten de insan, güzelliğin yasalarını bulmuş, ona yeni yaratılar eklemiş, bunun doğal sonucu olarak kendisinin güzelliği anlama ve değerlendirme kapasitesini de geliştirmiştir. insan, çok yükseklerden avını görebilen bir kartal, ya da mor-ötesi ışınları algılayabilen bir karınca kadar keskin gözlere sahip değildir, ama maddi ve onun sonucu olarak tinsel üretimin gelişimiyle, uzak gezegenler üzerinde olup bitenleri izleyebilecek, mikrokozmoz içindeki gözle görülmez küçük organizmaları inceleyebilecek, hem mor-ötesi, hem kızıl-altı ışınları görebilecek âletler yapmıştır. Yani insan görme gücünü milyonlarca kez daha fazla geliştirmekle biyolojik sınırları öteye itmiştir. Bundan da önemli olarak, binlerce yıllık çalışma, biyolojinin yapamadığı bir işi başarmış, bir hayvanı bir insan haline dönüştürmüştür. Marx, insanın insanileşmesi olarak görür bunu. Yani, dünya tarihi, hayvansal kabalığın yenilmesinin, duygunun nesnelleşmesinin, bilincin gelişmesinin, hayvan dünyasınca bilinmeyen yeni yaratıcı yeteneklerin doğuşunun ve birçok yeni tinsel ve maddi etkinliklerin oluşumunun karmaşık bir süreci olarak ortaya çıkmaktadır. lnsanileşmiş göz, artık bir görme organından başka bir şeydir:
sayısız birleşimleri içinde renk tonlarının ve yarım-tonların estetik özelliklerini kesinlikle değerlendiren, doğa’nın ve artistik biçimlerin güzelliğinden zevk alan insan beyninin bir organıdır da.
insan, emeğiyle yalnızca çevresindeki doğayı değil aynı zamanda kendi doğasını, kendi yapısını da değiştirir. Göz, bütün öteki hayvanlarda, çevredeki nesneleri retinasında yansıtan bir organ olduğu halde, insanda, güzelliğin yasalarına göre yeni şeyler yaratmasına yardım eden tinsel bir görüş organıdır da.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın estetik duygusu, nesnel bir gerçekliğe sahip olmasına, insanı hayvandan ayıran tinsel bir güçten ortaya çıkmasına karşın, Kant’ın ileri sürdüğü gibi, «insana başlangıçtan beri önsel olarak verilmiş» bir güç değildir, tarihsel olarak, toplumsal pratik sürecinde oluşmuştur. Bu tarihsel oluşum ise, Hegel'in savunduğu gibi Mutlak Düşüncenin değişim sürecinin bir sonucu değil, toplumsal tarihsel gelişmenin bir sonucudur.
Ancak, sorunu tek yanlı olarak, estetik duygunun köklerinin yalnızca canlı varlıkların biyolojik yapısında olduğunu, dolayısıyla hem yüksek, hem de aşağı düzeydeki hayvanlarda bulunduğunu ileri sürenler olmuştur geçmişte. örneğin Darwin, estetik duygunun yalnızca insana özgü olmadığını; bazı renklerin ve seslerin hem insanlara hem de aşağı düzeydeki hayvanlara zevk verdiğini; dişi kuşların, erkeklerinin parlak renkli tüylerinden, güzel seslerinden hoşlandığını ileri sürmektedir.
Türlerin Kökeni’nde Darwin, nesnelerin güzelliğinin doğada nasıl ortaya çıktığını anlatır; doğadaki güzelliğin ta ilk zamanlardan beri insanın duygularını doyurmak için yaratılmadığını, güzelliği olan birçok nesnenin insanın yeryüzünde görülüşünden çok önceleri, dolayısıyla insandan bağımsız olarak varolduğunu gösterir. Doğa, insan için güzel bir görünüm olsun diye değil, böcekleri çekerek üremesini sağlasın diye yaratmıştır çiçekleri. Başka bir deyişle çiçekler, yeryüzünde insanın gözlerinden çok önce görülmüştür.
Darwin’in bu düşünceleri, nesnel ve öznel idealizmin tam bir reddidir. Ancak o günden bugüne yapılan büyük buluşlarla zenginleşen modern bilimsel bilgi, yüksek ya da aşağı düzeydeki hayvanların, kendilerini çeken güzelliklerin farkında olmadıklarını açıkça göstermiştir. Darwin, doğa yasalarının hemen yanında toplumsal-tarihsel yasaların, hayvansal duyguların hemen yanında katıksız insani duyguların olduğunun farkında değildi. Ne kadar ilkel, ne kadar çirkin olursa olsun, vahşilerin kendi müziklerini yapmış olmaları; oysa en yüksek düzeydeki hayvanların bile böyle bir yetenekten yoksun olmaları bunu gösterir.
ilk insanların ataları alet yapmayı öğrenmiş olmasaydı ve böylece çalışma tekniklerini geliştirmiş olmasaydı, yeryüzünde yaşam, biyolojik yasaların pençesinden kurtulamaz, insan diye ortaya çıkan ve gelişen varlık insanileşemezdi. Maymun, ancak emek yoluyla ve emeğin gelişim süreci içinde yaratılmış olan toplumsal kuruluşlar yoluyla insan olmuştur. Marx ve Engels, insanlık tarihinin böylece nasıl emekten doğduğunu; bu emeğin duyguların ve yeteneklerin insanileşmesini nasıl kendisiyle birlikte getirdiğini göstermişlerdir. Çalışma âletlerinin üretimi, insanın gelişmesinde bir dönüm noktası olmuş, insan o günden başlayarak fiziksel olmaktan daha çok toplumsal olarak gelişme göstermiştir. O günden beri insanın duyguları, aklı ve yaratıcı yetenekleri devamlı olarak gelişmektedir.
Sonuçta, güzelliği ya da estetik duyguyu insanın hayvansal doğasının ya da biyolojik gelişiminin bir sonucu olarak kabul etmek olanaksızdır. Bu, duyguların, aklın ve imgelemin yaratıcı rolünü gözden kaçırmak olur. Marksçı estetikçiler bu tek yanlı soruyu, insanı, güzellik yaratmada doğa'nın başarılı bir rakibi olarak göstererek, onun yaratıcı etkinliğinin büyüklüğü ve gücü tezi ile cevaplandırırlar. Gerçekten de insan, güzelliğin yasalarını bulmuş, ona yeni yaratılar eklemiş, bunun doğal sonucu olarak kendisinin güzelliği anlama ve değerlendirme kapasitesini de geliştirmiştir. insan, çok yükseklerden avını görebilen bir kartal, ya da mor-ötesi ışınları algılayabilen bir karınca kadar keskin gözlere sahip değildir, ama maddi ve onun sonucu olarak tinsel üretimin gelişimiyle, uzak gezegenler üzerinde olup bitenleri izleyebilecek, mikrokozmoz içindeki gözle görülmez küçük organizmaları inceleyebilecek, hem mor-ötesi, hem kızıl-altı ışınları görebilecek âletler yapmıştır. Yani insan görme gücünü milyonlarca kez daha fazla geliştirmekle biyolojik sınırları öteye itmiştir. Bundan da önemli olarak, binlerce yıllık çalışma, biyolojinin yapamadığı bir işi başarmış, bir hayvanı bir insan haline dönüştürmüştür. Marx, insanın insanileşmesi olarak görür bunu. Yani, dünya tarihi, hayvansal kabalığın yenilmesinin, duygunun nesnelleşmesinin, bilincin gelişmesinin, hayvan dünyasınca bilinmeyen yeni yaratıcı yeteneklerin doğuşunun ve birçok yeni tinsel ve maddi etkinliklerin oluşumunun karmaşık bir süreci olarak ortaya çıkmaktadır. lnsanileşmiş göz, artık bir görme organından başka bir şeydir:
sayısız birleşimleri içinde renk tonlarının ve yarım-tonların estetik özelliklerini kesinlikle değerlendiren, doğa’nın ve artistik biçimlerin güzelliğinden zevk alan insan beyninin bir organıdır da.
insan, emeğiyle yalnızca çevresindeki doğayı değil aynı zamanda kendi doğasını, kendi yapısını da değiştirir. Göz, bütün öteki hayvanlarda, çevredeki nesneleri retinasında yansıtan bir organ olduğu halde, insanda, güzelliğin yasalarına göre yeni şeyler yaratmasına yardım eden tinsel bir görüş organıdır da.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın estetik duygusu, nesnel bir gerçekliğe sahip olmasına, insanı hayvandan ayıran tinsel bir güçten ortaya çıkmasına karşın, Kant’ın ileri sürdüğü gibi, «insana başlangıçtan beri önsel olarak verilmiş» bir güç değildir, tarihsel olarak, toplumsal pratik sürecinde oluşmuştur. Bu tarihsel oluşum ise, Hegel'in savunduğu gibi Mutlak Düşüncenin değişim sürecinin bir sonucu değil, toplumsal tarihsel gelişmenin bir sonucudur.
2 Yorumlar
yazının yazarı kimdir?
@mavaranehir Estetik başlığı altında yeralan kaynak bölümüne bakabilirsiniz. İyi okumalar...