Felsefe ve Toplum bilimlerin değeri
Kral öldü !... Yaşasın Kral !.... çığlıkları geliyor her bir yandan kulaklarımıza. Bu sözler bize bir tiyatro veya bir opera sahnesini anımsatıyor âdeta. Kendimizi Shakespeare'in bir oyununda veya Brecht'in bir sahne düzenlemesinde sanabiliriz. Oysa her ikisi de değil gerçekte.
Felsefe öldü !... Yaşasın Felsefe !.... bunlar da ap ayrı nitelikte çığlıklar. Kulaklarımızı rahatsız ediyor. Ussal yapımıza ters düşüyor.
Niçin bütün bunları söylüyorum?... bu yazıya başlarken: Sorunun yanıtını vermek çok kolay olsa gerek. Gazetelerin birinde, ülkemizdeki toplum bilimlerinin acıklı durumundan söz ediyor, görkemli, ünlü öğretim üyelerimizden biri. Ayrıca konuya birçok açıdan da doğru değiniyor. Sorun şu gerçekte: Niçin Türkiye'de toplum bilimlerine yeteri ölçüde değer verilmiyor veya eğitim politikamızda teknik bilimlerin yanında gerekli ilgiyi göremiyor?...
Çünkü ülkemizde her şey plansız bir "üretim-tüketim" ekonomi modeli gereğince gerçekleştirilmek isteniyor. Bu tür bir ekonomi yapısına göre, bütün amaç yalnızca üretmek ve üretme gücünün çok üstünde gereksiz bir tüketime geçmektir. Durum böyle olunca, daha küçük yaşlarda, ailenin toplumsal olarak dayandığı sınıf ne olursa olsun, anne ve babalar çocuklarının doktor, mühendis (her şeyin mühendisi), mimar vb. meslek dallarından yetişmelerini istediklerinden, bu hammadde bireyleri kendi doğrultularında ve özlemlerinin çerçevesinde etkilerler. Öyle sanıyorum ki, ülkemizden hemen hemen hiçbir aile yoktur ki, orada doktor veya mühendis olmayı arzulayan çocuğa, ebeveyinleri bu mesleklerden herhangi birini seçme yerine, felsefe, sosyoloji veya psikoloji öğrenimi görmesini salık versin. Ayrıca, bu belirlememizin tam tersine, eğer çocuk büyük bir şans eseri, bu dallardan birini öğrenimi için gönüllü olarak seçmiş ise, onu bu tür öğrenimden yıldırmak için her yola başvurulur ailesi içinde. Çünkü açıkça bilinir ki, bu dalların çalışma alanları teknik dallara oranla çok daha az ve sınırlıdır. Üstelik, bunun yanısıra kazancı da karşılaştırılamayacak ölçüde alçak gönüllülüğü de gerektirir.
Oysa yabancı ülkelerde (özellikle Batı ülkelerinde) toplum bilimlerinin herhangi bir dalında eğitim görmüş bir birey çok daha kolay koşullar çerçevesinde iş bulur ve yaşamı için gerekli ekonomik kazancı sağlar. Yine kesinlikle ve açıkça söyleyebiliriz ki, gelişmiş dediğimiz ülkelerde felsefe'den mezun olmuş bir kimse rahatlıkla gazetecilik mesleğinde, radyo veya televizyonda, çevirmenlik işlerinde (toplum bilimlerinin her bir dalı için, o daldan yetişmiş uzmanlar çevirmenlik yapmaktadır. Çevirmenlik için yalnızca yabancı dil bilmek yeterli görülmemektedir.) Çalışabilme olanağı bulmaktadır. Ayrıca A.B.D.'inde, sinema endüstrisinde psikolog ve sosyologlar'a verilen değer başlı başına önemli bir olaydır. Yani film şirketleri (örnek; Paramounl gibi) çekilecek filmlerin ortaya çıkardığı iletişimsel sorunların çözümünü, belli bir ölçüde psikolog ve sosyologlara danışarak bulmayı yeğlerler.
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle çöken Alman sinemasının bugünkü yaratıcı kuşağı toplum bilimleri öğrenimi görmüş bu süzgeçten geçmiştir. Ayrıca bunların içinde, felsefe eğitimi görmüş olanlar önemli bir yer tutar. Çünkü, bu gibi yabancı ülkelerde her okuyan, üniversiteye giden, bizim ülkemizdeki gibi, yalnızca doktor ve mühendis yetişmek istemiyor. Yani tam tersine, bu gibi dalları seçenler bulunduğu gibi, felsefeci psikolog ve sosyolog olmayı isteyenler de var. Doğal olarak, bu dalları kendiliğinden ve bilinçli olarak seçenler arasından ünlü düşünürler yetişmektedir. Bu da gösteriyor ki, gelişmiş dediğimiz ülkelerin toplumları, ürettikleri düşünürlere gerekli değeri verdiği gibi, onları benimsiyor. Böylece kendi kültürünün oluşmasında, yetiştirdiği düşünürlerin birer odak noktası olduklarını kabul ediyor.
İşte bu nedenle, yetişmiş düşünürlerin birçoğu ülkelerinin sorunlarına ekonomik, politik, töresel ve estetiksel açılardan yaklaşarak ussal çözümler ararlar. Düşün Tarihinde bunun böyle olduğunun birçok örneğini açık ve seçik olarak görüyoruz.
Şöyle ki, bir ülkede - özellikle Türkiye'de - toplum bilimlerinin gelişmesi için, ilk önce Devlet'in en önemli Bakanlıklarından birini oluşturan Milli Eğitim Bakanlığı'nın Orta Oğretim'deki Felsefe Grubu derslerini bir matematik veya bir fizik dersine oranla daha az önemliymiş gibi göstermemesi gerekir. Yani öğrenci bu öğretim yılları sırasında Felsefe Grubu derslerini gereksiz bir öğrenim niteliğinde görememelidir. Başka türlü söylersek, bu grubun derslerini en az Fen Grubu dersleri ölçüsünde değerli bulmalı ve değerlendirmelidir. Toplum bilimlerinin evrensel gerekliliğine, birey Orta Öğretim yılları sırasında aldığı eğitimle inanabilir ancak. Oysa, ülkemizde bunun tam tersinin gerçekleştiğini görüyoruz.
Çünkü tüm öğrendiklerimizin kökeninde - Düşünce Tarih'i bunu gösterir - Felsefe'nin kaynağı bulunmaktadır. Karl Jaspers şöyle diyor: "Felsefe Denemeleri" adlı yeni yayımlanmış bir kitabında: Felsefe öğretimini Orta Öğretim yıllan sırasında başlatmak gerekir. Felsefe'yi öğretmemek, ilk önce insan varlığına varlığının ne olduğunu öğretmektir. Kaldı ki, insan varlığına varlığının ne olduğunu öğretmemek demek, onu köreltmek, ancak bir aygıt olarak ele almak demektir. Jaspers felsefe'nin insan varlığını kör olma ve aygıtlaşma durumundan kurtardığını söylemek istiyor (1). Çünkü insan öyle bir varlıktır ki, ilk önce kendine, sonra ilişkide olduğu bir başka özne'ye sorular yöneltir ve yanıtlarını arar. Hegel'in de belirlediği gibi, insan varlık olarak tarih'i oluşturduğuna göre, bunu koşut olarak Düşünce Tarih'i de onun bir ürünü olduğuna göre, insan adı verilen bu varlık her şeyden önce, bu nedenle de her şeyden daha çok bir Bilinç'tir. İşte Bilinç olması, onun Tin (Us, Ruh ve Bilinç bileşimi) olarak belirlenmesini ve Tarih'e yansıyarak Tarih'i oluşturmasını sağlar (2).
Buradan kalkarak, tüm bireyler, tüm bireylerin oluşturduğu tüm toplumlar, tüm toplumların örgütlenmesinin sonucu ortaya çıkan tüm uluslar bu yansımanın Tarih içindeki tek ve evrensel kanıtıdır. Öyleyse Felsefe, bireyden, toplumdan ve Tarih'ten kopuk olarak yalnız ve tek başına, olumsuz koşullar çerçevesinde varolamaz. Varolması için bu koşulların gerekliliği başlı başına evrensel bir koşul olduğu gibi, gerçek özgürlük de saltık bir biçimde bu koşulların oluşması için bir gerekliliktir. Ayrıca bu gereklilik evrensel bir niteliği de içerir yapısında. İşte o zaman Felsefe, yalnız felsefe değil, onunla birlikte tüm toplum bilimleri - ilkbaharın doğaya getirdiği, tüm doğanın da tüm yaşama ve tüm insanlığa getirdiği bir çiçeklenme, yeşerme, biçimlenme, yani yeniden doğma, canlılık, yaşam kazanma gibi -yeşerecek, canlılık kazanacak, çiçeklerini açacaktır, ancak bu canlanan, yeşeren ve çiçek açan nesneler yeni ürünler verebilirler. Doğanın diyalektiği evrensel bir biçim olarak bunu gerektirmektedir.
İnsan varlığı toplum varlığı veya toplum varlığı insan varlığı gibi evrenin bir parçasıdır. Bu nedenle de, evrenin bir parçası olmak demek, onun doğanın, doğanın olduğu sürece de kendisinin bir parçası olması demektir. Bu çok önemli diyalektik noktadan kalkarak, insan varlığı, içinde yaşadığı evreni, bu evrenden ötürü doğayı, doğadan ötürü de, kendisini değiştirmek, kendi yapısına yeni anlamlar kazandırmak isteyecektir. Çünkü, bu, onun tarihsel bir işlevidir. Bu işlev onu, Tarih'in en önemli bir etkeni yaptığı gibi, toplumların değişmesinde de Tarih ona bu görevi yükler.
İşte bu nedenlere dayanarak, bizim toplumumuz da, ulusumuz da ve bu ulusu oluşturan bireyler de sürekli ve sonsuza dek sürecek olan bir değişime uğramaktadır. Bu değişim ister teknolojik olsun, ister töresel olsun, ister hukuksal olsun, ister ekonomik ve politik olsun, yine de ister istemez toplumsaldır. O zaman bu her tür evrensel biçimdeki değişimleri yalnızca üretmek ve tüketmek çözümleyemez. Onların çözümlenmesi doğal olarak tüm toplum bilimlerine düşer. Düştüğü sürece de toplum bilimlerinin tarihsel görevleri, belirlenir toplum karşısında. Artık bu tarihsel andan itibaren, toplum bilimleri için lafazanlık devri biter, gerçekleri görme, onları irdeleme, irdeledikçe yeni gerçeklere varma, yeni gerçeklere ulaştıkça, yeni çözümlemelere geçme zorunluluğu başlar.
İşte o zaman, o toplumda, o ulusta, toplum bilimlerinin ne olduğu, yani kapsamı ve bu kapsamı oluşturan içeriği evrensel nitelik çerçevesinde belirlenir. Bu belirlenme ile birlikte, toplum bilimlerinin değeri ortaya çıkacak ve yeni yeni gerçek düşünürler doğacaktır. İşte bu gerçek düşünürlerin arasında, filozoflar, sosyologlar, psikologlar, eğitimciler vb. benzer toplum bilimciler, doğada her ilkbaharda açan taze çiçekler gibi, oluşacaklardır. Onların çalışmaları lafazanlığın, kıskançlığın ve bilimsel gerçeklere uymazlığın dışında, gerçekten bireye dönük, bu nedenle topluma; topluma dönük bu nedenle de bireye dönük gerçek düşünce biçimleri olacaktır.
Demek ki, ülkemizde toplum bilimlerinin evrensel değerini kazanması; Devlet'in birey ve topluma sağlayacağı, gerçekten varolma güvencesine ve özgürlüğe, Milli Eğitim Politika'mıza, toplum bilimlerinin gelişmesi için ayrılacak olan (araştırma yapma ve araştırıcı yetiştirme) bir fon'a, Liselerimizde verilecek olan doğru dürüst öğretime, Üniversitelerdeki öteki bilim dallarının bu bilimleri hor görmemesine (bir tıp öğrenimine verilen önemin aynısının bu bilimlere de verilmesine), bu tür bilimlerin birey ve toplumdan kopuk, dağınık olmamasına ve toplumda gerçek değerini bulmasına bağlıdır.
Çünkü her şeyden önce şunu bilmemiz gerekiyor: Bir ulus yalnız ekonomik gücüyle, doktoruyla (tıbbıyla), mühendisiyle belirlenemez Tarih içinde. Bir ulus aynı zamanda ve daha çok ekinsel (kültürel) yaşamının ürünleriyle belirlenir. Bu belirleme içe olduğu gibi (kendi toplumuna), dışa da (başka uluslara) aynı biçimde yansır. Niçin bizim ülkemizde de bir Kant veya bir Hegel çapında düşünürler yetişmesin?... Tarih içinde hiçbir toplum yoktur ki bir başkasına oranla lanetlenmiş olsun. Her toplum kendi düşünürlerini doğurabilecek ve yetiştirebilecek güçte bir GERÇEK'tir, tarih içinde. Yalnızca Tarihsel gerçekler yanlış yorumlanmaz ve çarpıtılmazsa öngördüğü erekten.
Notlar:
(1) Kari Jaspers, Felsefi Denemeler (Essais Phiosophiques), Petite Bibliotheque Payot. Paris. 1970. s.62-70.
(2) Hegel, Tarih içinde Us. (La Raison dans l'Histoire) s.78.
Kaynak: Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu - DÜŞÜNCE KOZMOSU
Felsefe öldü !... Yaşasın Felsefe !.... bunlar da ap ayrı nitelikte çığlıklar. Kulaklarımızı rahatsız ediyor. Ussal yapımıza ters düşüyor.
Niçin bütün bunları söylüyorum?... bu yazıya başlarken: Sorunun yanıtını vermek çok kolay olsa gerek. Gazetelerin birinde, ülkemizdeki toplum bilimlerinin acıklı durumundan söz ediyor, görkemli, ünlü öğretim üyelerimizden biri. Ayrıca konuya birçok açıdan da doğru değiniyor. Sorun şu gerçekte: Niçin Türkiye'de toplum bilimlerine yeteri ölçüde değer verilmiyor veya eğitim politikamızda teknik bilimlerin yanında gerekli ilgiyi göremiyor?...
Çünkü ülkemizde her şey plansız bir "üretim-tüketim" ekonomi modeli gereğince gerçekleştirilmek isteniyor. Bu tür bir ekonomi yapısına göre, bütün amaç yalnızca üretmek ve üretme gücünün çok üstünde gereksiz bir tüketime geçmektir. Durum böyle olunca, daha küçük yaşlarda, ailenin toplumsal olarak dayandığı sınıf ne olursa olsun, anne ve babalar çocuklarının doktor, mühendis (her şeyin mühendisi), mimar vb. meslek dallarından yetişmelerini istediklerinden, bu hammadde bireyleri kendi doğrultularında ve özlemlerinin çerçevesinde etkilerler. Öyle sanıyorum ki, ülkemizden hemen hemen hiçbir aile yoktur ki, orada doktor veya mühendis olmayı arzulayan çocuğa, ebeveyinleri bu mesleklerden herhangi birini seçme yerine, felsefe, sosyoloji veya psikoloji öğrenimi görmesini salık versin. Ayrıca, bu belirlememizin tam tersine, eğer çocuk büyük bir şans eseri, bu dallardan birini öğrenimi için gönüllü olarak seçmiş ise, onu bu tür öğrenimden yıldırmak için her yola başvurulur ailesi içinde. Çünkü açıkça bilinir ki, bu dalların çalışma alanları teknik dallara oranla çok daha az ve sınırlıdır. Üstelik, bunun yanısıra kazancı da karşılaştırılamayacak ölçüde alçak gönüllülüğü de gerektirir.
Oysa yabancı ülkelerde (özellikle Batı ülkelerinde) toplum bilimlerinin herhangi bir dalında eğitim görmüş bir birey çok daha kolay koşullar çerçevesinde iş bulur ve yaşamı için gerekli ekonomik kazancı sağlar. Yine kesinlikle ve açıkça söyleyebiliriz ki, gelişmiş dediğimiz ülkelerde felsefe'den mezun olmuş bir kimse rahatlıkla gazetecilik mesleğinde, radyo veya televizyonda, çevirmenlik işlerinde (toplum bilimlerinin her bir dalı için, o daldan yetişmiş uzmanlar çevirmenlik yapmaktadır. Çevirmenlik için yalnızca yabancı dil bilmek yeterli görülmemektedir.) Çalışabilme olanağı bulmaktadır. Ayrıca A.B.D.'inde, sinema endüstrisinde psikolog ve sosyologlar'a verilen değer başlı başına önemli bir olaydır. Yani film şirketleri (örnek; Paramounl gibi) çekilecek filmlerin ortaya çıkardığı iletişimsel sorunların çözümünü, belli bir ölçüde psikolog ve sosyologlara danışarak bulmayı yeğlerler.
İkinci Dünya Savaşı nedeniyle çöken Alman sinemasının bugünkü yaratıcı kuşağı toplum bilimleri öğrenimi görmüş bu süzgeçten geçmiştir. Ayrıca bunların içinde, felsefe eğitimi görmüş olanlar önemli bir yer tutar. Çünkü, bu gibi yabancı ülkelerde her okuyan, üniversiteye giden, bizim ülkemizdeki gibi, yalnızca doktor ve mühendis yetişmek istemiyor. Yani tam tersine, bu gibi dalları seçenler bulunduğu gibi, felsefeci psikolog ve sosyolog olmayı isteyenler de var. Doğal olarak, bu dalları kendiliğinden ve bilinçli olarak seçenler arasından ünlü düşünürler yetişmektedir. Bu da gösteriyor ki, gelişmiş dediğimiz ülkelerin toplumları, ürettikleri düşünürlere gerekli değeri verdiği gibi, onları benimsiyor. Böylece kendi kültürünün oluşmasında, yetiştirdiği düşünürlerin birer odak noktası olduklarını kabul ediyor.
İşte bu nedenle, yetişmiş düşünürlerin birçoğu ülkelerinin sorunlarına ekonomik, politik, töresel ve estetiksel açılardan yaklaşarak ussal çözümler ararlar. Düşün Tarihinde bunun böyle olduğunun birçok örneğini açık ve seçik olarak görüyoruz.
Şöyle ki, bir ülkede - özellikle Türkiye'de - toplum bilimlerinin gelişmesi için, ilk önce Devlet'in en önemli Bakanlıklarından birini oluşturan Milli Eğitim Bakanlığı'nın Orta Oğretim'deki Felsefe Grubu derslerini bir matematik veya bir fizik dersine oranla daha az önemliymiş gibi göstermemesi gerekir. Yani öğrenci bu öğretim yılları sırasında Felsefe Grubu derslerini gereksiz bir öğrenim niteliğinde görememelidir. Başka türlü söylersek, bu grubun derslerini en az Fen Grubu dersleri ölçüsünde değerli bulmalı ve değerlendirmelidir. Toplum bilimlerinin evrensel gerekliliğine, birey Orta Öğretim yılları sırasında aldığı eğitimle inanabilir ancak. Oysa, ülkemizde bunun tam tersinin gerçekleştiğini görüyoruz.
Çünkü tüm öğrendiklerimizin kökeninde - Düşünce Tarih'i bunu gösterir - Felsefe'nin kaynağı bulunmaktadır. Karl Jaspers şöyle diyor: "Felsefe Denemeleri" adlı yeni yayımlanmış bir kitabında: Felsefe öğretimini Orta Öğretim yıllan sırasında başlatmak gerekir. Felsefe'yi öğretmemek, ilk önce insan varlığına varlığının ne olduğunu öğretmektir. Kaldı ki, insan varlığına varlığının ne olduğunu öğretmemek demek, onu köreltmek, ancak bir aygıt olarak ele almak demektir. Jaspers felsefe'nin insan varlığını kör olma ve aygıtlaşma durumundan kurtardığını söylemek istiyor (1). Çünkü insan öyle bir varlıktır ki, ilk önce kendine, sonra ilişkide olduğu bir başka özne'ye sorular yöneltir ve yanıtlarını arar. Hegel'in de belirlediği gibi, insan varlık olarak tarih'i oluşturduğuna göre, bunu koşut olarak Düşünce Tarih'i de onun bir ürünü olduğuna göre, insan adı verilen bu varlık her şeyden önce, bu nedenle de her şeyden daha çok bir Bilinç'tir. İşte Bilinç olması, onun Tin (Us, Ruh ve Bilinç bileşimi) olarak belirlenmesini ve Tarih'e yansıyarak Tarih'i oluşturmasını sağlar (2).
Buradan kalkarak, tüm bireyler, tüm bireylerin oluşturduğu tüm toplumlar, tüm toplumların örgütlenmesinin sonucu ortaya çıkan tüm uluslar bu yansımanın Tarih içindeki tek ve evrensel kanıtıdır. Öyleyse Felsefe, bireyden, toplumdan ve Tarih'ten kopuk olarak yalnız ve tek başına, olumsuz koşullar çerçevesinde varolamaz. Varolması için bu koşulların gerekliliği başlı başına evrensel bir koşul olduğu gibi, gerçek özgürlük de saltık bir biçimde bu koşulların oluşması için bir gerekliliktir. Ayrıca bu gereklilik evrensel bir niteliği de içerir yapısında. İşte o zaman Felsefe, yalnız felsefe değil, onunla birlikte tüm toplum bilimleri - ilkbaharın doğaya getirdiği, tüm doğanın da tüm yaşama ve tüm insanlığa getirdiği bir çiçeklenme, yeşerme, biçimlenme, yani yeniden doğma, canlılık, yaşam kazanma gibi -yeşerecek, canlılık kazanacak, çiçeklerini açacaktır, ancak bu canlanan, yeşeren ve çiçek açan nesneler yeni ürünler verebilirler. Doğanın diyalektiği evrensel bir biçim olarak bunu gerektirmektedir.
İnsan varlığı toplum varlığı veya toplum varlığı insan varlığı gibi evrenin bir parçasıdır. Bu nedenle de, evrenin bir parçası olmak demek, onun doğanın, doğanın olduğu sürece de kendisinin bir parçası olması demektir. Bu çok önemli diyalektik noktadan kalkarak, insan varlığı, içinde yaşadığı evreni, bu evrenden ötürü doğayı, doğadan ötürü de, kendisini değiştirmek, kendi yapısına yeni anlamlar kazandırmak isteyecektir. Çünkü, bu, onun tarihsel bir işlevidir. Bu işlev onu, Tarih'in en önemli bir etkeni yaptığı gibi, toplumların değişmesinde de Tarih ona bu görevi yükler.
İşte bu nedenlere dayanarak, bizim toplumumuz da, ulusumuz da ve bu ulusu oluşturan bireyler de sürekli ve sonsuza dek sürecek olan bir değişime uğramaktadır. Bu değişim ister teknolojik olsun, ister töresel olsun, ister hukuksal olsun, ister ekonomik ve politik olsun, yine de ister istemez toplumsaldır. O zaman bu her tür evrensel biçimdeki değişimleri yalnızca üretmek ve tüketmek çözümleyemez. Onların çözümlenmesi doğal olarak tüm toplum bilimlerine düşer. Düştüğü sürece de toplum bilimlerinin tarihsel görevleri, belirlenir toplum karşısında. Artık bu tarihsel andan itibaren, toplum bilimleri için lafazanlık devri biter, gerçekleri görme, onları irdeleme, irdeledikçe yeni gerçeklere varma, yeni gerçeklere ulaştıkça, yeni çözümlemelere geçme zorunluluğu başlar.
İşte o zaman, o toplumda, o ulusta, toplum bilimlerinin ne olduğu, yani kapsamı ve bu kapsamı oluşturan içeriği evrensel nitelik çerçevesinde belirlenir. Bu belirlenme ile birlikte, toplum bilimlerinin değeri ortaya çıkacak ve yeni yeni gerçek düşünürler doğacaktır. İşte bu gerçek düşünürlerin arasında, filozoflar, sosyologlar, psikologlar, eğitimciler vb. benzer toplum bilimciler, doğada her ilkbaharda açan taze çiçekler gibi, oluşacaklardır. Onların çalışmaları lafazanlığın, kıskançlığın ve bilimsel gerçeklere uymazlığın dışında, gerçekten bireye dönük, bu nedenle topluma; topluma dönük bu nedenle de bireye dönük gerçek düşünce biçimleri olacaktır.
Demek ki, ülkemizde toplum bilimlerinin evrensel değerini kazanması; Devlet'in birey ve topluma sağlayacağı, gerçekten varolma güvencesine ve özgürlüğe, Milli Eğitim Politika'mıza, toplum bilimlerinin gelişmesi için ayrılacak olan (araştırma yapma ve araştırıcı yetiştirme) bir fon'a, Liselerimizde verilecek olan doğru dürüst öğretime, Üniversitelerdeki öteki bilim dallarının bu bilimleri hor görmemesine (bir tıp öğrenimine verilen önemin aynısının bu bilimlere de verilmesine), bu tür bilimlerin birey ve toplumdan kopuk, dağınık olmamasına ve toplumda gerçek değerini bulmasına bağlıdır.
Çünkü her şeyden önce şunu bilmemiz gerekiyor: Bir ulus yalnız ekonomik gücüyle, doktoruyla (tıbbıyla), mühendisiyle belirlenemez Tarih içinde. Bir ulus aynı zamanda ve daha çok ekinsel (kültürel) yaşamının ürünleriyle belirlenir. Bu belirleme içe olduğu gibi (kendi toplumuna), dışa da (başka uluslara) aynı biçimde yansır. Niçin bizim ülkemizde de bir Kant veya bir Hegel çapında düşünürler yetişmesin?... Tarih içinde hiçbir toplum yoktur ki bir başkasına oranla lanetlenmiş olsun. Her toplum kendi düşünürlerini doğurabilecek ve yetiştirebilecek güçte bir GERÇEK'tir, tarih içinde. Yalnızca Tarihsel gerçekler yanlış yorumlanmaz ve çarpıtılmazsa öngördüğü erekten.
Notlar:
(1) Kari Jaspers, Felsefi Denemeler (Essais Phiosophiques), Petite Bibliotheque Payot. Paris. 1970. s.62-70.
(2) Hegel, Tarih içinde Us. (La Raison dans l'Histoire) s.78.
Kaynak: Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu - DÜŞÜNCE KOZMOSU