Lyotard ve Postmodern Durum

Jean François Lyotard 'Postmodern Durum' adını verdiği, bu konudaki tartışmalarda çok yankı uyandırmış olan kitabında dünyadaki en gelişmiş toplumlarda bilginin durumunu betimlemeye çalışmıştır. Onun için kitabına bu adı vermiştir. Lyotard'ın probleme temel yaklaşımı temsil krizini (crisis of representation) aşabilmenin yolunu aramaktır. Bunu temsile dayanan bilim pratiklerinden temsile dayanmayan pratiklere sıçrayarak yapmaya çalı maktadır. Bunun için de dildeki incelemelere yani dilbilime (linguistic) başvurmaktadır. Bunu yaparken de dilbilimin pragmatiğini ön plana çıkarmaktadır. Lyotard'ın bilgi ve bilim bakımından temel görüşü, bir "consensus". arayışı olmayıp; bir paraloji (mantığa aykırı) pratiği olarak kararsızlıklar arayışı olduğu biçimindedir. Artık bilginin iç tutarsızlıklardan kurtulabileceğini ummamaktadır.

Lyotard, bilimin sadece gerçeği (truth) aramadığını aynı zamanda da kendini meşrulaştıran söylemi oluşturduğunu söylemektedir. bu işlevi felsefe görmektedir. Hem modern bilim bir üstsöylemle (metadiscourse) kendini meşrulaştırır. Tinin diyalektiği, anlamın hermeneutiği, öznenin özgürleşimi ya da zenginliğin yaratımı gibi (grandnarrative) üstanlatılar bu işlevi yerine getirmektedir. Lyotard'a göre postmodernizm bu üstanlatılara kuşku ile bakmaktadır, bunlar çökmüştür. Bunun nedeni de metafıziğin ve üniversitenin krize uğramasıyla ilgilidir. Postmo- dern bilgi artık otoritelerin bir aracı değildir, farklılıklara duyarlılığımızı arttırmakta , bizim ortak olarak kabul edilene uymayana tolerans gösterme kabiliyetimizi yükseltmektedir.

Lyotard, bilgisayarlaştırılmış ve bilginin üretimin esas gücü haline geldiği, ulus devletin geçmişte toprağını korumada gösterdiği duyarlılığı şimdi bilginin kontrolunda göstermeye başladığı toplumlardaki, meşrulaştırma işlevinin yerine getirilmesinde bilginin konumunu ele almaktadır. Bu işlev iki tür bilgi tarafından yerine getirilmektedir. Bilimsel bilgi tüm bilgi alanını kapsamamaktadır. Bununla ayrışan, çelişen bir bilgi daha vardır anlatıdır.narratıve . Bu ıkınci tür bilgi geçmişte olduğu gibi günümüzde de işlev görmektedir.

Bilimin meşruluğu sorunu Platon'dan beri .kanun koyucunun meşruiyetiyle ilişkili görülmektedir. Neyin doğru olduğuna karar verme hakkı, neyin haklı (adil) olduğu kararını vermeden bağımsız kalamamaktadır. Yani bilim denilen dil ile ahlak ve politika denilen dil arasında bir iç bağıntı vardır. Gü- nümüzde ise bilim yeni teknolojiler yoluyla egemen güçlere daha da çok teslim olmuş durumdadır. Bilgi ve güç aynı şorunun iki ayrı yüzüdür. Bilgisayar çağında, bilgi sorunu daha çok hükümet sorunu haline gelmiştir.

İşte bu olguyu analiz edebilmek için Lyotard yöntem olarak Wittgenstein'ın başka bir amaçla geliştirdiği 'dil oyunlan' kavramından yararlanmaktadır. Dil oyıınları ile kastedilen değişik söylenim türlerinin kuralları içinde kalarak sürekli bir mücadelenin sürdürülmesidir. Bu dil oyunlarının özelliklerini Wittgenstein şöyle tanımlamıştır;

1) Dil oyunlarının kurallan kendi içlerinde kendi meşnıluklarını taşımazlar ama oyuncular arasında açık ya da üstü kapalı olarak üzerinde uzlaşılmıştır.

2) Eğer kural yoksa oyunda yoktur, kuraldaki en küçük değişiklik oyunu değiştirir. Kurala uymayan bir ifade ya da hamle oyunâ dahil değildir. 3) Her ifade oyunda bir hamledir. Konuşmak, mücadele etmektir. Bu mutlaka kazanmak anlamında değildir. Bir hamlenin keşfedilmesinden alınan tad için de yapılmaktadır. Dil ve sözün gelişimi sürecinin arkasındaki kelimelerin, ibarelerin anlamının sürekli değişiminin keşfı de büyük haz vermektedir. Ama bu haz bile bir tür başarıya bağlı olacaktır. Bir toplulukta heterojen ögelerden oluşan, değişik dil oyunları yer almaktadır. Bunlara dayanarak sadece yerel determinizmler oluşturulabilmektedir.

Meşrulaştırmada dayanılan toplumsal bağ ancak dil hamlelerinde 'ya da dil oyunlarında gözlemlenebilecektir. Bu gözlemi yapabilmek için de topluma hangi temsili tasarım içinde yaklaşıldığına açıklık kazandırmak - gerekecektir. Modern düşüncede genel hatlarıyla toplumları iki farklı kavramsal betimleme biçimi vardır. Bunlardan birincisi topluma kendi kendini düzenleyici işlevsel bir bütün olarak bakmaktır. Buna ~göre sistemin esas amacı girdileriyle çıktıları arasındaki ilişkileri optimize etmek ve performansını etkinleştirmektir. Bu yaklaşım teknokratlara çok çekici gelmekte ve onları sistemi tek ve bütün pratiklerle yönlendirme eğilimine itmektedir.

Bunu Horkheimer 'akıl paranoyası' diye adlandırmıştır. İkincisi marksizmin toplum modelidir. Bir çatışmacı eleştirel model içinde bilginin işlevi farklı olacaktır. Modem toplumlarda toplumun iki farklı türde modelleştirilmesi ya da temsil edilmesi birbiriyle yanşan iki model olarak varlığını korurken. iki farklı bilgi yaklaşımı da sürekli olarak kendilerini yeniden üretebilmişlerdir. Bunlardan birini seçmenin yolu bulunamaz. Bu seçim keyfi olmak durumundâdır. modernizm şeçme sorunundan kaçınmanın yolunu bilgiyi ikiye ayırmakta bulmuştur Bunlardan birincisi doğrudan maddelere ve insana uygulanacak sistem içinde üretici güç olarak işleyecek pozitivist bilgidir: Diğeri ise değerler ve amaçlar üzerinde duran eleştirel, düşünsel ya da yorumsamacı bilgi olmuştur.

Postmodernizmde bilgiyi böyle ikiye ayırma; artık bir çözüm olmaktan çıkmaktadır. Ulus devletler, partiler, kurumlar, tarihsel gelenekler çekiciliğini kaybetmektedirler. Bunlara ve üstanlatı çökmesine bakarak toplumsal bağların tamamen çözüleceği, atomlaşmış bireylerden oluşan topluluk- ların ortaya çıkacağı düşünülmemelidir. Bir kişi tek başına çok şey ifade etmez ama hiçbir kimse bir ada değildir. Her kişi eskisinden daha hareketli ve karmaşık bir ilişkiler ağında var olmaktadır. Bir toplumda en az ayrıcalıklı kişi bile tamamiyle güçsüz değildir. Bu ilişkiler ağı içındeki kişilerin toplumsal bağlarının nasıl kurulduğu bir ~ "dil oyunu" sorunu olmaktadır. Bu bağın kavranmasında toplumsal ilişkilerin sadece iletişim anlayışı çevresi içinde düşünülmesi yetersiz kalmaktadır. Topluma bu biçimde bilginin iletişimi ile çalışan bir 'cybenetic' makine olarak bakmak yetersizdir. Böyle bir makine ancak önceden verilen bir programı gerçekleştirilebilir. Bilginin cybernetic makine dışındaki etkisini, toplumun agonistik(tartışmayla istediğini elde etme) yönü sağlamaktadır. Bunun için de dil oyunlarına eğilmek gerekmektedir.

Toplumda yeni olanı anlamak için dil oyunlarını ele almak gerekir, sadece 'innovation' üzerinde durmak yeniyi açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle toplumsal bağların niteliğini kavramakta dil oyunları özellikle önem kazanmaktadır. Bu bağların niteliğini belirleyecek olan potansiyel dil hamleleri üzerine toplumsal kurumların koyduğu sınırlar değişmez değildir. Bunu da değişme içinde kavramak gerekir. Bilimsel bilginin üretilmesini sağlayan araştırma ve yeniden üretimini sağlayan eğitimin meşrulaştırılmasında (performativity) başarı ya da işlevin yerine geçmeye başlamıştır. Bilimin kanıtlama süreçlerinde bir çeşitlenme ve karmaşıklık derecesinde bir artış olmuştur. Kanıtlamanın yerini optimal performance almaya başlamaktadır. Teknoloji ve kar arsındaki organik bağ teknoloji ile bilimin birliğinin önüne geçmektedir.. Önem verilen amaç güçtür. Bilim adamları, teknisyenler ve araçlar lıepsi gerçeği bulak için değil güç sağlamak için satın alınmaktadır. Yasaların normatifliğinin yerine süreçlerin Bir kişi teknolojiyi denetimini güçlendirerek, gerçeğe yaklaşmasını artırır , doğru ve haklı olma olasılığı artar. Öte yandan bir kimse kara verme otoritesine sahipse ve bilimsel bilgiye ulaşabiliyorsa teknolojik .güçle başka bir deyişle, gücün artışı kendi kendini meşrulaştırmaktadır. Bu da gittikçe veri stok aması ve onun ulaşılabilirliği ile bilginin işgörürlüğü alanına yönelmektedir.

Lyotard, bilimsel bilginin pragmatiğindeki bu gelişmeyi anlattıktan sonra postmodern bilimi kararsızlıkların araştırılması olarak tanımlamaktadır. Bilimsel bilgi determinizm bunalımına çözüm aramaktadır. Bunun çözümü için bibilimsel oyunda yeni hamlelerin, hatta dil oyununda yeni kuralların keşfedilmesi gerekmektedir.

Determinizm, işlevini başarıyla yerine getirme (performativity) yoluyla meşruştırmanın dayandırıldığı bir hipotezdir. Bu hipoteze göre bir sistemin girdi-çıktı oranları denetlenerek, göreceği işlevler önceden kestirilebilecektir. Bu pozitivist etkinlik (effıciency) felsefesi içindeki bir ele alıştır. Lyotard'a göre bu pozivist anlayış içinde bilim gelişemez Bilimsel bilginin gelişimi; karşı örneklerin ortaya çıkarılması, varolan yâsalar içinde kavranılamaz olanın keşfedilmesi, paradoks gibi görünen bir savın desteklenmesi vb. yöluyla olur. Bunların hiçbirinde ise doğrudan bir etkinlik sağlama kaygısı yoktur.

Bilimsel bilginin matematiksel dili olarak türevi alınabilen sürekli fonksiyonlar. ve buna dayanarak kestirimde bulunma önemini kaybediyor. Postmodern bilim; kendisini karar verilemezler, açık denetimin sınırları, eksik enformasyon tarafından karakterize edilen çatışmalar, "fracta", katastrollar ve pratik paradokslarla ilgili kılarak, kendi evrimini süreksiz, katastrofık, yenilenemez ve paradoksal olarak kurumsallaştırıyor ve bilgi kelimesisinin anlamını değiştiriyor, böyle bir değişimin nasıl yer alabileceğini açıklıyor. Bir anlamda bilineni değil bilinmeyeni üretiyor. Böyle bir bilim anlayışında meşrulaştırma işlevini etkin olarak yerine getirmeye dayandırılmamaktadır. Meşrulaştırma paralojiyle sağlanmaktadır.

Zaferler

Alain

Bir insan mutluluğu aramaya başladı mı, onu bulamamaya mahkum demektir; bunun anlaşılmayacak bir yanı da yoktur. Mutluluk o vitrindeki, bedelini ödeyip sardırarak alıp götürebieceğiniz eşya değildir, iyi dikkat etmişseniz, o eşya vitrinde kırımızıysa, evinizde de kırmızı; vitrinde maviyse, evinizde de mavi olacaktır. Oysa mutluluk, ancak onu ele geçirdiğiniz zaman mutluluk olur; onu, çevrenizde, kendinizin dışında arayacak olursanız, hiçbir şey size mutluluk gibi görünmez. Yani, mutluluk üzerine ne mantık yürütebilirsiniz, ne de bir tahminde bulunabilirsiniz; onu hemen elde etmek gerekir. Mutluluğu gelecekte görüyorsanız, iyi dü­şünün, ona şimdiden sahipsiniz demektir. Ummak, mutlu olmak demektir.

Şairler, çoğu kez düşüncelerini iyi ifade edemezler; nedeni de belli: Heceleri kafiye düzenine koymak için o kadar zahmet çekerler ki, bilinenleri yinelemekten ileri gidemezler. Mutluluğun uzaktayken pırıl pırıl parladığını, ama elde edilince hiçbir değeri kalmadığnı söylerer; tıpkı gökkuşağı­nı yakalamak ya da bir kaynağı avcunun içinde tutmayı istemek gibi bir şey. Ama, bu basmakalıp bir sözdür. Mutlulu­ğun peşinde koşmak sözde mümkündür ama, gerçekte de­ğil; çevrelerinde mutluluk arayanları en çok üzen nokta, bir türlü onu istemeyi başaramayışlarıdır. Briç oynamak bana hiçbir şey ifade etmez; çünkü ben briç oynamam. Boks ve eskrim için de durum böyle. Müzik de, ancak birtakım güç­lükleri yenmesini bilenin hoşuna gidebilir; okumak da öyle. Balzac'ı okumaya girişmek için cesaret ister; başlangıçta adamı heyheyler basar. Tembel okuyucuya dikkat edin: Yaprakları karıştırır, şurasından burasından birkaç satır okur kitabı fırlatıp atar. Okuma mutluluğu o kadar umulmadık bir şeydir ki, tiryaki bir okuyucu bile buna şaşmaktan kendini alamaz. Bilgi uzaktan hoşa gitmez, içine girmek gerekir. Başlangçta kendini sıkıntıya sokmak, sürekli olarak da güç­lüğe katlanmak gerekir. Düzenli bir çalışma ve üst üste elde edilen zaferler; işte mutluluğun formülü! Yapılan iş, kağıt oyunu, müzik ya da savaş gibi, birçok kişi tarafından birlikte yapılan bir işse, mutluluk o oranda güçlü olur.

Ama hareket, çalışmak, zafer gibi aynı nedenlerden ileri gelen gizli mutluluklar da vardır; öreğin, birbirine çok benzeyen cimrinin ve koleksiyoncunun mutlulukarı gibi. Eski altınları çömleğe dizen cimriyi neden ayıplar da, vitrinlere zümrütler, fildişleri, resimler ya da ender bulunur kitaplar dizen kişilere hayran oluruz? Altınları başka zevkler uğ­runa bozdurmayan cimriye kıarız, oysa nice kitap koleksiyoncuları vardır ki, kirlenmesinler diye kitaplarına el sürmezler. Gerçekte bu mutluluklar, bütün mutluluklar gibi, uzaktan tadılabiecek şeyler değildir; posta pullarını koleksiyoncu sever, aynı pullardan ben bir şey anlamam. Boksör boksu sever, avcı avı, politikacı politikayı... İnsanlar serbest hareket içinde mutludurlar; kendilerine çizdikleri kurallar yüzünden mutludurlar; bilimde ve futbolda olduğu gibi, kö­rü körüne kabul edilen disiplin yüzünden mutludurlar. Uzaktan bakılınca, bütün bu sorumluluklar insana çok sıkı­cı, tatsız şeyler gibi görünür. Mutluluk, peşinden koşmayanları gelip bulan bir ödüldür.

Kaynak: Alain - Mutlu olma sanatı

Bilgi nedir ve nasıl oluşur?

Bilim, yalnızca bir bilgi edinme etkinliği değildir. Onun bir eylem yönünün olduğu da unutulmamalıdır. “Bilimsel araştırma”, “bilimsel davranış” gibi deyişler, bilimin bu yönünü göstermektedir. Bunlar ileriye bırakılıp, yanıta,“Bilgi nedir?” sorusuna yanıt aranan, “bilgibilim” (epistemoloji) noktasından başlanabilir.

İnsan da doğanın bir parçasıdır. Öteki canlılar gibi nesneler dünyasında yaşar. Ancak, onlardan ayrı olarak, cansız doğa, canlı varlıklar ve kendisi hakkında bilgiler edinir. Bilgi edinmekle kalmaz, bilgilerine göre davranır. Bu bakımdan insanın, “nesneler dünyası” yanı sıra bir “simgeler dünyası” içinde yaşadığı söylenebilir.

Hayvan belli bir anda bir şeyi yapar. Otlanır, avlanır veya çiftleşir. İnsan, hayvanlardan farklı olarak, genellikle iki işi birden yapar. Yaptığı hemen her şeyi simgeleriyle kafasında da yapar ve belleğine atar. Bu gerçeğe dayanılarak, şimdilik, bilginin nesneler dünyasının insanın kafasındaki (beynindeki, zihnindeki) simgesel yansıması olduğu söylenebilir.

Ancak, düşünceler nesneler evreninin bir simgesel yansıması olarak başlasa da, düşünme eylemi onunla bitmez. İnsan nesneler kadar nesnelerin simgeleri üzerinde de düşünür. Bununla kalmaz, nesneler evreninde karşılığı bulunmayan simgeler yaratıp onlar hakkında da bilgi biriktirebilir. Daha önemlisi, simgeler, simgelerden kurulu düşünceler, her zaman kafatasının sınırları içinde kalmaz. İnsanın eylemini, davranışını, dolayısıyla dönüp, nesneler evrenini etkileyebilir.

Bu noktada, bilginin ne olduğunu daha eksiksiz kavrama yolunda bir adım daha atma olanağı buluyoruz. İnsanın doğayı ve doğanın bir parçası olarak kendisini, toplumunu öğrenip etkilemesi “emek etkinliği” yoluyla gerçekleşir. Gene hayvanlarla bir karşılaştırma yapılabilir. Hayvanlar gereksinimlerini karşılama, yaşamda kalabilme yolunda “çabalama” denebilecek davranışlar gösterirler. İnsan bunun yanı sıra “emek” döker. Emek etkinliği ise, bedensel çalışma ile birlikte kafayı çalıştırmanın ve bunların ürünleri olarak “maddesel araçlar” ile “simgesel araçlar” olmak üzere dördünün birlikte kullanılmasıyla gerçekleştirilir.

Kimi bilginlerin, insan için, “araç yapan canlı” anlamına gelen, Latince bilim kavramıyla Homo faber deyişini kullanmaları, boşuna değildir. Kavramı ilk olarak (paratonerin de bulucusu olan Amerikalı bilgin ve politikacı) Benjamin Franklin (1706-1790) kullanmıştı. Marx (1818-1883) Kapital adlı başyapıtında, emek etkinliğinin önemini vurgularken bir dipnotunda (1), insanların arı, karınca gibi hayvanlardan ayrı olarak, araçlarını değiştirip geliştirdiklerini yazmıştı. İngiliz bilimcisi Kenneth P. Oakley yapıtına “Araç Yapan İnsan” (2) adını vermişti. Burada söz konusu ettiğimiz yalnızca “maddesel araçlar” değil, aynı zamanda “simgesel araçlar”dır. Simgesel araçların önemine Alman bilgin Ernst Cassirer (1874-1945) dikkat çekmiştir. Öteki hayvanların da bazı nesneleri araç olarak kullanabilip, tek tük araçlar yapabilirken, bir araç türünün yalnızca insanlarca yaratılıp kullanıldığını yazmıştır: simgesel araçlar. Bu olgudan giderek insanı Homo symbolicum (3) olarak tanımlamıştır.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında, genel olarak bilginin insanın “simgesel araçlar” takımını oluşturduğu söylenebilir. Onu daha iyi kavramak için, nasıl edinildiğine, nasıl kullanıldığına bakmak gerek. Ondan sonra “bilimsel bilgi” türünün incelenmesine geçilebilir.

Bilgi edinmenin önkoşulu “bilen özne” ile “bilinen nesne” ayrımının varlığıdır. Bunun anlamı, canlılığın evriminde simge işleyebilecek niceliğe (iriliğe) ve niteliğe (bozmaddeye, neo-kortekse) sahip bir beyne ulaşılmış olmasıdır. Yetmez, bu olgunun, yani simge işleme (düşünme) yetisinin bilincine erilmiş olması gerekir. Bilinen evrende bu anlamda bilince sahip olan (bildiğini bilen) tek varlığın insan olduğu da kabul edilmelidir.

Bunun “sözünü etmeye bile gerek olmayan apaçık bir gerçek” olduğunu söyleyebileceklere bir yanıtımız var: Onlara, ancak “imge” işleyebilip “simge” bile işleyemeyecek düzeyde bir beyne sahip hayvanların düşündüğünü söyleyenleri gösterebiliriz. Dahası bitkilerin, hatta cansız doğa güçlerinin bile düşündüğünü düşünenlerin dün olduğu gibi bugün de bulunabileceğini anımsatırız.

Öte yandan doğru düşünme ve gerçeği bilme yetisini, tek “bilen özne” olan insandan “esirgeyenler” vardır. Gerçekten, “her şeyi bilme” gücünü, beyni şöyle dursun hiçbir maddesel varlığının bulunmadığı söylenen, “aşkınözne” denebilecek sanal varlıklara “bağışlayan” inançlara sahip kimselerin varlığına ne demeli? Bu kimselerin, insanlığın kültürel evriminde, “bilim çağı” denebilecek düzeye ulaşılan bir yüzyılda, bilimsel eğitim kurumlarını bile ele geçirebildikleri akıldan çıkarılmamalı.

Adı “Bilim Araştırma Vakfı” olan bir kuruluşun başyazarının, Hayalin Diğer Adı: Madde (4) başlığını taşıyan yapıtına bakın: Kapak resminde ve kitabın içinde, bir parkta görülen ağaçların, insanların kafasındaki imgesinin ve bilgisinin gerçeği (gerçekliği) yansıtmadığı ileri sürülmekte. Kanıtı: bunların beynimizdeki elektrik sinyallerinden başka bir şey olmadığı. Dolayısıyla bu tür görüntülerden oluşturulmuş bu dünya bilgilerimizin aslında yanılsamalar olduğu. Buradan giderek “düşünür ve yazar” parkın, ağaçların ve insanların (bu dünyanın) aslında var olmadığı yargısına varmaktadır. Bu kanıtlarını “Madde yoksa Allah vardır ve bütün o görüntüleri yaratan Allah’tır” (5) sonucuna bağlamaktadır. Kendisine hak verenler bu görüşlerini destekleyecek düşünceleri felsefede (örneğin Platon’un ve Plotinus’un düşüncelerinde) ve dinde (6) arayıp bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.

Parkın, ağacın, insanın kafamızdaki yansısı (bilgisi), kuşkusuz, nesnel dünyadan gelip duyu organlarıyla, elektrik akımlarına kodlanarak sinirler üzerinden gönderilen sinyallerden beyinde oluşturulmuş görüntülerdir. Gözümüze ağacın budağı girip, beynimizde mikroskobik boyutlara indirilmiş insanlar dolaşacak değil ya! İnsanın bütün bilgileri (yazarın bu dünyayı yadsıyan görüşleri içinde) simgelerden kurulan düşüncelerden oluşur. Nereden gelir bu düşünceler? İnsan doğarken beyninde tek bir bilgi ile (örneğin bilginin taşıyıcısı anadilden edinilmiş tek bir sözcükle) gelmediğine göre, kaynağı başka yerde aranmalı. İlk kaynakları doğa nesneleri ve doğa olaylarıdır. Son kaynağı, doğanın, duyu organlarımız kanalıyla ışık, ses gibi uyarıcı özelliklerine dayanılarak beyinde yaratılan imgelerle ve simgelerle kurulan görüntüleridir. Giderek, ya onların (“guguk kuşu” gibi) doğadan alınan, ya da (“doğa yasası”, “orman yasası” gibi) kafada yaratılan simgelerine dayanılarak verilmiş adlar, kavramlardır.

Ancak, kafamızdaki görüntüler, adlar, kavramlar konusunda özen gösterilmesi gereken bir gerçek var: Kafamızda olsun, televizyon ekranında olsun, iki tür görüntü bulunmaktadır: Doğada nesnel karşılığı bulunanlar ve bulunmayanlar. Parkta gördüğümüz (göstericileri coplayan) polisin kafamızdaki görüntüsüyle televizyondaki bir aksiyon filminde gördüğümüz (çatıdan çatıya uçan) polisinki, “ikisi de görüntü” diye, aynı çuvala konup varlıkları yoklukları hakkında ikisini de kapsayacak yargılara varılmamalı. Aynı çuvala koymak, çarpık bir gerçek, çarpık bir bilgi, çarpık bir “bilim”, çarpık bir “araştırma” anlayışı olur.

“Bilgi nedir?” sorusunun yanıtına, somuttan alınan bir örnek ve ona dayanacak soyut bir yargı ile şöyle nokta konabilir: Uyurken telefonunuz çalıyor. Açıyorsunuz, sevgilinizin sesi. Doğum gününüzü kutluyor. Düş mü, gerçek mi? Bir haftadır dargınsınız. Duyduğunuz kuşkusuz onun (kendi) sesi değildir. Sesinin, yarattığı titreşimlerle, elektrik sinyalleriyle birçok aracıda, birçok aşamada dönüştürülüp kodlanmış karşılığıdır. Onun gerçek duygularını yansıtıp yansıtmadığını belki bilemezsiniz. Ama gerçek konuşmasını yansıtıp yansıtmadığını, düşünüzde konuşup konuşmadığını anlamak güç değil. Ertesi gün gidip sorarsınız: “Sen mi telefon açmıştın dün gece yarısı; uykuluydum; ne demiştin, tam anlayamadım?” Yüz yüze gelmenize bile gerek yok. Sabahleyin uyanınca telefon açıp onaylatmanız yeter.

Yukarıdaki örneğin de gösterdiği gibi, imgeler (özürlü algılama ürünleri de olabilirler), simgeler (içlerinde gerçekliği yeterince doğru yansıtmayanlar da bulunabilir), kavramlar (gerçekliği yeterince karşılayıcı olmayabilirler), bilgiler (duygularla çarpıtılmış olabilir ya da yeterli gözlemlere dayandırılmış bulunmayabilirler) gerçekliğin, simgelerden kurulu olup, onu çeşitli oranlarda kapsayıp yansıtan “modelleridir”.

Gerçekliği (kasıtlı - kasıtsız) yanlış yansıtan, çarpıtan, tepetakla gösteren modeller de üretilmiş olabilir. Onların gerçekliği doğru yansıtıp yansıtmadıkları, ne ölçüde yansıttıkları araştırılabilir. Böyle bir araştırma bir yandan (mantıksal tutarlılığına bakmakta olduğu gibi) simgesel araçlarla kafada, konuşmalarda ve tartışma yazılarında yürütülebilir. Öte yandan, geçekliğin (olguların) simgesel modelleri, yaşam pratiğiyle, deneyimle, emek etkinliği (üretim etkinliği) sırasında sınavdan geçirilebilir. Gerçekliği yansıtma dereceleri, konu ona uygunsa laboratuvar deneyleriyle bilimsel doğrulama - yanlışlama yöntemleriyle ortaya konabilir.

Örneğin “ısıtılan metallerin genleştiği” sanısı doğmuşsa ya da ortada böyle bir kanı varsa, o “bilimsel varsayım” değerindedir. Gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı araştırılabilir: Bir at arabası tekerleği çemberi, soğukken dar gelip takılmazken, ısıtılınca tekere kolaylıkla geçirilmiş, soğuyunca onu sımsıkı sarmışsa, o konudaki bilgimiz gerçekliği doğru yansıtmaktadır. Bu örnek de gösteriyor ki, bilen özne olarak insan gerçekliğin doğru bilgisini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle edinebilir.


Kaynak: Alâeddin Şenel - Bilim ve Bilimsel Yöntem


Dip Notlar:

1) Karl Marx, Kapital, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011.

2) İng. Man The Tool Maker, K. P. Oakley, 6. Basım, Chicago, 1976.

3) Ernst Cassirer, Philosophy of Symbolic Forms, Yale Universty Press, Three Volume. Türkçede, Sembolik Formlar Felsefesi, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, 3 Cilt, Ankara, 2005.

4) Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde, Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2001.

5) Age, s.194.

6) Dünya yaşamının bir oyun olduğu hakkında bkz. Kuran, En’am, 32; Ankebut, 64; Allah’ın her an (görüntüler?) yaratması hakkında bkz. Rahman, 29.

Adalet ve Adaletsizlik

Toplumsal-siyasal bilinçte büyük bir rol oynayan, normativ ahlâk kavramları. Edimleşmiş ya da dü­şüncedeki bir durum, insanın özüne, haklarına ve gereksinimlerine uygun düşen ve karşılık veren ya da onlarla çatışan, bu nedenle de düzeltilmesi gereken bir durum oluşuna bakılarak, Adalet ve Adaletsizlik terimleri içinde tanımlanır. İyi ve kötü kavramlarından farklı olarak, Adalet ve Adaletsizlik kavramları, yalnızca tek bir fenomene bakılarak değil, ama iyi ile kötü­nün insanlar arasında nasıl dağıldığı açı­sından birçok fenomene toplu olarak bakı­larak da ortaya konur. Böyle bir şey, özellikle kişilerin (sınıfların) toplumda oynadıkları rol ile kendi toplumsal konumları arasındaki, yapılan çalışma ile karşılığının alınması arasındaki; emek ile emeğin karşı­lığı, suç ile ceza, insanların meziyetleri ile insanların toplumda kabul görmeleri arasındaki; haklar ile ödevler arasındaki, vb. karşılıklı bağıntıyla ilgilidir.

Adalet ve Adaletsizlik kavramlarının içeriği, tarihsel olarak belirlenimlidir. Marx ve Engels’e göre, emekçi kitleler, Adalet ve Adaletsizlik kavramları içinde ele alınabilirler; ancak, böyle bir şey, nesnel tarihsel yasaların bilinçli olarak anlaşılmasıyla aynı şey değildir. Onun için, bilimsel toplum tarihi kuramı, Adalet ve Adaletsizlik kavramlarından kalkarak sonuçlamalara varmaz.

Yine de bu kavramlar, bu gibi yasaların işleyişinin iç­ güdüsel olarak farkına varılabileceğini yansıtır; örneğin, emekçi kitlelerin kapitalist toplumu adaletsiz olarak görmeye baş­lamaları, bu sistemin tarihte ömrünü doldurmaya başlamış olduğunu gösterir.

Kaynak: İvan Frolov - Felsefe Sözlügü

Halil Cibran'dan seçme aforizmalar

1-Eğer var oluş, var olmamaktan daha iyi olmasaydı, hiçbir varlık olmazdı.

2-İnsanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir.

3-Hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz; ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.

4-Ben, bu ulu okyanusta bir damlayım yalnızca.

5-Kardeşlerim şimdi ne söylüyorsam tek yürekten, yarın söylenecek binlerce yürekten.

6-Beni sempatilerinin sütüyle besliyorlar; oysa bilseler benim o mamadan daha doğduğum gün vazgeçtiğimi.

7-İnsan, binlerce yıl evvel, deniz ve rüzgârın sözcükleri kendisine hediye etmesinden önce; sık ormanlar içinde kaybolan benliğini arayan, zihni karışmış bir yaratıktı. Durum bundan ibaretken, yalnızca dünü bilen cılız seslerle eski günlerimiz hakkında nasıl yorum yapabiliriz?

8-İnsan kalbi yardım için yakarır insan ruhu kurtuluş için yalvarır. Duymadığımız anlamadığımız için çığlıklarına kulak vermeyiz. Ancak duyana ve anlayana deli deriz ve ondan kaçarız.

9-İnsanın içinin zenginliği yüzünü güzelleştirir ve sevecenlik ve saygıyı doğurur onda. Her varlığın canı gözlerinde, çehresinde, bedeninin tüm devinimlerinde ve her türlü davranışlarında ortaya konmuştur. Görünüşümüz, sözlerimiz ve tavırlarımız kendimizden daha büyük değildir. Çünkü can bizim yuvamız, gözler onun pencereleri ve sözlerimiz de onun bildiricileridir.

10-Dostum, ben göründüğüm gibi değilim. Görüntü, kuşandığım bir giysidir ancak -beni senin kuşkularından ve seni benim ihmallerimden koruyacak dikkatle dokunmuş bir giysi.

11-Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.

12-Kalplerimizin esrarına ancak kalpleri sırlarla dolu olanlar yol bulabilir.

13-Düşüncelerinizde daima bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz. Ve böyle de olması gerekir.

14-Malınızı çalmak için fazla vicdanlı olan bazı insanlar, düşüncelerinizi bozmakta bir sorun görmezler.

15-Özel ve ayrımcı olmayalım. Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.

16-Yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında çiçekler açmasını nasıl umabilirsin?

Bilmek, düşünmek ve hayal etmek üzerine

Ünlü Fransız dünürü ve matemaktiçisi Descates’ e göre akıl, insanlar arasında en adil bir şekilde dağıtılmış olan zenginliktir veya, en azından, O, insanların buna inandıklarını düşünmekte­dir. Hemen ekliyor ve aşağı, yukarı şöyle bir şey diyor: "Hiç baş­kasının aklını kıskananı görmedim. Herkes kendi aklını beğendi­ğine göre kimsenin kendi aklından şikayeti olmasa gerek." Ha­yatın bilinmeyenleri üzerine ahkam kesmekte üzerimize yoktur ya. Bu hemen hemen hepimizin sıklıkla başvurduğumuz bir yol­dur.

En çok ahkam kesilen konulardan bir tanesi de beynimizdir. "in­san beyninin sadece yüzde yirmisini kullanıyormuş. Yok canım demeyin. O halde falanca bey en azından yüzde kırkını kullan­maktadır." Pazarlık sürer gider: Yüzde yirmibeş, yok otuz olsun. Ölçme ve değerlendirme araç ve yöntemlerinin akılcılıktan uzak­laşıp kişiselleşme ve tercihlerin emrine verildiği sürece daha farklı sonuçlar nasıl beklenebilir ki?

Nasılsa "Bol" kese elimizin altındadır. Kırk, kırkbeş, elli. At atabildiğin kadar, elini, dilini tu­tan mı var? Başkalarının konuştuğu yerde sen ne diye susacakmışsın ki? Sen de söyle, başkaları da söylesin, hep beraber söyleyelim. Ortaya bir curcuna çıkarmış, kimin ne umurunda? Uyumlu ve tek, tek ne dediği anlaşılan sesler yerine bir uğultu hakim olurmuş etrafa. Olsun varsın, en çok sizinki duyulduktan sonra sesinizi nerede ve ne biçimde kullandığınızın bir önemi olabilir mi? Yeter ki "Ben" olayım ve benim dediğim olsun, be­nim dediğim olsun da bu yeter.

Nelerin gerçek ve doğruların neler olduğu hiç önemli değildir. Ya başkalarına neler olduğu! Onları boşver canım. Şimdi sırasımı bunun? Benim o güzelim bencilliğim ve vıcık vıcık çıkarcılığım hedefine ulaşıyor ya, daha başka ne isteyebilirim ki? Hayatım boyunca kendi dışımda, yani benim çıkarlarımın ve çıkarlarımın söz konusu ortamların dışında hiçbir şey için endişe etmemiş ve hiçbir şeye itibar etmemişsem bundan başkalarına ne? Ama çı­karlarım gerektirdiğinde, ki bana göre yeri ve zamanı gelmiştir, burnumu herkesin işine sokarım. O benim doğal hakkımdır. Ma­demki gücüm (Kaba) var, kullanırım kullanabildiğim kadar. Hem de bütün temelsizliklerin ve çarpıkların sonunun mutlak bir hüs­ran olduğu ve olacağı çıplak gerçeğine aldırmaksızın. Aslında amacımız bunlardan sözetmek değildi ama yazı ister istemez buralara kadar gelmiş oldu. Aynı düşünüre göre; "Zihnin mü­kemmeliyeti için iyi hatırlayan bir bellek, kolay ve çabuk kavra­yan bir düşünce ve açık ve seçik bir hayal gücüne ihtiyaç var­dır." Yani önce bileceksiniz ki hatırlayasınız, yansız düşünebile­ceksiniz ki çabuk ve kolay kavrayasınız ve sizin dışınızdakiler için de bir endişeniz olacak ki hayalgücünüz seçkin olsun.

Eğer bellekte hatırlanmaya değer ve bir gayret sonucu elde edil­miş kayda değer bir şey yoksa neyi hatırlayacaksınız? Fikirsiz zikire devam. Eğer bencilliğiniz yansız düşünebilmek becerinizi tamamen köreltmişse bırakınız kolay ve çabuk olmasını, kavra­yabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Düşündüğünüzü söyledikleriniz aslında değişmez önyargılardır. Bencillik, alanınızın dışında ka­lanlar için hiç tasa, kaygı ve sevgi duyamamışsanız eğer, hayalgücü nasıl seçkin olabilir? Düşünceye egemen olan yanlılıkla özürlüdür. Ancak işin esas ilginç ve tehlikeli olanı, kişinin bütün bunların farkına varamadan toplum adına söz söylemeye ve iş­levlerde bulunmaya kendisini yetkili görmesidir. Ama bu bir kez olur, iki kez olur, veya birçok kez olabilir. Ama bir gün gerçeğin açık yüzü bir şamar gibi iniverir suratına. O zaman kendisi ile il­gili gerçeği görme şansını elde eder. Ancak bir de yüzsüzlük ek­lenmişse önceki sıfatsızlıklarına bu treni de kaçırır. Biraz öfke ve biraz da kırgınlıkla işi idare eder, çıkar işin içinden ve aklısıra zevahiri de böylece kurtarmış olur.

Ünlü Türk bilimadamı, matematikçi Prof. M. Namık Oğuztöreli' nin yıllar önce İstanbul Teknik Üniversitesi'nde verdiği bir kon­feransı dinlemiştim. Bundan tam 23 yıl önceydi. Konferansın ko­nusu sadece iki hücreden oluşmuş ilkel (primitive) bir insan bey­ninin kontrolü idi. O tarihlerde ben de teorik bir alandaki "Dokto­ra" çalışmamı sürdürmekteydim. Görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla teorik ve uygulamalı matematiğin bütün klasik ve po­püler dallarını kullanmakta ve, kendi ifadesine göre, çok iyi bir fizyolog ile 5 yıldır beraber çalışmaktaydı. Bütün bunlara rağ­men elde ettiği sonuçların çok önemsiz olduğunu söylemektey­di. Şimdi bir de, değişik yapı, güç ve değişkenlik özelliklerine sa­hip milyarlarca hücreden oluşmuş ve zihnin dışında sayılamaya­cak kadar çok işlevi de üstlenmiş olan insan beyninin kullanımı üzerinde ahkam kesmenin ne mene bir iş olduğunun gelip de çıkıverin içinden. Pekala acaba şöyle ifade edebilir miyiz? Bilgi düzeyinin ne olmasını öğrenme belirler. Öğrenmek ise algıla­makla olur. Ya görecek, ya işitecek ya da dokunacaksınız. İşte bu aracı ortamlar yoluyla bilgiyi belleğe her aktarmanızın alacağı bir asgari zaman vardır ve bu sınırlama ömrünüz boyunca belliğinize atacağınız bilgi miktarını da yukarıdan sınırlar. O hal­de belleğin çok az bir kısmını kullandığımız ifadesinin doğruluk payı yüksektir diye düşünebiliriz. Ama düşünce için bu denli bir sınırlama olduğunu sanmıyoruz. Hele iyiyi, güzel olanı bulmakta düşüncenin hiçbir sınırlama ile kayıt altında olduğunu söyleyemeyiz. Hayalgücüne gelince, orada tam bir özgürlük vardır. Kendini aşabilmeyi her başarış onun ufuklarını aydınlık sonsuzlukla­ra taşıyacaktır. Klasik mekaniğin babası, ünlü İngiliz fizikçisi Sir I. Newton bakınız ne demiş: "Dünya beni nasıl görüyor bilmiyo­rum ama bana göre ben sahilde oynayan ve kendini şu an ve gelecekte çakıl taşlarının biraz daha parlaklarını bulmaya yö­neltmiş küçük bir çocuk gibiyim. Ama gelin görün ki koskocaman okyanus bütün keşfedilmemişliği ile karşımda yatıyor." Newton bunları dünya biliminin doruğunda iken söylemiş, bilimin sırları okyanusta ise, orada ayaklarının ıslanmış olmasına bile kendini layık görmemiştir. Mutlu olabilmenin sırrı, kendimizi bilmekten, tanımaktan ve aşmaktan geçer. Bu mücadeleyi kazanmamış ama fikirsiz zikirde bulunmayı marifet sayan ve bu durumlarının farkına varmadan toplumsal yetkilere talip olmayı alışkanlık hali­ne getirmiş olanlardan Allah hepimizi korusun.

Kaynak: İ.Reşat Özkan - UZUN İNCE BİR DÜŞÜNCE

Miletliler'in Teorileri

Yunan materyalizminin büyük değeri, dünyanın kuruluşu üstüne mitolojiye değgin fikirlerin ve dinî mahiyetteki evrenin yaratılış bilgilerinin (cosmogoni) yerine doğanın sonsuzluğu ve yokolmazlığı doktrinini ve bütün doğa olaylarının başlangıç ve gelişme teorisini ortaya koymuş olmasındadır.

Materyalizmin en eski temsilcileri, varlığın kökünde tanrısal bir eylem değil tek maddî bir ilke, bir "ilk madde" bulunduğunu zaten ifade etmişlerdi. Demek ki onlar, dünyanın maddî niteliğini ve çeşitli olayların hareket (devinme) halindeki maddenin çeşitli biçimlerini temsil ettiklerini ileri sürüyorlar. Fizik, masalın yerini alıyor. Dünyaların meydana gelişi ve gelişim seyirleri doğal süreçlerle belirlenmiş­tir. Hattâ, yıldızlar da, Platon, Aristoteles ve stoacıların kendilerini her zaman yerleştirecekleri yerden, tanrıların katından madde sırasına gelirler.

Milet'li Thales temel unsurun su olduğunu ilân ediyordu. Aristo'ya göre, o bu görüşünü gözlem üstüne kuruyordu: her varlık, yani her bitki yaş tözlerle (cevherlerle) beslenir, herşeyin ya tohumu ya da filizi yaştır ya da neme ihtiyacı vardır. Nihayet, su donup katılaşarak ya da buharlaşarak her şeyi üretir, toprak bile suyun ya yatağı ya da deposudur.

Şunu eklemek gerekir ki, Thales, maddeyi (hyle) ancak onun içinde var olan ve onu canlandıran bir kuvvetle (zoe) birlikte tasarlıyordu. Su, hayatı ve onun bütün belirtilerini bizzat kendi özünde ihtiva eder. Bunun içindir ki ilk materyalistlerin felsefesine "hylozoisme" denilir. Bu felsefede devindiren (muharrik) devinenden (müteharrik) ayrılmamış­tır, devindiren, hareket veren, doğanın dışında değildir.

Thales'de herşeyin "tanrıyla dolu" olduğunun belirtilmesi yalnızca, maddeye gene kendisi tarafından can verildiğinin saptanması anlamına gelir.

Her hareketin nedenini bazı doğaüstü dış etkenlerde değil doğrudan doğruya maddenin içinde arayan bu felsefenin çok büyük tarihsel önemi oldu. Herzen, "Doğanın incelenmesi üzerine mektupları'nın" (Les letters sur l'etude de la nature) üçüncüsünde doğru olarak şu gözlemde bulunuyor.

"Thales'in doğaya başvurduğu andan itibaren Olympos'un kaderi çizildi; Thales, doğada gerçeği arayarak ve puta tapıcı tanımlamaları hesaba katmaksızın kendi anlayışını açıkladı, lyonyalılar'ın içinde yaşadıkları atmosfer Eleusis’in esrarlarının ölümünü filiz halinde içinde taşıyordu. îyonyalılar’ı, şeylerin temel unsuru olarak amprik bir eleman seçmeleriyle ortaya çı­kan, düşün alanındaki yetersiz kavrayışları yüzünden kınayacak bir kimse haklı olurdu; ama öte yandan Yunanlıların, ilkelerini doğanın dışında değil içinde aramaya, sonsuzu, sonu olanda, düşünceyi varlıkta, ölümsüzü ölümlüde aramaya sevkeden salt gerçekçi olan dirayeti en doğru biçmide değerlendirmek de önemlidir. Onlar, bilimsel bir alana el atmışlardı."

Devinme halindeki sonsuz bir madde kabul edilen suyun, temel unsur olarak anlaşılması, herşeyin sudan çıktığı ve suya geri döndüğü fikri, maddenin bir durumdan ötekine geçişi üstüne materyalist teorinin parlak bir taslağını teşkil ediyordu. Bilimsel ve rasyonalist yol açı­lıyordu.

L. Mabilleau bunları geçen yüzyılda çok iyi anlatıyordu:

"İngiliz kimyacısı Prout, basit olarak bilinen cisimlerin, her ne kadar bir an için indirgenemez gibi görünseler de, birbirlerinden bağımsız olamıyacaklarını bulunca, bu cisimler içinde en hafif ve en basit olanını, hidrojen'i seçti ve bunun ötekilerin ilk maddesi olduğunu, ötekilerin bunun elemanlarının gittikçe artan bir yoğunlaşması ile birbiri arkasından sırayla meydana geldiklerini tasarladı. Bu, Thates'in yapmış olduğuna benzer bir şey değil miydi? Evrensel bileştirici (terkip edici) rol ile yü­kümlü elemanın, Yunan fizikçisi tarafından yanlış seçilmiş olması ve bu yanlış seçmin, bugün çocukça bulmağa kendimizde hak gördüğümüz nedenlerle yapılmış olması o kadar önemli değildir; ilke konmuştur ve devam edecektir."

Benzerliklere elbette aşırı bir önem verilmemelidir. İlkçağ Yunan bilginlerinin hava, su, toprak vb. arasındaki kimyasal ayrılıklar üstüne hiçbir fikirleri yoktu. Bu elemanların fizik özelliklerini de hemen hemen hiç bilmiyorlardı. Bunun içindir ki örneğin ateşin topraktan, havanın ateşten, suyun havadan doğduğunu ifade ederek, çok kez, doğa olaylarının dıştaki ve görünen benzerlikleri ve ayrılıkları üzerinde duruyorlardı. Bu tanımlamalar ne kadar safça olurlarsa olsunlar, fizik ve kimyanının sonraki buluşlarına ne kadar aykırı bulunurlarsa bulunsunlar, bu durum, onların dünyanın maddî birliği (unite) konusunda derin bir önsezi taşımalarını önlemez, ve bu önsezi İlkçağ materyalizminin başlıca kazancını teşkil eder.

Thales'in vatandaşı, ve öğrencisi Anksimenes temel unsur olmak rolünü havaya verir. Seyrekleşmiş hava, ateşi, yoğunlaşmış hava rüzgârı, bulutları, suyu, toprağı ve sonunda taşı yaratır. Böylece nicelikte bir değişme nitelikte bir değişmeyi anlaşılır kılmakta, izah etmektedir.

Felsefe tarihçileri, Anaksimenesin, değişkenliği, devingenliği, biçim değiştirebilirliği ve varlığının evrenselliği ile; yağmuru, onun sonucu olarak balçığı ve ateşi meydana getirir görünüşü ile "hava"yı genel temel unsur olarak kabul etmekle, mantıklı olmak bakımından, Thales’i nasıl aştığını göstermek için kendilerini sıkıntıya sokmadılar.

Tanrılar havayı yapmadılar, ama hava tanrıları yaptı. Nasıl ki, ruhumuz (canımız) havadan yapılmış olduğu için bizi bir tüm olarak, bağlı bir bütün halinde tutar; nasıl ki soluk (souffle) ve hava da bütün dünyayı kucaklar.

Milet'deki materyalizmin üçüncü temsilcisi Anksimandros, dünyanın nitelik bakımından bütün çeşitliliğini doğrudan doğruya algılanabilir (idrak edilebilir) bir töze vardırmaktan vazgeçti ve tek ve ölümsüz temel unsurun, zaman ve mekan (etendue) ve nitelik bakı­mından sınırsız, başka bir deyimle sonsuz ve belirsiz (indetermine) olan apeiron olduğunu ileri sürdü.

Yalnız bu sonsuz madde, hiç yok olmadan, sonsuza kadar yaratıcı olabilir; o, Thaldes'in suyu, Anksimenes'in havası gibi kendiliğinden devinir, ve her şeye kendi bağrında can verir. Apeiron bütün zıtları bir kudret halinde içinde saklar; kendi öz enerjisi gereğincedir ki bütün varlıkları kendinden çıkarttırır. Bundan böyle madde kavramı somut ve duyusal anlamlardan kurtulmuştur.

Bu düşünürler, dünyayı, mitolojiye aykırı biçimde, sonsuz ve aralıksız olarak sürüp giden bir değişme ve gelişme içinde görüyorlardı, örneğin, Anaksimenes, "güneş, ay ve bütün gök cisimleri"nin, ilk baş­ta topraktan yapıldıklarını öğretiyordu; "topraktan, seyrekleşerek ateş olan nem yükseliyordu, ve bu yükselen ateşten yıldızlar oluşmuşlardı. Deney yolu ile ispattan yoksun olan bu görüşün çocuksuluğuna karşın bu, dünyayı maddesel birliği ve gelişmesi içinde ilk kavrama girişimi çok büyük bir önem taşır.

Milet'lilerin materyalizmi, tanrı tanımazlığa (ateisme) açıkça eğilim gösterir, ilkçağ geleneği Thales'i bir tanrıtanamaz olarak kabul etmeye kadar varır; çünkü, Thales tanrıları kabul etmekle birlikte onları, bütün canlı varlıklar için olduğu anlamda, bozulabilir sayıyor, ve onların, bütün bu varlıklar gibi, sudan gelme balçıktan yaratıldıklarını kabul ediyordu. Anaksimandros'a göre, sonsuz evrenin sayısız dünyaları­nın, ne oluşunda, ne gelişmesinde, ne de yok olmasında tanrıların hiçbir payı yoktu. Anaksimenes tanrıların da ilk temel unsurdan, havadan meydana geldiklerini öğretiyordu; onun ardıllarından biri, Anaksagoras ve Leukippos'un ötesindeki öğrencisi olan Apollonyalı illiryalı Diogenes bu öğretiyi tekrarlıyacaktır. Dünyanın bütün dönü­şümlerini tanrıların işe karışmasıyla değil, maddenin ölümsüz ve tanrı­sız hareketiyle açıklar.

O zamana kadar masalın, mit'in yeterli olduğu yerde bu herşeyi kavramak iradesi "çok devrimci" bir şey, "müthiş bir olay" idi.

iyon materyalistleri olayların çeşitliliğini ve sonsuz akıcılığını öğ­rettiler. Anaksimandros'un, henüz gelişmemiş bir biçimde de olsa, tek maddî temel unsurun bağrında, çeşitli olayların meydana çıkışının sebebi olan zıtlıkların varlığı sorununu ortaya koyduğunu daha önce de göstermiştik. O, apeiron'dan içinde saklı bulundurduğu zıtların: sıcak ve soğuğun, kuru ve yaşın açığa çıktıklarını ve böylece bütün şeylerin meydana geldiğini söylüyordu. Bu anlatım bir ile çoğul'un diyalektiğinin bir sanısını içinde saklar.

Anaksimandros'un 'kendiliğinden' diyalektiği, onun, apeiron'dan üreyen sayısız dünyanın kuruluşları ve yokoluşları üstüne materyalist teorisinde kendini gösterir. Theophraste, bu öğretinin değerli tanıklığı­nı yapmıştır:

"... Anaksimandros, Thales’in arkadaşı, Sınırsızlıkta, genel oluşların ve genel yokoluşların bütün nedeni yatmaktadır, diyor Anaksimandros'dan başlayaraktır ki, gökler ve genel olarak sayıları sonsuz olan duygular kuruldu diyor. Bu dünyaların yıkı­lışları ve ondan çok önce yaradılışları, sonu olmayan bir zamandan beri onların her zaman aynı olan dönüşleri sonucunu verdi."

Bu dünyaların hepsinin benzer bir kuruluşu, benzer bir yapısı ve benzer bir kaderleri vardır. Eğer nedenler aynı ise onlarla bağıntılı sonuçların da değişmez olduğu gerekircilik (determinizm) temeli üzerine kurulan büyük bilimsel yapıların önsezisini görürüz.

Kaynak: Georges Cogniot - İLKÇAG MATERYALİZMİ
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP