Matematiğin Ontolojisi Bakımından Kant ile Frege Karşılaştırması

Yalçın Koç  

Kant'ın transsendental felsefesinin ana problemi kısaca «Nesne nedir?» olarak ifade edilebilir. Nesne nedir ve nasıl oluşur? Bu problem aynı zamanda Frege'de de vardır. Fakat belki felsefe tarihine yeterince nüfuz edememesi ve felsefi problemlerin mahiyetini yeterince kavrayamaması ontolojisinde bir temelsizliğe yol açmıştır. Frege'nin sistemi bu yüzden Russell tarafından işin matematiği itibariyle çöküntüye uğratılmıştır. Bunun ipuçlarını Frege'nin ontolojisinde bulabiliriz.

«Kant'ta nesne nedir?» ve «Matematiğin en basit nesneleri yani doğal sayılar nasıl oluşurlar, nasıl ortaya çıkarlar?»

Ontolojik nesneler bir mekana tabi olmalıdırlar. Felsefe yapmak istiyorsak, ele aldığımız unsurların zemini ve dayanakları yapacağımız ontolojiyi belirleyecektir.

Tezahürler benim hissetme formlarım içinde kendinde şeyleri temsil ederler. Bu temsilleri mümkün kılan hissetme kapasitesi ve onun formudur. Hissetme kapasitesinin formu bana ait olmasıyla aprioridir. Bu şekilde baktığımızda Kant'ın transendental estetik deyimini niçin kullandığını daha iyi anlıyoruz. Transendental deyiminden, mümkün kılan zemin, mekan işlevi icra eden a priori zemini anlamak gerekir. Yoksa o aşkın olan, Ötede olan anlamında değildir.

Bu görünün kaynağı Gemüt'tür. Buna ruh demek mümkündür. Transendental felsefeyi mümkün kılan ruhtur. Bu Frege ile yapılan karşılaştırmada esas noktalardan birini teşkil edecektir. Hissetme kapasitesinin içsel ve dışsal diye iki formu vardır. Hissetme kapasitesinin modifikasyonları, etkilenmeleri neticesinde tezahürler meydana gelir. Bunlar nesne olma vasfına sahip değildir.

Nesnelerin nasıl ortaya çıktığını anlayabilmemiz için tezahürlerin nasıl belirlendiğini yani nasü düşünüldüğünü anlamamız gerekiyor. Nesnenin mekanı insan ruhunun düşünme kapasitesinin fiilleridir. Yani biz nesneyi yargılarda buluyoruz. Yargı insan ruhunun bîr kapasitesinin bir birimsel fiili neticesinde olan şeydir. Kant'a göre yargının ortaya çıkabilmesi üçlü bir sentezin olmasını gerektirir. 

1 — Tezahürün içsel formda yakalanması ve kendisine bir bütünlük verilmesi. 

2 — Bu içsel (zaman) formda yakalanan ve kendisine bütünlük verilen unsurların muhayyilede yeniden üretilmesi, resmedilmesi ve yeniden bir bütünlük verilmesi. 

3 — Bu resmedilen ve kendisine bütünlük verilen şeyin zaman formunda akıp kaybolmaması için bilincine varılmasıdır.

Kendiliğinden gerçekleşen bu üçlü sentez ortaya çıktığında tezahür düşünce de yakalanmış, düşünülmüş, tezahür yargı içinde belirlenmiş oluyor.

Yargı bir birliktir. Nasıl ki insan ruhu bu transendental felsefenin temel dayanağı ise bütün bu anlatılanların mümkün olması için de bir birliğe ihtiyaç vardır. Bu birliğin kaynağı ise insan ruhunda olan benlik bilincidir.

Şimdi nasıl oluyor da tezahürlere bir birlik veriliyor. Tezahürlerin birbirleriyle bir yakınlıkları yoktur. (Kendilerinden gelen, aynı şeye ait olmaklık ilişkisi). Tezahürlerin biraraya getirilerek nesnenin oluşturulması tezahürlerin kendilerinden gelen bir şey değildir. Bu birlik yargı içinde kategoriler vasıtasıyla verilir. Kategoriler transendental benlik bilincini saf yargılar içinde temsil ederler. Kategorileri bulmak için düşüncenin fonksiyonlarına bakmak gerekir. Bu fonksiyonlar saf yargılardır. Kategorileri ancak saf yargılar içinde tespit edebiliyoruz.

Nesneler sadece empirik nesnelerden ibaret değildir. Kant'a göre sayılar, geometrik şekiller, noktalar, çizgiler ve hacimler de nesnedirler. Bir nesne olarak sayının ortaya çıkabilmesi için insan ruhunun başka bir kapasitesine ihtiyaç vardır. Bu muhayyilenin icra ettiği farklı türden bir fonksiyondur. Kategoriler a priori olmaları itibariyle tezahürlerle herhangi bir paylaşımları sözko
nusu değildir, Aksi taktirde kategoriler a priori olamazlar. O halde nasıl oluyor da kategoriler ile tezahürler arasında bir ilişki kurulabilmektedir. Kant'a göre bu ilişki şemalarla kurulur. Bir kavramın şeması o kavramın altına düşecek olan nesneyi hayal etmemizi sağlayan kalıplardır. Bu şemalar matematik nesnelerin
oluşturulmasında büyük önem taşırlar. Bir transendental şema zaman formundaki transendental belirlenimdir. Bu transendental belirlenimi muhayyilemde yeniden ürettiğimde ve buna bir birlik
verdiğimde sayıyı elde etmiş olurum.

7 + 5 = 12 sentetik bir yargıdır, diyor Kant. Yargının sentetik olduğunu anlamak için analitik felsefeciler, özellikle kavrama bakıyorlar. Bunu Kant da söylüyor. Bir kavramdan o kavramı aşan başka bir kavram ürettiğimizde sentetik bir kavram elde etmiş oluruz.

Ama bunun manasını anlamak gerekir. Nesne olmadan kavramın bir anlamı yoktur. Nesne olmadan kavram boş bir mantıksal formdan ibarettir. Yani sentetik yargıları anlamak için önce nesnenin ne olduğunu anlamamız gerekir. 7 sayısı nedir? Zaman formundaki o akan şeylere bir birlik verip bunu resmediyoruz, bir şey oluşturuyoruz. Zaman kategorisinden olmayan bir şeyi nicelik kategorisindeki birlik kavramından yararlanarak bu anlamı veriyoruz. Dolayısıyla nesneyi yapıyoruz. Yargı içinde yapıyoruz.

Kant'a hep görücü (Intuition) denmesi oldukça yanlıştır. Sayı görüde olamaz. Görüde olabilecek şey sayının temsilidir. Sayı nesne olarak yargı içinde ortaya çıkar. Yani 7'yi yapmak ile 5'i yapmak arasında fark vardır. Birtakım şeylere birlik verirsek 5 sayısını ve diğer bir takım şeylerle de 7 sayısını oluştururuz. Şimdi 5 ve 7'yi toplamak demek ne demektir? «5», «7» ve « + » bunların işaretlerinden ibarettir. Toplamadan kastedilen, 5'i yaptığımız malzeme ile 7'yi yaptığımız malzemenin tamamına bir birlik atfedilmesidir. Bu açıdan 5 + 7 ~ 12 yargısının analitik olması mümkün değildir. Şimdi Frege'ye geçelim. Genel olarak kabul edilir ki
Kavram Yazımı adlı kitabında Aristoteles'ten bu yana mantı­ğa en büyük katkıyı yapmıştır. Bu kitapta geliştirilen mantık sisteminden ve o dönemde yaşayan Cantor, Bedekin ve Peano'nun matematik ile ilgili çalışmalarından hareketle Russell ve Whitehead Matematiğin Prensipleri'ni yayınlamışlardır, Bunun ardından matematiğin mantığa uygulanması sonucu matematiksel mantık ortaya çıkmıştır. Bunların ardından 1930'larda Gödel önemli teoremlerini ispat etmiştir. Bu ispatlar formalizasyonla ilgilidirler. Bu aksiyomlar şunlardır :

1. Aritmetiğin herhangi bir formalizasyonunu, formalize ettiği şeylerle alakalı bütün doğruları yakalayamaz.

2. Yine bu formalizasyonu kullanarak sistem içinde o sistemin tutarlı olduğunu ispat etmek mümkün değildir.

Frege'nin oturduğu zemini mantık açısından özetledik. Frege metafiziksel problemini
Aritmetiğin Temelleri'nde ifade etmiştir. Diyor ki; matematikçilerin kullanmakta oldukları en temel ve en basit unsurları yani sayıları bilmemeleri bir skandal değil midir? Ve hemen sonraki paragrafta da sayıların bilinmesi ve anlaşılmasının matematik yapılarak mümkün olamayacağını söylemiştir. Dolayısı ile bu araştırmanın felsefi bir araştırma olması gerektiğini ifade etmektedir.

Nesneyi anlamak açısından baktığımızda Kant'taki temel ontolojik unsur yargıdır. Yargının mekanı insan düşüncesidir. Yargı insan düşüncesinin bir fiilidir. Bir dilsel entite değildir. Dile ait bir unsur değildir. Ve nesne ile kavram yargı içinde ortaya çıkar. Yargıdan bağımsız ve kavramdan sozetmek mümkün değildir. Önce yargıyı ortaya çıkarmalıdır ki bu birliğin ve bütünlüğün içinde nesneye ve kavrama bakabilelim. Yani bütünün unsurlara önceliği vardır.

Frege'deki temel ontolojik unsur objektif düşüncedir. Objektif düşünceden zaman zaman düşünce olarak sözetmiştir. Bu bir dilsel entite değildir. Ve bu ontolojik inancını hayatı boyunca terketmemiştir. Objektif düşüncenin ne olduğuna Frege'de değinmerniştir. Fakat ne olmadığını söylüyor. Objektif düşünce, bir insanın sübjektif düşüncesi değildir. Yani zihinde üretilen bir psikolojik unsur değildir. Herhangi birimize ait bir psikolojik hal, bir zihinsel resim, düşünce kapasitesinin bir fiili değildir. Bu sebeple herhangi bir düşünen entite olmasa hiçbir şey düşünmese, yeryüzünde düşünen bir varlık da olmasa objektif düşünceler kendi başlarına, varolacaklardır. Halbuki buna Kant'ın transendental  felsefesi açısından bakacak olursak; düşünen hiç kimse olmazsa nesne de olamaz. Ne nesneler, ne de sayılar ve ne de kavramlar mümkün olamayacaktır.

Frege, Kant'ı hep sübjektif olmakla, sübjektif olanı felsefenin zeminine almakla suçlar. Halbuki Kant
Saf Aklın Kritiği'nin ba­şında söylemiştir. Elbette ki insanın düşünme faaliyeti sübjektif olarak cereyan edecektir. Fakat transendental felsefenin amacı bu sübjektif faaliyete zemin teşkil eden objektif unsurları çekip çıkartmaktır. Burada objektif olan şeyler kategorilerdir. Bu açı­dan Frege'de bir yanlış anlama görüyoruz. Düşünceler de nesnelerdir. Yargılar da nesnelerdir. Dolayısıyla yargıların zemininden sözetmek mümkündür. Halbuki Frege'de objektif düşüncenin mekanı yoktur. Bunlar bağımsız olarak nasıl vardırlar, dayanakları nelerdir? Frege bunları ortaya koyamamıştır. Böylece Frege ve Kant arasındaki benzerlik ve farkı görmüş olduk.

Anlam ile uğraşan dil felsefecilerinin yanıldıkları konu Frege'nin anlam felsefesidir. Frege'de anlam ve atıftan sözettiğimizde dikkate almamız gereken nesne Aristoteles anlamında, dışarı­ da bir gerçekliğe sahip nesne değildir. Zaten böyle bir nesne ile kavramın bağıntı kurması mümkün değildir. Frege'nin nesnelerinin ve kavramlarının zemini Frege'nin önermeleridir. Aksi taktirde kavram ile nesne farklı mekanlarda olacakları için birbirlerinin altına düşemezler. Dolayısıyla anlam teorisinin Frege'de anlamlı olabilmesi için nesnenin mekanının önermede olması gerekir. Burada da bir benzerlik görüyoruz. Nesne ve kavram bir bü­tünlük içinde önermede mevcuttur. Bundan sonra Frege, ontolojisindeki temel hatası sebebiyle transendental mantığı gözardı ediyor ve bence bunun neticesinde 20. yüzyılda Matematiksel Mantık ve Matematik içinden çıkılmaz veya metafiziksel neticeleri olmayan bir mecraya akıyor. Kant'ın transendental mantığı nesnenin a priori zemininin kurallarını nesnenin inşaası ile birlikte düşü­nüyor. Halbuki Frege'de büyük bir şey yok. Kant'ta nesneyi anlamak için transendental mantık yapmak gerekirken Frege'de Kant'ın tarifi içinde genel matematik yeterlidir. Frege genel mantığı yeterli gördüğü için sayıların inşaası için analitik önermeleri yeterli görmüştür. Bu, matematik ontolojileri arasındaki en temel farktır. 

Kant'ta bir şeyin nesneye dönüşmesinin a priori şartları transendental mantık yoluyla belirlenmiştir. Halbuki Frege'de bu zemin verilmemiştir. Herşey genel mantık düzeyinde analitik olarak ele alınmıştır.

Sayı Kant'ta da Frege'de de nesnedir, Ancak Kant'ta zaman formundaki a priori unsurlara sentetik birlik verilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Frege'de ise, analitik önermeye bakarak o Önermedeki kavramın içeriğini yeniden şekillendirerek nesne yapmıştır.

Kant'ın a priori, a postariori, analitik ayrımım Frege'de de buluyoruz. Bunlar Frege'de Kant'ın kullanımları dışında kullanılmışlardır. Bu yüzden zemin hemen kayıyor. Zeminin kaymasının nedeni transendental mantığın Frege'de ortadan kalkmasıdır. Transendental mantık ortadan kalkmamış olsaydı Russell da bir paradoks bulma mutluluğuna herhalde eremeyecekti.

  

Modern Düşünce ve Descartes


Descartes, 1637 ve 1641 yıllarında basılan iki kitabıyla o güne değin yirmi yüzyıldır görülmemiş bir özgünlük ve güçlülük taşıyan düşünceler yayıyordu. Kendisinden sonraki çağların felsefesini derinden etkileyecek ve biçimlendirecek olan bu düşünceler başlıca iki sorunla ilgilidir: Bilgi ve töz ya da daha özel bir nitelendirmeyle, algı ve anlık... Bu iki sorundan biri ya da ikisi birden 17. ve 18. yy. düşünürlerinin hemen hepsinin, 19. ve 20. yy'ınkilerin de birçoğunun felsefesine çıkış noktası olmuştur. Algı ve anlık konuları üzerindeki anlayışımız, aradan geçen süre içinde ortaya konmuş olan değişik açıklamalar sayesinde bugün çok daha derine gidebilmektedir. Ancak yine bugün bu sorunlar canlılıklarını korumakta ve belki de felsefenin bir özelliği olarak kesin bir çözüme ulaşmış görünmemektedir.

Descartes'ı bu sorunları ele almaya yönelten koşullar nelerdi ve ortaya attığı çözümler ne gibi tartışmalara yol açtı?

Felsefede, değişik çağlarda üzerinde durulan temel sorunların çağın Koşullarından etkilenmediğini söylemek yanlış olur. Örneğin, 17. ve 18. yy'da bilgi, 19. yy'da toplum, 20. yy'da bunalım gibi konuların kimi felsefe çevrelerinde yaygınlık kazanması, dönemin tarihsel ve toplumsal gerçeklerinin ürünüdür. Ancak felsefi düşüncenin de bir iç devimsele sahip olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Konular bir kez tartışılmaya başlanınca bu tartışmaların ne gibi çözüm önerilerine götüreceği, bu iç devimsele ve katkıda bulunan düşünürlerin öznel koşullarına bağlı olmaktadır.

Yeniçağ'da, Ortaçağ ile sürekliliği en az olan kurumların başında bilim gelir. Doğa bilimleri Rönesans'ta hemen bütünüyle yapı değiştirmiş, açıklama biçimleri tersine dönmüş, olgunun gözleminden değişik biçimlerde yararlanılmaya başlanmıştır. Böylece ortaya çıkan yeni bilimin başarısı da çok büyük olmuştur. Sanat ve felsefe aynı çağlar arasında çok daha belirgin süreklilikler gösterir. Yeni bilimin başarısı, olguyu daha iyi açıklaması ve geleceği kestirmede daha etkili oluşundaydı. Bu ise, aynı olguyu açıklamada artık göreli olarak başarısız kalan eski bilimin 'yanlışını' ve 'geçersizliğini' ortaya koyuyordu. Eski bilimle birlikte, ona bağlı pek çok şey sarsıntı geçirmekteydi. Örneğin, eski bilim, kilisenin hizmetinde, Platon ve Aristoteles'in çeşitli düşüncelerinin Hıristiyanlık ile yoğrulmasıyla ortaya çıkan dinsel öğretiyi destekleme ve doğrulama görevini yüklenmişti. Bundan ötürü, açıklamalar bu öğretinin dogmaları çerçevesi içinde kalmak durumundaydı. Bir açıklamanın doğruluk ve geçerliliğini saptamak, onun Platon ve Aristoteles'in Hıristiyanlıkça benimsenmiş düşüncelerine uygunluğunu araştırmaktan geçiyordu. Dolayısıyla, eski bilimin yıkılması, düşüncede yetkenin de bir doğruluk ölçütü olmaktan çıkması, dogmaların gözden düşüp terk edilerek düşünsel özgürlüğün filizlenmesine yol açtı. Artık açıklamaların doğruluğu yepyeni bir ölçüte göre saptanıyordu: ussallık. 

Buna göre, doğru bir açıklamanın uyması gereken temel koşul, insan usuna uygunluktur. Bu koşul çağımız için de geçerliliğini korumaktadır. İnsan usuna uygunluk ölçütü kişiyi ön plana çıkarmış, onun mantıksal bakış açısını bilginin temeline koymuştur. Descartes'ta ve onu izleyen birçok düşünürde görülen, nesnel olguya öznel gerçek üzerinden yaklaşma tutumu bunun bir yansısıdır.

Böyle, bilimin yeni baştan ve yeni yöntemlerle dizgeleştirildigi bir ortamda ilginin bilgi üzerine dönmesi doğaldır. Yeni bilim, nedensel açıklamalarını matematiksel çıkarımlarla bağlayarak, doğa üzerindeki bilgiyi yeni bir yapıya kavuşturma çabası içinde hızla yol almaktaydı. Çağın filozofları ise, aynı zamanda bilimle uğraşan kişiler olarak, bilimin içeriği ve amacı olan bilginin kökeni, kaynağı ve güvenilirliğini açıklamaya çalıştılar.

Açıklamaların doğruluğuna koşul olan ussallık hangi temellere dayandırılmalıydı ki güvenilir bilgi üretilebilsindi? Bilginin gerektirdiği kesinlik hangi inançlar için söz konusu olabiliyordu? Bilgi olarak kabul edilebilecek inançlar bize nereden geliyordu?

Bu sorular bilgi bağlamında iki odak sorun belirler. Bunlar, bilginin değeri, yani hangi inançların bilgi sayılacağı ve bilginin kökeni, yani bilginin bize ne yolla ve nereden geldiğidir. Descartes her iki soruna da çözüm önermiş ve bu alanda kendisinden sonra gelen düşünceyi derinine etkilemiştir.

Descartes'ın töz sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de aynı koşullara bağlanabilir. Eski bilimin yeni gelişmelerle yıkılıyor olması, onun bütünlük ve süreklilik içinde olduğu kilisenin yetkesini sarsmaktaydı. Bundan dolayı da 16. ve 17. yy'lar kilisenin yeni bilim adamlarına karşı açtığı savaşa sahne olmuştur. Önceleri idamlarla sonuçlanmak ölçüsünde amansız olan bu savaş, Descartes'ın yaşadığı dönemde bir ölçüde yumuşamış olmasına karşın, hâlâ yıldırıcıydı. Kilisenin gücü bilimsel alanda belki gerilemişti ama yetkesi dönemin okuryazarları, üniversiteleri ve politik güçleri üzerinde ağırlığını sürdürmekteydi. Bu nedenle 17. yy'ın birçok düşünür ve bilim adamı baskı altında ve toplum kurumlarından yalıtılmış bir biçimde yaşadılar. Descartes'ın ürün vermeye başladığı dönemlerde kilise için sorun artık doğabilimi alanında eski gücünü yeniden sağlamak değildi. Bu, bir daha geri gelmemek üzere yitirilmişti. Şimdiki endişe, yeni bilimsel yaklaşımla dinin alanı içinde kalan ahlâk, anlık ve Tanrı gibi konuların açıklanmaya başlanmasıyla, kilisenin temel işlevinin tehdit edilebilme olasılığıydı. Bu bağlamda, yeni bilimin özdekçi yaklaşımıyla dinin tinselci tutumu tam bir karşıtlık içindeydi. Böylece yeniden ortaya çıkan bir felsefe sorunu, varlığın doğasının temelde ne olduğu, bir başka deyişle varlığın sonuçta özdeğe mi, yoksa tine mi indirgenebileceği olmuştur. Descartes bu karşıtlığı kendi düşüncesi içinde en belirgin biçimde duymuş olsa gerektir. Çünkü bir yandan Galileo'nun fiziğinden etkilenen ve ereklere ya da doğa dışı güçlere yer vermeyen bir evren düşüncesi geliştiriyor, öte yandan da inançlı bir Katolik yaşamı sürdürüyordu.

Bu konumuyla tutarlı olarak, soruna uzlaştırıcı, eski inançlara ve sağduyuya uygun bir çözüm önermiştir. 'Descartesçı ikicilik' adı verilen bu çözüm, hem özdegin hem de tinin bağımsız varlıklar olarak birlikte var olduklarını kabul eder. Bu çözüme göre varlık iki türlüdür; var olan her şey ya özdekseldir (fiziksel) ya da tinseldir (anlıksal). Bu iki tür varlık birbirine indirgenemez. Descartes tözü var olmak için başka bir şeye dayanması gerekmeyen; kendi başına, bağımsız olarak var olan diye tanımlar. Tin ve özdek bu anlamda tözdürler ve bu nedenle de bütünüyle bağımsızdırlar. Özdeğin temel ve ayrılmaz niteliği (özniteliği) uzamdır, tininki ise düşünmektir. Özdek düşünemeyeceği gibi tinin de uzamı olamaz. Bu niteliksel ayrıştırmayla Descartes, iki tözü birbirinden bütünüyle kopararak hem çelişmelerini hem de birinin öbürüne indirgenebilmesini olanak dışı bırakmıştır.

İnsan denilen varlığın ikicilik için sorun yaratması, hem fiziksel bir gövdeye hem de tinsel bir anlığa sahip olmasındandır. İnsan bu görüşe göre bir bileşik varlıksa, bir araya getirdiği varlık türleri arasındaki ilişki nasıl açıklanacaktır? Bu sorun Descartes'tan sonra gelen düşünürleri de uğraştırmış, sağduyuya uygun düşen ikiciliğin başlıca güçlüğünü oluşturmuştur.

Bilgi konusunda, Descartes, değer sorununu yanıtlarken köken sorununa da çözüm getirir. Güvenilir bilgi nedir? Hangi inançlara bilgi gözüyle bakabiliriz? Bilgi kesinlik gerektirir. Kesin olanın doğruluğu ise açık ve seçiktir. Öyle ise, bilgi dizgesinin yeni baştan kurulduğu bir aşamada yapılması gereken, bu dizgenin en sağlam bilgiler, yani herkes için apaçık doğru olan inançlar üzerinde kurulmasını sağlamaktır.

Descartes'ın bu anlamda güvenilir bilgileri bulmak için uyguladığı yöntem kuşkudur. Kuşku kesinliği dışladığına göre, doğruluğundan kuşku duyulmayacak bir inanç bulunduğunda, kesinliğe ulaşılmış olacaktır. Öyle ise, tüm inançları kuşkunun süzgecinden geçirmelidir ki, sonuçta yanılabilirlikten arınmış olanlar, yani açık ve seçik inançlar elde edilsin. Oysa, bu yöntemi uygulamaya başladığında, hiçbir inancın kuşku götürmez bir pekinlik taşımadığına tanık olur. Geçmişten bize bilgi diye aktarılanlar kesin olamaz, der; çünkü her konu üzerinde, doğru olduğu savıyla ortaya çıkan birden çok görüş bulabiliyoruz. Algı ya da deney yoluyla elde ettiğimiz inançlar da kuşkuludur, çünkü algı yanılabilir ve yanılgı sırasında biz bunun farkına varmayabiliriz. Şu halde her an için farkında olmadan yanılıyor olabilmek durumundayız.

Burada Descartes, kuşkucu uslamlamayı kullanmıştır. Tıpkı kendisinden iki bin yıl önce Platon'un yaptığı gibi, bu uslamlamanın gücünün kısıtlanamayacağını düşünmüş ve dolayısıyla deneyin bilgi veremeyeceği sonucuna varmıştır. Ancak Descartes da kuşkuyu amaç değil, araç olarak kullanıyordu. Bundan bilginin olanaksız olduğu sonucunu değil, deneysel bilginin olanaksızlığını çıkarsadı. Bir başka deyişle, onun gözünde kuşkuya götüren, bilginin deneysel olduğunu, yani algıdan geldiğini düşünmekti. Eğer bilgi olanaklı olacaksa; öte yandan da deneysel bilgiye olanak yoksa, bilginin deneyden başka bir kökeni olmalıdır. Bu köken de anlık ya da anlığın en büyük yetisi olan ustur. Bu noktaya dek Descartes yine Platon'la görüş birliği içindedir. Bilginin kökeninin anlık olduğu sonucuna, kuşku yöntemini sürdürerek gider. Deneyle edindiğimiz inançlar gibi matematiksel inançlarımız da kuşkulu olabilir; beni etkileyen bir dış gücün, beni tüm inançlarımda yanılttığı bile düşünülebilir, der. Öyleyse, her inancım yanılgıya açıksa, her inancım kuşkuludur: Her inançtan kuşku duymak için bir neden vardır. Oysa, her inançtan kuşku duymak bir kesinliği içerir, o da kuşku duyuyor olduğumdur. Kuşku duyduğumdan bile kuşkulanacak olsam, yine de kuşku duyuyor olurum. Kuşku duyduğum kesin olduğu ölçüde düşünüyor olduğum da kesindir; çünkü kuşku duymak düşünmektir ve düşünmeden kuşku duyulamaz. Ancak düşündüğüm kesinse, der Descartes, düşünen bir varlık olarak var olduğum da kesindir. 

"Düşünüyorum, öyle ise varım." Böylece öznel olarak, anlığın varlığını tüm kuşkudan arınmış biçimde kanıtlamış olur. Düşünen bir varlık olarak var olduğum açık seçik ve kesin bir bilgidir. Tüm bilgimizin temelinde bu yatar.

Descartes, bu ve bir kez bu bulunduktan sonra uslamlamalarla ortaya çıkarılabilecek kimi başka apaçık doğruların, algıdan kaynaklanmadıkları halde anlığımızda bulunmalarını 'doğuştan düşünceler (bilgiler)' olarak niteliyor. Her anlık, ortak olan bu doğuştan düşünceleri taşır. Bilgi, bunlardan, tıpkı matematikte yapıldığı gibi, tümdengelimsel çıkarımlarla üretilir: Doğuştan düşünceler ilk başta (çocuklukta) anlıkta belirgin değildir. Çocuk çevresini algıladıkça bunlar belirginleşir; bilinçli duruma dönüşürler. Algının görevlerinden biri, bu belirginleştirmedir. Bir başka görevi de bize dış dünyadan bilgi vermektir. Ancak bilinen nedenlerle, algı yalnız başına bunu gerçekleştiremez. Usun algıya katkısı zorunludur. Ancak usun, doğuştan bilgiler yoluyla yoğurduğu algı bilgiye götürebilir. Bu da ancak tikel nesnelerin bilgisidir: Kalıcı, genel bilgi, anlıkta doğuştan bilgilerden çıkarsanır. 

Ulaştığı bu sonuçlarla Descartes modern usçuluğu kurmuş olmaktadır. Usçuluk, çok genel bir nitelendirmeyle, bilginin kaynağının deneyle sınırlı olmadığı, usun (anlığın) da bilgi ürettiği felsefe savıdır. Bu, tüm bilginin usça üretildiği gibi bir uç tutumdan (örneğin Platon), "Ancak sınırlı sayıdaki kimi bilgiler deneyden bağımsızdır" dile getirilişindeki yumuşak tutuma dek (örneğin Kant) değişik yorumları kapsar.

Descartes, algının ürettiği bilginin usça yoğrulmadan güvenilir olmadığı görüşünü, Platon'daki gibi algılanan dış dünyanın tam anlamda gerçek olmamasına bağlamaz. Evet, Descartes'ın da bu gerçeklikten kuşkuya düştüğü olur: "Özdek kavramında onun var olmamasıyla çelişen hiçbir şey yoktur" der. Ancak sonuçta, bizden bağımsız özdeksel (fiziksel) bir dış dünyanın bulunduğunu ve algımızın bunun yetkin olamayan bir yansısı olduğunu düşünür. Kanıt olarak da "Eğer tüm iyiliklerin kaynağı yetkin Tanrı, anlığımıza, algıladığımızın karşılığı olan bir dış dünya bulunduğu inancını yerleştirmişse, bizi aldatıyor olamaz" der.

Kaynak: Arda Denkel - Bilginin Temelleri


Mantık Hataları

Mantıkta yapılan bir hatadır. Bir mantık hatasını keşfetmek için kilit mesele şudur: Sonuç öncüller tarafından içerilmiş gibi görünür, ama daha titiz bir düşünme süreci, akıl yürütmede bir niçin arama, ikircikliklerin üzerinde oynama dolayısıyla dilin yanlış kullanımı veya arzu edilen sonucu desteklemek için yeni bir bilginin veya ek öncüllerin işin içine sokulması gibi sorunları onaya koyar. Bu nedenledir ki, Tanrı türü şeylerin varlığını “kanıtlayan” mantıksal argümanlar bütünüyle başarısızlıkla sonuçlanır. Bunların tek yapabildiği, öncüllerinin zorunlu içermelerinin ortaya dökülmesidir. Öncülleri değiştirin, sonucu da değiştirmiş olacaksınız. Öyleyse dış dünyadaki varlıklar konusunda kesin bilgi yalnızca mantıksal analizden elde edilemez. Belki de Disraeli’nin ünlü nüktesini hatırlamalı (“yalan, kuyruklu yalan, istatistik”) ve şunu eklemeliyiz: “ve de mantık!” Yine de dilin doğası ve sözcükler ile şeyler arasında kurulabilecek felsefi ilişkiler dolayısıyla mantıkçılar yanlışların özelliklerini tartışırlar. Özel olarak da bunlar akıl yürütmede basit hataların ötesine geçtiklerinde.

Bazı yaygın mantık hataları şunlardır:

Fallacia plurium interrogationum (çoklu soru yanlışı)

Bazen bir soru sorulur, ama ondan önce başka bir sorunun sorulmuş olması gerekir. Başka şekilde söylenirse, soru çok fazla şeyi varsaymaktadır. Tekrarlanmasına değecek klasik örnek şu’dur: “Eşini dövmeyi bıraktın mı?” Bu iki başka soruya olumlu cevabı varsayan, yönlendirici bir sorudur. O iki soru, (1) “Evli misin?” ve (2) “Eşini hiç dövdün mü?”dür.

Önce bunlar sorulmalıdır. Aksi takdirde sanık ne cevap versin? Evet mi, hayır mı?

Ignoratio elenehi (dağılmamış orta terim yanlışı)

“Bütün çevreciler küresel ısınmanın olduğuna inanırlar. Profesör Qwerty de küresel ısınmanın olduğuna inanmaktadır. Öyleyse, Qwerty çevrecidir.” Argüman, Profesör Qwerty’nin gerçekten de çevreci lobinin mensubu olduğuna dair, bize belirtilmemiş olan bir başka öncülü varsaymaktadır. Sonuç olarak, küresel ısınmanın olduğuna inanan ama çevreci görüşlere katılmayan başka gruplar da olabilir.

Post hoc ergo propter hoc (bundan sonray dolaytstyla bundan dolayı)

"Dünya ısınıyor. Karbondioksit salımı bu ısınmadan önce gelmişti. Dolayısıyla, artan karbondioksit salımı küresel ısınmanın nedenidir.” İlle öyle olmak zorunda değil. Bir şeyin bir başka olaydan sonra olması, ona yol açanın o olay olduğu anlamına gelmez. Ben alkışladım ve Cindy’nin sutyeni düştü. Benimle hiç ilişkisi yok, bayım.

Argumentum ad baculum (sopaya dayanan argüman)

“Benim söylediğime katılacaksın, yoksa bedelini ağır ödersin.” Genellikle bundan daha ince ifade edilir ve düzenleyici komutlardan dış politika manipülasyonlarına (“Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle” - George W. Bush) kadar geniş bir alanı kapsar. Biraz tartışmalı biçimde, bu tam olarak bir mantık hatası olmayabilir. Kimileri, gücün gerçekten de geçerliliğe yol açtığını iddia edebilir. Ama o zaman o öncülün açıkça belirtilmiş olması gerekir.

Argumentum ad hominem (adamına göre argüman)

Politikacının en sevdiği numara: “Adolf Hitler kötüydü, demek ki vejetaryenizmi de kötüydü.” Bu argüman çeşitli boylarda gelir. Bir partinin, ülkenin, ırkın ya da dinin, başka konularda yanlış yaptıkları düşünüldüğü için bu konuda da “hatalı olması gerektiği” söylenir. Ama önermeyi kimin ifade ettiğinin önermenin kendisiyle hiçbir ilişkisi yoktur.

Argumentum ad verecundiam (otoriteye başvuran argüman)

Buna ünlülerce desteklenen reklamlarda veya muteber insanlar bir tartışma konusunda fikir beyan etmeye davet edildiklerinde rastlarız. Sırf David Beckham şu şu marka gözlük taktığı için, der reklam, bu gözlükler “cool”dur, iyidir, kalitelidir vb. vb. Ya da farklı bir estetik anlayışı olanlar için Mihail Pletnev’in Stein-way piyanolarını desteklemesi. Ya,da bir profesör “uzman” kimliğiyle bir argümanı desteklemek için ağırlığını koymaya çağrılır. Bu durumların her birinde, belirli bir uzmanlık ve/veya saygının kolaylıkla başka bir alana aktarılabildiği varsayılmıştır. Bu, destekleyenin başka konularda konuşmak için yeterli olmadığı anlamına gelmez; sadece önermenin ya da argümanın, kişilikten ya da şöhretten bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini belirtmektir.

Argumentum ad ignorantiam (cehalete yönelik argüman)

Bir önerme kanıtlanmadıysa, ulaştığı sonucun yanlış olduğu söylenir. “Küresel ısınma henüz kanıtlanmış değil, öyleyse demek ki yanlış.” Hayır, kanıtlanmamasına kanıtlanmadı, ama yanlışlanmadı da. Argüman gerçekliğe referansı atlar, bununla birlikte bilimsel olarak toplanmış veriler temelinde bir doğrulanma olasılığını da bir kenara bırakmış olur.

Bir de şu örneğe bakalım: “Eğer bir önermenin yanlış olduğu kanıtlanmadıysa, sonucu doğru olmalıdır.” Neden böyle bir sonuç çıksın ki? “Yaratılışçılık hâlâ yanlışlanmadı. Öyleyse doğru olmalı.” Doğru olabilir, ama yanlış da olabilir. Popper’ın özetlediği gibi, yanlışlanmanın olmayışı bir şeyi doğru yapmaz. Bu şeyin bütün ortaya koyduğu, gerçekten de yanlış olabileceği için sürekli sıkı biçimde test etmemiz gereken bir çalışma hipotezimiz olduğudur.

A rgumentum ad populum (çoğunluğa dayanan argüman)

Bu, bugünlerde internette sayısız örneğini gördüğümüz kamuoyu yoklamalarının her birinin yaptığı yaygın bir yanlıştır. “Amerikalıların yalnızca %16’sı 11 Eylül hakkında hazırlanmış olan resmi rapora inanıyor” (New York/CBS News yoklaması, 2006). Halkın % 84’ünün rapordan kuşku duyması da, rapora inananların oranının %16 olması da hakikatin temeli olarak kabul edilemez. Hakikat, insanların inandığı şeylerden bağımsız bir şeydir. İsterse halkın %100’ü A’ya inansın, B ile aynı fikirde olsun.

Argumentum ad misericordiam (merhamete dayanan argüman)

Her gün bir dizi reklam bizi suya, eğitime veya konuta ihtiyacı olan zavallı bir yoksula para vermeye çağırıyor. Ama yoksullara hayırseverlik yoluyla para verilmesinin doğru olup olmadığı, içimizdeki başkalarıyla sempati yoluyla bağ kurma içgüdüsüne yanıt vermekten ayrılabilir bir ahlaki sorundur. Daha ayrıntılı bir analiz, bu insanların siyasi yolsuzluklar ve savaş dolayısıyla yoksullaştığını ve hayırseverliğin savaşın sonuçlarını sübvansiyon yoluyla hafifleterek yalnızca savaşın devam etmesine yaradığını ortaya koyabilir. Daha az yüklü bir örnek alacak olursak, çocuklar sık sık annelerine yalvarırlar: “Lütfen anne, lütfen!” Burada argümanı kazanmak için annenin duyguları harekete geçirilmeye çalışılıyor - harika bir mantık hatası.

Kaynak: Alexander Moseley - A'dan Z'ye FELSEFE

Felsefi Dünya Görüşü

Max SCHELER

“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz,” Platon’un bu sözü bugün de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinsel veya herhangi başka bir gelenek yoluyla edinir. Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan insanlar, kendi akıllarına dayanma cesaretini göstermelidirler. Ayrıca, alışılagelen bütün kanıları kuşkuyla karşılamalı, açık seçik ve temellendirilebilir olmayan hiçbir düşünceyi kabullenmemelidirler. Gerçi felsefe her zaman üstün bir düşünür kişiliğin çevresinde toplanan seçkinlerin işi olmuştur, fakat felsefi dünya gö­rüşü her zaman insanlık tarihini etkilemiştir. Bütün tarih aslında seçkinlerin ve onları izleyenlerin bir ürünüdür. Felsefi seçkinler zümresinin etkileyici gücüne örnek olarak Platon ve Aristoteles’in Kilise üzerindeki etkisini; Kant, Fichte, Schelling ve Hegel’in de özgürlük savaşları Almanya’sındaki politika, askerlik, edebiyat ve eğitim alanındaki etkilerini gösterebiliriz.

Kısa bir süre öncesine kadar Alman felsefesi -özellikle akademik felsefe- belli bir dünya görüşünün ortaya konulmasından vazgeçmişti. Akademik felsefe yıllarca pozitif bilimlerin yalnızca bir hizmetçisi olmakla ve bunların yöntem ve amaçlarını incelemekle yetindi. Böylece 19. yüzyılın son çeyre­ğinde felsefi araştırmalar bilgi kuramı ile deneysel psikoloji çerçevesi içine hapsoldu. Oysa felsefe ne bir dinin ne de bir bilimin hizmetçisi olabilir.

Bu görüş ışığında felsefe son yıllarda niteliği ve amaçları bakımından derin bir değişikliğe uğradı. Felsefe büyük çabalar sonucunda “metafizik” denilen problemleri belli bir çözüme götürmek için, pozitif bilimlerin önderliğinde değil ama onlarla işbirliği yaparak, yeniden temelli ve kesin yöntemler kazandı. Mezafîziğin her türünü reddeden üç büyük düşünce akımı -pozitivizm, Yeni Kantçılık ve historizm (tarihselcilik)- günümüzde büyük ölçüde etkisini yitirdi. Pozitivizm, gerek varlık gerekse bilgi formlarını duyu verilerinden türetti ve bütün metafizik sorular ile bu sorulara verilen cevapların anlamsız olduğunu, bunların yanıltıcı bir “düşünce alışkanlığına dayandığını ileri sürdü (Emst Mach, Avenarius). Günümüzdeki Kant araştırmalarına göre; Yeni Kantçılığın, Kant’ı neredeyse tümüyle yanlış anladığı ve metafizik problemlerini insan aklının kalıcı problemleri olarak görüp, bunların çözülebilirliliğini reddettiği belirlenmiştir.

Tarihselcilik için ise gerek dinsel gerek felsefi bütün dünya görüşleri deği­şen tarihsel ve toplumsal yaşam koşullarının birer anlatım biçimiydi (Kari Marx, W. b Dilthey, O. Spengler). Bu üç düşünce akımının metafizik karşısındaki olumsuz tavrı günümüzde artık geçerli bir tavır olmaktan çıkmıştır. Fakat asıl gerekli olan, bu tavrın geçersizliğini kanıtlamak değil, yeni, olumlu bir düşünceyi ortaya koymaktır. İnsan istediği gibi metafizik bir dü­şünce kurma ya da kurmama özgürlüğüne sahip değildir. Metafizik düşünce, kendi başına olan, varlığını yalnız kendisinden alan ve bütün diğer var olanların kendisine bağlı olduğu, insanın ve dünyanın temeli olan şey üzerindeki düşüncedir. İnsan, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği veya gelenek aracılığı ile her zaman böyle bir düşünceye, böyle bir duyguya sahip olmuş­tur. O, mutlak olan üzerinde ancak iyi ve akla uygun ya da kötü ve akla aykırı bir düşünce kurma özgürlüğüne sahiptir. Kendi bilinci önünde mutlak bir varlık alanının bulunması insana özgü bir niteliktir. Bu alanın bilincini insan kasıtlı olarak arka plana iterek dünyanın duyusal kabuğuna yapışabilir. Bununla birlikte insandaki manevi kişiliğin merkezi, insanın duygu hayatı körleşir, insan mutlak var olanın en yüksek değerin alanını, bilerek veya bilmeyerek, kendi yaşamında sanki mutlakmış gibi gördüğü sonlu bir şeyle, sonlu bir değerle de karşılaştırabilir; para, ulus ve sevilen bir insana bu gözle bakılabilir. Bu ise eşyaya tapma ve putperesliktir. Böyle bir ruh durumunu aşabilmesi için, insanın şunu öğrenmesi gerekir: İnsan kendisiyle hesaplaşarak, mutlak bir varlığın, mutlak bir değerin yerine geçen kendisindeki “put”un bilincine varmalı ve onu parçalamalıdır; büyük sevgiyle bağ­landığı şeyi sonlu dünyadaki yerine geri vermelidir. O zaman mutlak olanın alanı yeniden ortaya çıkar ve ancak o zaman insan mutlak varlık üzerinde bağımsız olarak felsefe yapabilecek duruma gelebilir.

Mutlak varlık üzerinde özgür felsefi araştırmayı olanaklı kılan, yalnızca metafiziğin gerçekliği değil, aynı zamanda insanın, dikkatli bir şekilde belirlenen sınırlar içinde kalarak, bütün şeylerin temelini bilmeyi sağlayan bilgi araçlarına da sahip olmasıdır. Bu, her zaman eksik ama somut, açık ve objesine uygun bir bilgidir. Ve insan, kişiliğinde şeylerin temelinden pay alma, şeylerin temeline katılma yeteneğine de sahiptir.

İnsan üç türlü bilme yetisiyle donatılmıştır: Egemen olmanın ya da başarının bilgisi, öz bilgisi ve metafizik bilgi. Bu üç tür bilginin hiçbiri kendisi için değildir. Her bilgi türü belli bir var olanın, ya nesnelerin, ya insanın kendisinin ya da mutlak olanın şekillendirilmesi amacını güder.

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 1

Beşinci kitabın sonlarından yedinci kitabın başlarına değin, Cumhuriyet aytışımının (dialogiasının) ortalarında, siyasete karşıt olarak, salt felsefe ele aiınır. Sorunlar oldukça keskin bir biçimde dile getirilir.

"Filosoflar kral oluncaya, ya da bu dünyanın kralları ve prensleri felsefe gücü ve tini edininceye, işi gücü başkasının kuyusunu kazmak olan ayaktakımı bir yana çekilme zorunda bırakılıncaya değin ne kentler kötülüklerden kurtulacak, ne de insan soyu. Sonra, sadece bizim devletimiz yaşama hakkına sahip olacak, gün ışığı­na erecek."

Eğer doğruysa bu, önce bir filozofun ne olduğunu ve felsefe ("philosophia") sözcüğünden ne anladığımızı belirlememiz gerekir. Bu sorunlardan doğan tartışma Cumhuriyet'in en ünlü, belki de en çok etki yapmış sayfalarıdır. Kısmen, doğal üstü bir edebiyat güzelliğine sahip o sayfalarda söylenenleri, benim gibi, doğru saymayabilir okuyucu. Ancak, etkili bulmaması da elde değildir.

Platon'un felsefesi, gerçekle görünüş arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ilk kez Parmenides tarafından ortaya atılmıştı. İmdi ele alacağımız tartışmada, Parmenides'in deyim ve kanıtları sık sık çıkar karşımıza. Bununla birlikte, Platon'da; gerçek konusunda Parmenidesçi olmaktan çok Pythagorasçı, dinsel bir hava; daha çok, Pythagoras ardıllarına geri götürebileceğimiz müzik ve matematik ilişir göze. Parmenides mantığının, Pythagoras'ın ve Orpheosçuların öbür dünyacılığıyle birleşmesi, mantığı da, dinsel heyecanları da doyuran bir kurama yol açmıştır. Sonuç, ayrı değişmelerle, Hegel'e değin büyük filosofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon'dan kalan yalnız filosofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon'dan etkilenen yalnız filosoflar değildir. Püritenler, müzi­ğe, resme, Katolik Kilisesi'nin gösterişli törenlerine neden karşıdırlar? Sorunun karşılığı, Cumhuriyet'in onuncu kitabındadır. çocuklar okulda neden aritmetik öğrenmek zorundadırlar? Sorunun karşılığı, yedinci kitaptadır.

Aşağıdaki paragraflar, Platon'un düşünler (idealar) kuramı­ nı özetler:

Sorunumuz şu: Filosof nedir? Birinci karşılık kökbilim (etymolegia) yönünden verilebilir. filosof bilge-sever' dir. Fakat, bilgi-sever'le aynı değildir "bilge-sever", meraklı bir kişinin de bilgiyi sevdi­ği söylenebilir. Kaba bir ilgi filozof yapmaz adamı. Dolayısıyla biraz değişiyor tanım. Filozof doğruluk görü'sünü seven adamdır. Nedir bu görü?

Yeni tiyatro oyunlarını, yeni filmleri izlemeye, yeni müzik parçalarını dinlemeye can atan, güzellik düşkünü bir adam düşünelim. Böyle bir adam filozof değildir. Çünkü o, sadece güzel şeyleri, filosofsa, güzelliğin kendini sever. Güzel şeyleri seven, düş görmektedir. Mutlak güzelliği sevense uyanıktır. Birincisi sadece kanı sahibidir, ikincisiyle bilgi.

BİLGİ VE KANI

"Bilgi"yle "kanı" arasındaki ayrım nedir? Bilgi sahibi herhangi bir şeyin bilgisine sahiptir. Sözgelimi var olan bir şeyin bilgisine. Var olmıyan zaten hiçtir. (Parmenides'i anımsatıyor burası.) Bilgi yanılmaz sonuçta. Onun yanılması lojik olarak olanaksızdır. Fakat, kanı yanılabilir. Bu nasıl olur? Olmayan bir şeyin kanısı olmaz, olamaz. Olan bir şeyin kanısı da olamaz. Böylesi de bilgi olur. Dolayı­siyle kanı, hem olan hem olmayan bir şeyle ilgili olmalıdır.

Nasıl olanaklı olur bu? Sorunun karşılığı, tek tek şeylerin daima, karşıt öz çizgiler yüklenmesindedir. Sözgelimi, güzel olan, bir bakıma güzel olmıyan, adil olan bir bakıma adil olmıyandır. Platon'un savına göre, tek tek bütün şeyler çelişmeli karakterlere sahip, olanla olmayan arasında ve kanı şeyleri değil, bilgi şeyleri olmaya elverişli. "Fakat, mutlakı, zamansızı ve başkalaşmıyanı gören kişilerin, kanıya sahip olduğu değil, bir şeyi bildiği söylenir."

Böylece, kanının, duyularımıza açık dünyayla ilgili olduğu sonucuna varırız. Gerçekteyse bilgi, duyuüstü, zamansız bir dünyaya ilişkindir. Sözgelimi kanı, tek tek güzel şeylerle, bilgi güzelliğin kendisiyle ilintilidir.

Geliştirilen tek kanıt, bir şeyin hem güzel hem güzel olmı­yan, hem adil hem adil olmıyan olduğunu var saymakla çelişmeye düşüleceği; yine de çelişmeli karakterleri içinde bulundurur göründüğü; tek tek şeylerin gerçek olmadığı konusundadır. Herakleitos şöyle demişti: "Aynı ırmağa hem girebiliriz hem giremeyiz. Varız ve var değiliz." Bu kanıyı Parmenides'in kanısıyla birleştirirsek Platon'un varmış olduğu sonuca varırız.

KURAMDA MANTIKSAL VE METAFİZİK BÖLÜM

a. Mantıksal Bölüm

Bununla birlikte, Platon'un, öğretisinde kendinden öncekilerde rastlamadığımız önemli bir özellik bulunmaktadır: Kısmen mantıksal, kısmen de metafizik İdealar ya da biçimler kuramı. Mantıksal bölüm, genel sözcüklerin anlamıyla ilgilidir. Doğru olarak "bu kedidir" diyebileceğimiz pek çok hayvan vardır. "Kedi" sözcüğüyle neyi amaçlıyoruz? O açıkça, her özel kediden ayrı bir şeydir. Bir
hayvan, bütün kedilere özgü olan genel yapıyı taşıdığı için kedidir. Dil, " kedi" gibi genel sözcükler olmaksızın edemez. Bu tür sözcüklerin anlamsız olmadığı açıktır. Eğer "kedi" sözcüğü herhangi bir şeyi anlatıyorsa bu, herhangi bir kedi değil, evrensel kediliktir. O, tek bir kedi dogduğu zaman doğmaz. Tek bir kedi ölünce de ölmez. Uzay ya da zaman içinde bir yer de kaplamaz. Zamansızdır. Öğretinin mantıksal bölümü bu. Onun adına olan kanıtlar, sonuçla geçerli olsun olmasın güçlüdür ve öğretinin metafizik bölümünden tü­müyle bağımsızdır.

b. Metafizik Bölüm

Öğretinin metafizik bölümüne göre "kedi" sözcüğü, belirli, ideal bir kediyi, Tanrı'nın yarattığı tek bir kediyi dile getirir. Tek tek kediler ideal kediyle ortak bir yapıya sahiptirler. Az ya da çok eksiktir bu ortaklık. Çok sayıda kedi vardır. İdeal kedi gerçektir. tek tek kedilerse görüntüsel.

Devlet'in son kitabında, ressamları kınayışa bir giriş olmak üzere idealar ya da biçimler öğretisinin açık bir dökümü yer alıyor. Burada Platon, bir bölük bireyin ortak ada sahip olması durumunda, ortak idea ya da biçimden olduklarını anlatır. Sözgelimi, pek çok yatak olmasına karşın tek bir yatak ideası ya da biçimi bulunmaktadır. Bir yatağın aynadaki yansısı nasıl gerçek değil, görünü­şünden ibaretse, değişik tek tek yataklar da idea'nın kopyası olduklarından gerçek değillerdir. Yatak ideası tek tek gerçek yataktır, Tanrı yönünden yapılmıştır. Tanrı'nın yaptığı yatak konusunda "bilgi", marangozların yaptığı yatak konusunda" kanı"ya sahip olabiliriz. Filosof, sadece ideal yatakla ilgilenecektir; duyulur dünyanın pek çok yatağıyla değil. Ayrıca, gündelik dünya işlerine ilgisiz kalacaktır. "Zihni bunca yüce olan, bütün zamanı ve bütün varlığı gözleyen kişi, insan yaşantısını nasıl düşünebilir?" Filosof olmaya yetenekli genç, arkadaşları arasında doğru, nazik, öğrenmekten hoşlanan, güçlü bir belleğe ve öğeleri uyuşümlu bir zihne sahip olmakla kendini gösterecektir. Böyle biri, filosof ve koruyucu olması yolunda eğitilecektir.

Adeimantos bu noktada bir karşı duruşla söze karışır. Sokrates'le tartışmaya çalışırken her adımda şaşırdığını duyar. Tartışma sona erdiğinde önceki bütün düşüncelerinin tersine döndüğünü anlar. Sokrates ne derse desin felsefeye dalan kişiler, acayip yaratıklar olup çıkıyor anlaşılan. En iyileri bile gereksizleşiyor.

Sokrates, böyle bir durumun, içinde bulunduğumuz dünya için doğru olduğunu söyler. Fakat, ayıplanacak olan, filosoflar dışındaki kişilerdir. akıllı bir toplulukta, aptal sayılmayacaktır filosoflar. Bilge kişiler, yalnız aptallar arasında, bilgelikten yoksun sayılırlar.

Ne yapacağız bu ikilem karşısında? Devletin kurulması için iki yol var:

1 - Filosofların yönetici olması
2 - Yöneticilerin filosof olması

Başlangıç olarak birinci yol olanaksız gibi. Çünkü, felsefeye kulak asmayan bir kentte halk, filosofları tutmuyor demektir. Fakat, yönetici olarak doğmuş biri filosof olabilir. "Böyle, bir tek kişinin çıkması yeter. kendi istemine uyan bir kente sahip tek adam, kimselerin inanmadığı ideal politikayı gerçekleştirebilir." Platon, Surakousai (Sirakuza) tiranı genç Dionusios'ta böyle bir yönetici bulduğunu sandı. Ancak boşa çıktı umutları.

Devlet'in VI ve Yll. kitaplarında Platon, belli başlı iki sorunla uğraşır:

1 - Felsefe nedir?

2 - Uygun yaradılıştaki bir genç erkek ya da kadın filosofluk eğitiminden nasıl geçirilebilir?

Platon için tek felsefe, bir tür görü, "doğruluk görüsü"dür. Salt zeka, salt bilgelik işi değil, bilgelik sevgisidir. Spinoza'daki tanrı'yı zekayla sevmek kavramı, düşünce ve duygunun aynı biçimde iç­ten birleşmesidir. Yaratıcı iş gören herkes, uzun bir emekten sonra, doğruluk ya da güzelliğin ani bir parlayış ya da görkem içinde göründüğü ya da görünür gibi olduğu zihin durumunu az çok yaşamıştır. Bu durum, küçük bir konuda da, evren konusunda da çıkabilir ortaya. O anda, sözü edilen yaşayış çok kandırıcıdır. Sonradankuşku gelebilir. Fakat, ilk anda yüksek bir kesinlik vardır. Sanırım, sanatta, bilimde, edebiyatta, felsefede en iyi yaratıcı yapıt, böyle bir anın sonucu olan yapıttır. Başkalarında da olur mu bilmem? Kendi adıma, ne zaman bir kitap yazmaya kalksam, önce konunun ayrı ayrı parçalarını tanıyacak ölçüde ayrıntılara inmem gerekir. Sonra, eğer şanslıysam, bir gün, parçalarıyla gereğince bağlaşmış olarak yakalarım bütünü. İmdi iş, gördüğümü yazmaya kalmıştır. Sislerle kaplı dağ yolunda yürüyen bir adam düşünün. Adam önce, her yamacı, patikayı, yaylayı ayrı ayrı tanır. Sisler dağılınca, bütün dağı uzaktan bütünlükle ve parlak gün ışığı altında görür.

1 - 2 - 3

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 2

İyi bir yaratıcı yapıt için, sanırım gereklidir bu yaşantı. Fakat, yeter değildir. Onun getirdiği öznel kesinlik, gerçekte, büyük ölçüde yanıltıcı olabilir. William James, gülme etkisi uyandıran gazla böyle bir yaşantıya ulaşan adamın öyküsünü anlatıyor. O kişi, gazın etkisindeyken evrenin gizemini bilirim sanır. Fakat bu etki ge­çince gizemin ne olduğunu unuturmuş. Bir gün, aşırı bir çabayla, görü yitip gitmeden yazmış onu. Gazın etkisinden sıyrılınca hemen okumaya girişmiş yazdığını. Şuymuş yazdığı: "Her yerde petrol kokusu." Dolayısıyla ani bir iç görü'sü yanıltıcı olabilir, tanrısal esriklik geçince ayık kafayla denetlenmelidir o.

Platon'un Devlet'i yazdığı sırada güvendiği görü'sü, yapıtının okuyucu yönünden daha iyi anlaşılması için bir istiareyi gerektirir en sonunda: mağara istiaresini. Okuyucuya, idea'lar dünyasının gereksinimini gösterecek biçimde tasarlanmış değişik ön tartışmalarla varılır ona.

Önce, zeka dünyası, algılanır dünyadan ayrıdır. sonra, zeka ve algı kavramı da ikiye ayrılır. Algı kavramının türleri bizi ilgilendirmiyor burada. Zeka kavramının türlerine gelince, onlar "us" ve "anlayış"tır. Bunlardan us daha yüksektir. Salt idealarla ilgilidir.

Yöntemi diyalektiktir. Anlayışsa, matematikte kullanılan bir zeka türüdür, us'tan aşağıdadır. Denetliyemediği varsayımlarda usa baş­ vurur. Sözgelimi geometride "ABC'nin gerçekten doğru çizgili bir üçgen olup olmadığını sormak kurallara aykırıdır yine de. Aynı biçimde, matematik bize, neyin var olduğunu değil, şöyle şöyle koşullar altında neyin var olacağını söyler. Duyulur dünyada doğru çizgi yoktur. Böylece matematiğin varsayımsal doğruluktan daha çoğuna sahip olması isteniyorsa duyulurüstü dünyada duyulurüstü çizgilerin varlığına kanıt bulmalıyız. Bu, Platon'göre, anlayışla değil, usla yapılır. Us, gökte, geometrik önermelerin varsayımsal değil, kesin olduğu doğru çizgili bir üçgen bulunduğunu gösterir.

Bu noktada Platon'un gözünden kaçan, modern idealist filosoflar için açık bu güçlük var. Tanrı'nın tek bir yatak yaptığını görmüştük. Onun tek bir doğru çizgi çizdiğini kabul etmek de doğaldır. Fakat eğer gökte bir üçgen varsa tanrı üç tane doğru çizgi çizmiş olmalı. Geometri nesneleri ideasal olsa bile pek çok örneklere sahip bulunmalılar... sözgelimi, kesişen iki çember istiyebiliriz. Bu, Platon kuramında, geometrinin, son doğruluğa yetenekli olmadığı­nı görüntüyü ele alan çalışmanın bir bölümü olarak kınanması gerektiğini anlatır. Söz konusu noktayı bir yana bırakacağız yine de.

Platon, açık anlıksal görüyle, karmaşık, duyu algısı görü'sü arasındaki ayrımı, görme duyusundan yaptığı bir benzetme yardı­mıyla açıklamaya çalışır. "Görme -der-, yalnız gözü ve nesneyi de­ğil ışığı da gerektirmesi bakımından öbür duyulara benzemez. Nesneleri, güneş ışığında apaçık, alaca karanlıkta yarım yamalak görü­rüz, zifiri karanlıktaysa hiç görmeyiz. İdea'lar dünyası, nesnenin gü­neşle aydınlanması sırasında gördüğümüz dünyadır." Göz tine (ruha), ışık kaynağı olarak güneş doğruluğa ya da iyiliğe karşılıktır.

"Ruh, bir göz gibidir. Doğruluk ve aydınlığın parladığı nesneye yönelince kavrar ve anlar, zekayla ışıklanmıştır o anda. Oluş ve bozuluşunun egemen olduğu alaca karanlıktaysa sadece kanıya sahiptir. Orada bakar durur hep. Bazen şu, bazen de bu kanıya sahip olur. Zekaya sahip değilmiş gibi görünür... "bilinene doğruluk nitesini, (vasfını), bilene bilme gücünü veren şeye, iyi ideası diyeceğim. ve siz ona bilimin nedeni diye bakacaksınız."

Ünlü mağara istiaresine götürür bu bizi. İstiareye göre, felsefeden yoksun olanlar, bir mağarada ancak bir yöne bakacak biçimde bağlanmış tutuklulara benzer. Arkalarında ateş yanar. Önlerinde duvar vardır. Kendileriyle duvar arasında hiçbir nesne yoktur. Gördükleri, arkalarındaki nesnelerin ateş aracılığıyle duvara yansı­yan gölgelerinden ibarettir. Kaçınılmaz olarak, bu gölgeleri gerçek sayarlar. Onların asıl bağlı bulunduğu nesnelerle ilgili bir kavrama sahip değillerdir. Sonunda tutuklulardan biri mağaradan kaçarak gün ışığına çıkar, ilk kez gerçek nesneleri görür. O zamana değin gölgelerle aldatılmış olduğunu anlar. Eğer kurtulan, koruyucu olmaya değer, filosof yapılı bir kişiyse, eski tutukluluk arkadaşlarına durumu anlatmayı görev sayar. Ancak onlar doğruya inanmakta güçlü­ğe uğrıyacaktır. Çünkü, gün ışığında mağaraya girince, gölgeleri, öbür tutuklulara bakıldığında, daha az belirgin bulacak ve arkadaş­larını kurtuluştan önceki zamana bakıldıkça daha aptal sayacaklardır.

İYİ'NİN DURUMU

İyi'nin durumu ilginç! "Bilim ve doğruluk -der Platon-, iyi gibidir. Fakat, iyinin makamı daha yüksektir. iyi, öz değildir. Yücelik ve güç bakımından aşar özü" Diyalog, mutlak iyinin algılanmasında anlıksal (intellectual) dünyanın sonuna götürür bizi ve matematikçinin varsayımlarını, iyinin yardımıyla bir yana bırakabilir. Bunun temelindeki düşünce, gerçeğin, görünüşe karşıt olarak eksiksiz ve tam iyi olduğudur. Böylece, iyiyi algılamak, gerçekliği algılamak olur, Platon felsefesinde baştan başa Pythagoras felsefesinde oldu­ğu gibi zekayla gizemciliğin kaynaşmış olması dikkati çekiyor. İyi hususunda gizemcilik ağır basıyor.

İDEALAR ÖGRETİSİNİN YANLIŞLARI

Birtakım açık yanlışlar içerir idealar öğretisi. Felsefede bü­yük bir aşamadır yine de, günümüze değin değişik biçimlerle gelen tümeller sorununa ağırlık vermiş ilk öğreti olması nedeniyle. Baş­langıçlar üstünkörü olmaya açıktır. Üstünkörü diyerek idealar öğretisinin özgünlüğünü görmezlikten gelemeyiz. Tüm zorunlu doğrulamalar yapıldıktan sonra bile kimi şeyler kalır geride. Geride kalanlardan kesinlikle en küçüğü, Platon'a en çok karşıt olanların bile kabul edeceği şu gerçektir: Tüm özel adlardan kurulu bir dille konuşamayız. "Adam", "kedi", "köpek" türünden genel sözcüklerle "benzer", "önce" türünden bağlantı sözcükleri de gereklidir. Anlamsız gürültüler değildir o sözcükler. Dünyanın bütünüyle tek tek şeylerden kurulu olması durumunda adı geçen sözcüklerin, özel adların gösterdiği türden bir anlama nasıl sahip olacağını kestirmek güç. İlk bakışta tümeller adına çalışan bu' kanıttan kurtulmanın yolları vardır. Geçici olarak, bir aşamaya değin geçerli sayacağım onu. Fakat, bu denli geçerlikten hiç de Platon'un dedikleri çıkmaz.

Önce Platon, felsefe söz dizimini anlamış değildir... Sokrates insandır, Platon insandır v.ö. diyebilirim. Bütün bu anlatımlarda "insan" sözcüğünün aynı anlama sahip olduğu düşünülebilir. "İnsan" sözcüğü ne anlatırsa anlatsın, Sokrates'le Platon'un ve insan soyunu biçimleyen öbür bütÜn bireylerle aynı olmayan bir şeydir bu sözcük. "İnsan," sıfattır. " İnsan insandır" demek saçma olur. Platon, böyle bir saçmalığa düşmektedir. Güzelliğin güzel, " insan"ın Tanrı tarafından yaratılmış bir örnek-insan'ın adı, edimdeki (actual) insanın, asıl örneğin eksikli ve gerçek dışı bir kopyası olduğunu düşü­nür. Ayrıca, tümellerle tikeller arasında nasıl bir boşluk bulunduğunu anlayamamıştır. Onun ideaları, sağtöresel (ethic) ve estetik olarak, sıradan tikellere üstün başka tikellcrdir gerçekte, Kendisi de daha sonra bu güçlüğü görmeye başlamıştır. Parmenides diyalogu, bir filozofun kendini eleştirmesinin en güzel örneğini verir.

Parmenides'in, Antiphonos (Platon'un üvey kardeşi) tarafından öykülendiği varsayılır. Söyleşiyi anımsayan yalnız oymuş: Sonradan bu tür sorunları bırakıp atlarla uğraşmaya başlamış, kendisini elinde bir dizginle bulmuşlar ve Parmenides - Zenon - Sokrates arasında geçen üçlü tartışmayı anlatması konusunda zar zor kandırmış­lar. Söylendiğine göre, bu tartışma sırasında, Parmenides yaşlı (aşa­ğı yukarı 65 yaşında), Zenon orta yaşlı (40 yaşlarında), Sokrates'se oldukça gençmiş. Sokrates burada, idealar kuramını açıklar. Benzerlik, güzellik, adalet ve iyilik ideaları bulunduğundan emin, insan ideası bulunduğundan emin değildir. Kıl, çamur, pislik gibi nesnelerin ideası bulunduğu yolundaki öneriyi küçümsiyerek hayırlar (reddeder). "Arada ideasız bir şey bulunmadığını düşündüğüm olur" der. Dipsiz saçmalık çukuruna düşmekten korktuğu için bu görüş­ten kaçınır.

"Evet Sokrates -dedi Parmenides-, şimdi gençsin, zaman gelecek, felsefeyi daha iyi kavradığında, yanılmıyorsam, en aşağılık nesneleri bile küçümsemiyeceksin."

1 - 2 - 3

Platon'un Düşünler (İdealar) Kuramı - 3

Sokrates, kendi görüşüne göre, "öbür bütün şeylerin paylaştı­ğı belirli idealar bulunduğunu, bütün şeylerin, adlarını bu belirli idealardan aldığını; sözgelimi, benzerlerin benzerlikten pay aldıkları için benzer; büyük nesnelerin büyüklükten pay aldıkları için büyük; adil ve güzel nesnelerin adalet ve güzellikten pay aldıkları için adil ve güzel olduklarını" kabul eder.

Güçlük çıkarmaya çalışır Parmenides:

a. Birey, ideanın bütününü mü yoksa bir parçasını mı paylaşır. Her iki görüşe de itiraz edilebilir. Önceki doğruysa bir nesne aynı anda değişik yerdedir. İkinci doğruysa idea bölünebilir, küçüklüğün bir parçasına sahip olan nesne mutlak küçüklükten daha da küçük olur. Bu da saçmadır.

b. Bir birey bir ideayı paylaşıyorsa birey ve idea benzerdir. Dolayısıyle, tikellerle köken ideayı içine alan bir başka idea bulmak gerekecek, iş sonsuza değin gidecektir. Sonuçta, her idea tek olaca­ğına; sonsuz idealar dizisi bulunacaktır (Aristoteles'in, "üçüncü ki­şi" kanıtının aynıdır bu.)

c. "b" deki nedenle, kendilerini paylaşan tikellere benzemez idealar.

d. Sokrates, tek düşüncelerin, belki de idealar olduğunu anlatır. Parmenidcs'e gelince o, düşüncelerin herhangi bir şey konusunda olması gerektiğini ileri sürer.

e. Eğer varsa, bilgimiz mutlak olmadığından, ideaların bizce bilinmemesi gerekir.

f. Tanrı'nın bilgisi mutlaksa, bizi bilmeyecek, dolayısıyla yönetemeyecektir. (Tikel, tümeli paylaşamıyacağından)

Yine de büsbütün bırakılmış değildir idealar kuramı. " İdealar bulunmaksızın, zihnin dayanağı olamaz, böylece usavurma yıkı­lır" diyor Sokrates. Parmenides de güçlüğü, Sokrates'in eğitimindeki eksikliğine bağlıyor. Belirli hiçbir sonuca varılamıyor.

Platon'un, duyulur tikellerin gerçekliğine yönelttiği karşı duruşlar, sanırım, ince elemeye gelmez. Sözgelimi o, güzel olanın bir bakıma çirkin, çift olanın bir bakıma yarım olacağını söyler. Fakat örnegin, bir sanat yapıtının bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin olduğunu söylediğimizde, çözümleme, hiç değilse, kuramsal olarak "bu yan ya da görünüş güzel; bu yan ya da görünüş çirkin" dememize daima elverecektir. "Çift" ya da "yarım" sözcükleri de göreli terimlerdir. İkinin, birin iki katı, dördün yarısı olması çelişmeli değildir. Platon, göreli terimleri anlamamış olmanın güçlüğünü çekmiş­tir. A, B'den büyük, C'den küçükse, onun hem büyük hem küçük olması çelişmeli geliyordu Platon'a. Böyle güçlükler, artık felsefenin çocukluk sayrılıklarıdır.

Gerçekle görünüş arasındaki ayrım, ona Parmenides, Platon ve Hegel yönünden yüklenmiş sonuçlara sahip olamaz. Eğer görü­nüş gerçekten görünüyorsa, o bir hiç değil, gerçeğin bir parçasıdır. Tam Parmenides biçimi bir kanıt bu. Görünüş gerçekten görünmü­yorsa neden kafamızı yoralım? Biri çıkıp, gerçeğin gerçekten görünmediğini, görünür göründüğünü ileri sürebilir. İşe yaramaz bu yine de. Çünkü "o gerçekten görünür mü görünüyor, yoksa görünürden mi görünür görünüyor?" biçiminde bir soru sorabiliriz. Görünüş eğer, görünür görünüyorsa bile ergeç, gerçekten görünen bir şeye ulaşmamız gerekir. Tanrı yönünden yaradılmış tek bir gerçek yata­ğa karşın pek çok yatak bulunduğunun göründüğünü yadsımayı usundan bile geçirmemiştir Platon. Pek çok görünüş olduğu olgusunun içerimlerini düşünmüş görünmüyor. Sözü edilen çokluk gerçe­ğin bir parçasıdır. Dünyayı, biri öbüründen daha gerçek iki bölüme ayırma çabası başarısızlığa mahkumdur.

Bu noktayla bağlantılı olarak, başka bir görüşü daha var Platon'un: Bilgi ve kanının ayrı öznelere ilişkin olması görüşü: Kar yağacağını sanıyorsam bu bir kanı, kar yağdığını görüyorsam bu bir bilgidir. Bilgi kesin ve yanılmazdır. Kanıysa yanılır olmakla kalmaz, yanlıştır da zorunlukla. Çünkü, Platon, yalnız, görünüşün gerçekliğini varsayar. Bütün bunlar, Parmenides'i yinelemekten öteye geç­mez.

Platon metafiziğinin Parmenides'ten ayrıldığı bir nokta sözkonusu: Parmenides için yalnız bir idea var. Platon içinse pek çok idealar. Yalnız, güzellik, doğruluk, iyilik değil, gördüğümüz gibi, "Tanrı yönünden yaradılmış, yatak, insan, kedi, köpek, Nuh'un gemisini dolduracak daha pek çok yaratık ideası yer almaktadır gökte. Bununla birlikte Devlet'te bütün bunlar henüz düşünülüp taşınılmış görünmüyor. Düşüncenin nesnesi olabilirse de biçim ya da idea bir düşünce değildir. Tanrı'nın, onu nasıl yaratabilmiş olduğunu anlamak güç. İdeanın varlığı zaman dışı. Tanrı, ancak düşüncesinde bir yatak yaratmaya karar vermiş olabilirdi. Karar verince de, o dü­şüncenin nesnesi olarak, bize kendisi yönünden yaratıldığı bildirilen Platon-yatağı'nı ortaya koymuş olacak. Zamansız olan, yaratılmamış olmalıdır gerçekte. Burada, pek çok filozof-tanrıbilimciyi sıkıntıya sokan bir güçlükle karşılaşıyoruz. Yaratılan dünya zorunsuz; bizimki gibi, kötü olarak kınanan sıradan bir dünyadır. Yaratıcı'nın, sadece yanılgıyı ve kötülüğü yaratmış olduğu anlaşılıyor. Kimi Gnostik'lerin tutarlı olmak için onaylıyacağı bu görüş, Platon'un başka yapıtlarında olduğunca, Devlet'te de yüzeye çıkmamış.

Koruyucu olacak filosof, Platon'a göre, mağaraya dönmeli ve doğruluk güneşini görmemiş olanlar arasında yaşamalı. Tanrı da yarattığını düzeltmek istiyorsa, aynı biçimde davranmalı. Bir Hristiyan Platon'cusu, "incarnation"u(Tanrı'nın oğlu sayılan İsa'nın, insan biçim ve yapısını alması. Başka türlü söylenirse, Tanrısal ve insansal niteliklerin bir insanda cisimlenmesi.) böyle yorumlayabilirdi. Fakat, Tanrının idealar dünyasından memnun olmayışının nedenini açıklamak tümüyle olanaksız kalıyor. Filosof mağarayı yaratılmış bulur, Tanrı kayrasiyle (lütfuyla) oraya döner. Fakat, yaratıcı eğer her şeyi kendi yaratmışsa, "mağarayı" yaratmıyabilirdi biçiminde düşünenler çıkabilir.

Güçlük belki de Hristiyanlığın Tanrı anlayışından doğduğu için, Platon'a yüklenemez. Çünkü filosofumuz, Tanrı'nın her şeyi değil, sadece iyiyi yarattığını söylemiştir. Duyulur dünyadaki çokluk, onun görüşüne göre, Tanrı'dan başka bir kavrama ilişkin olacaktır. Belki de idealar, Tanrı'nın özünü yapan öğeler ölçüsünde, Tanrı yönünden "yaratılmış" değildir. Sonuçta, ideaların çokluğu, bilimsel (nihai) durum değildir. Bilimsel durumda sadece, Tanrı yada iyi bulunur. İdealar ona sıfat olarak verilir. Her halde, Platon'un olanaklı yorumu budur.

Platon daha sonra, koruyucu olacak bir gencin eğitimi konusunda ilginç bir tasariyle çıkar karşımıza. Böyle bir gencin anlıksal (intellectual), ahlaksal (moral) nitelikleri dolayısıyla, böyle bir onur için, seçildiğini öğrenmiştik. O, doğru ve nazik olmalı, iyi bir belle­ğe, uyuşkun bir zihne sahip bulunmalı, öğrenmekten hoşlanmalıydı. Anılan artamlar dolayısıyle seçilen genç, 20 - 30 yaş arasını şu dört Pythagorasçı bilimi öğrenmekle geçirecektir: Aritmetik, düzlem ve katı cisimler geometrisi; gökbilim, müzik. Bu çalışmalar, çıkarcı bir tinle izlenmiyecek, gencin zihnini zamansız şeylerin görü'süne hazırlıyacaktır. Sözgelimi, gökbilimde edimsel (actual)gök cisimlerinin öğrenme sıkıntısına girilmeyecek, ideal gök cisimlerinin hareketiyle ilgili matematik ele alınacaktır Size saçma gelir bu. Fakat "yararlı olmuştur" dersem şaşmayın. Böyle bir durumun ortaya çıkması ilginçtir. Anlatalım:

Gezegenlerin görünen devinimleri, onlar, inceden inceye çö­zümlenene değin, Pythagoras'ın yaratıcısının istemiş olacağı gibi de­ğil, düzensiz ve karmaşık bulunur. Her Grek'in, göklerde, matematik güzelliğin bir örneğini gördüğü açık. Böylesi ancak, gezegenlerin çemberler çizerek devinmesiyle olanaklıydı. İyi kavramı üzerinde durmasına bakılırsa, özellikle aynı kanıyı benimsemiş olacaktır Platon. Sonuçta şu sorun çıkar ortaya: Gezegen devinilerinin görü­nüşteki düzensizliğini, düzen, güzellik ve yalınlığa indirgeyecek herhangi bir varsayım var mıdır? Eğer varsa, iyi ideası bu varsayımı ileri sürmeyi yerinde bulduracaktır. Samoslu Aristarchos şöyle bir varsayım buldu: Yeryüzü dahil bütün gezegenler, güneşin çevresinde çember çizerek dolanırlar. Bu görüş, kısmen, "Pythagorasçılar"ı o görüşe benzer bir varsayımın sahibi sayan Aristoteles'in (De coelo,293 a) üstün etkisi dolayısıyla 2000 yıl hayırlanmış (reddedilmiş), ancak Koppernicus yönünden canlandırılmıştır. Onun başarısı, Platon'un gökbilime karşı estetik eğilimini haklı buldurabilirdi." Maalesef Kepler, gezegenlerin çember değil elips çizdiğini, güneşin merkezde değil odakta bulunduğunu kanıtladı. Sonra Newton, yörüngelerin tam elips olmadığını ortaya koydu. Böylece Platon'un aradığı ve anlaşıldığına göre Aristarchos'un bulduğu geometrik yalınlığın sanrısal (illusory) olduğu anlaşıldı.

SAÇMA DA YARARLIDIR

Böyle bir durum şu ilkeyi kanıtlar bilim tarihinde. Saçma da olsa, herhangi bir varsayım, bir bulucuya konuları yeni bir yolda düşündürüyorsa yararlı olabilir. Rastlantısal olarak, böyle bir ereğe yarıyan bir varsayımın gelişmeye engel olması da olasıdır. Dünyayı bilimsel yönden anlamanın anahtarı olarak iyiye inanç, belirli bir dö­nemde gökbilime yararlı, belirli bir dönemde zararlı olmuştur. Platon'un sağtöresel ve estetik eğilimi, Aristotelcs'in bu konuda- daha da ileri gitmesi, Grek bilimini öldürmüştür.

MODERN PLATONCULARIN ÖZELLİGİ

Platon'un aritmetik ve geometri üzerinde bunca önemle durmasına karşın, modern Platoncuların hemen ayrılsız (istisnasız) matematik bilgisinden yoksun olması dikkati çekiyor. hem bu kişiler, felsefeler üzerinde çok daha etki yapmışlardır. uzmanlaşmanın kötülüklerinden biridir bu: Adamlar kalkmış gençliklerinin büyük bir bölümünü Grek dili öğrenmeye harcamış, Platon konusunda yazıp
çizebilmek için, Platon'un önemli saydığı bilimleri öğrenecek vakit bulamamış.


Kaynak: Bertrand Russel - Batı Felsefesi Tarihi Cilt 1

1 - 2 - 3
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP