DESCARTES - YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA - 6
|
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Orada üzerinde durduğum ilk düşüncelerden söz etmeli miyim bilmem; çünkü onlar öylesine metafizik (26) ve öylesine herkesi ilgilendirmeyen düşüncelerdir ki onlar belki de herkesin beğenisine uygun düşmeyecektir. Bununla birlikte edindiğim temellerin oldukça sağlam oldukları yargısına varılabilmesi için, ondan bir biçimde söz etmek zorundayım. Yukarıda söylendiği gibi, görenekler sözkonusu olduğunda, oldukça kesinliksiz olduğu bilinen görüşlerin bazen kuşku götürmez görüşler gibi alınması gerektiğini çoktandır belirtmiştim; ama o sırada yalnızca doğruyu araştırmakla uğraşmak istediğimden, tam tersini yapmam ve kendilerinden en küçük bir kuşku duyabileceğim her şeyi bundan sonra inancımda tümüyle kuşku götürmez bazı şeylerin kalmış olup olmadığını görmek için mutlak olarak yanlış diye atmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece duyularımız bazen iyi aldattığı için, onların bize düşündürdüğü biçimde herhangi bir şeyin varolmadığını varsaymak istedim. Çünkü geometrinin en basit konularıyla ilgili olarak bile usavurmalar yaparken yanılan ve mantık yanlışları yapan insanlar olduğu için, benim de başkaları kadar yanılabileceğim yargısına vararak, daha önce göstermeler için aldığım tüm nedenleri yanlış diye atıyordum. Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek, o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim (27). Ama hemen sonra, böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen "ben"in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm. Düşünüyorum öyleyse varım doğrusunun kuşkucuların tüm aşırı varsayımlarıyla sarsılmayacak kadar sağlam ve güvenli olduğunu belirlerken, bu doğruyu, araştırdığım felsefenin ilk ilkesi olarak hiçbir kuşkuya düşmeden alabileceğime karar verdim.
Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını varsayabileceğimi, ama buna göre varolmadığını varsayamayacağımı, tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor oluşumdan varolduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka şeyler doğru olsalar bile varolduğuma inanmam için elimde hiçbir neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.
Bundan sonra genellikle bir önermenin doğru ve kesin olması için gereken şeyi inceleyecektim; çünkü böyle olduğunu bildiğim bir önerme bulduğuma göre, bu kesinliğin neye dayandığını da bilmem gerektiğini düşündüm. O düşünüyorum öyleyse varım'da düşünmek için varolmak gerektiğini çok açık görmemden başka bana doğruyu söylediğime güvenmemi sağlayan hiçbir şeyin olmadığını görerek, çok açık ve çok seçik kavradığım şeylerin hep doğru olduğunu, ama yalnızca seçik olarak kavradığımız şeylerin neler olduğunu iyi belirlemekte bazı güçlükler bulunduğunu genel kural olarak alabileceğim yargısına vardım.
Bundan sonra, kuşkulandığım şey üzerine ve buna göre varlığımın tümüyle yetkin olmayışı üzerine düşünerek, bilmenin kuşkulanmaktan daha büyük bir yetkinlik olduğunu açıkça görüp, olduğumdan daha yetkin herhangi bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmayı tasarladım; bunu daha yetkin herhangi bir varlıktan öğrenmiş olabileceğimi apaçık anladım. Benim dışımda gök, yer, ışık, sıcaklık ve daha başka birçok şeyin düşüncesine gelince, onların nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum, çünkü onlarda onları benden üstün kılacak gibi görünen hiçbir şey belirlemediğimden, doğruysalar bu bazı yetkinlikleri olan doğama bağlı olmalarındandı; doğru değilseler onları hiçlikten getirdiğime yani bende bir eksiklik bulunmasından ötürü bende olduklarına inanabilirdim. Ama bu benim varlığımdan daha yetkin bir varlık fikri için aynı olamazdı: çünkü onu hiçlikten getirmek açıkça olanaksızdı; daha yetkinin daha az yetkinden gelmesi ve ona bağımlı olması bir şeyin hiçlikten gelmesinden daha az aykırı olmadığı için onu kendimden de getiremezdim. Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam gerekirse Tanrı tarafından bana konmuş olması gerekiyordu (28). Ayrıca, bende hiç bulunmayan bazı yetkinlikler tanıyorsam varolan tek varlık ben değildim (burada izninizle Okul'un sözcüklerini özgürce kullanacağım), ama kendisine bağımlı olduğum, bende olan her şeyi kendisinden aldığım daha yetkin başka herhangi bir varlığın bulunması zorunlu olarak gerekiyordu. Çünkü yalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olsaydım, öyle ki yetkin varlıktan pay aldığım bu az yetkinlik tümüyle benden gelseydi, aynı nedenle kendim bende eksik olduğunu bildiğim her şeyi kendimin kılabilirdim, böylece kendim sonsuz, ölümsüz, değişmez, tam bilen, tam güçlü ve sonunda Tanrı'da varolduğunu belirleyebildiğim tüm yetkinlikleri olan bir varlık olurdum. Çünkü Tanrı'nın doğasını tanımak için yaptığım usavurmaları izleyerek benim doğamın gücü ölçüsünde ancak kendimde herhangi bir fikrini bulduğum her şeye sahip olmanın yetkinlik olup olmadığını gözden geçiriyordum ve herhangi bir yetersizlik gösteren şeylerden hiçbirinin onda bulunmadığına ama tüm öbürlerinin onda bulunduğuna güveniyordum. Kuşku, değişkenlik, hüzün ve benzeri şeylerin, onda bulunamayacağını görüyordum, ben de onlardan uzak olsam çok hoşnut olurdum. Sonra, bundan başka bende duyulur ve cisimsel birçok şeyin fikri vardı: çünkü düş gördüğümü ve gördüğüm ya da imgelediğim her şeyin yanlış olduğunu varsaysam da gerçekte düşüncemde onların fikirlerinin varolduğunu yadsıyamazdım; ama daha önceden kendimde çok açık olarak ruhsal doğanın cisimsel doğadan ayrı olduğunu bildiğimden her bileşimin bağımlılığı gösterdiğini, bağımlılığın da açıkça bir eksiklik olduğunu belirleyerek buradan bu iki doğadan oluşmuş olan Tanrı'da bir yetkinlik varolamayacağı, buna göre Tanrı'nın böyle olmadığı yargısına vardım; ama dünyada bazı cisimler ya da hiç de tam yetkin olmayan bazı ruhlar ya da başka varlıklar varsa onların varlığı onun gücüne bağımlı olmalıydı, öyle ki bir an bile onlar onsuz varolmayı sürdüremezlerdi. (29)
Bundan sonra başka doğruları araştırmak ve geometricilerin konusunu ele almak istedim, bu konuyu uzunluk, genişlik ve yükseklik ya da derinlik açısından sürekli bir cisim ya da sınırsız olarak yaygın bir uzam olarak düşünüyordum; çeşitli parçalara bölünebilen, çeşitli biçimleri ve büyüklükleri olan, her türlü devinime ve yer değiştirmeye yatkın bir uzam; çünkü geometreciler bütün bu şeylerin kendi konuları içinde olduğunu düşünürler. Herkesin ona uladığı bu büyük kesinliğin ancak az önce söylediğim kuralı izleyerek apaçık kavradıkları şey üzerine kurulmuş olduğunu göz önünde tutarak, onun konularının varlığına güvenmemi sağlayan onda hiçbir şey olmadığını da gördüm. Çünkü örneğin bir üçgen tasarlayarak onun üç açısının iki dik açıya eşit olması gerektiğini pek güzel görüyordum; ama bunun için beni dünyada herhangi bir üçgen bulunduğuna inandıracak hiçbir şey göremiyordum. Oysa yetkin bir varlıktan edindiğim fikri inceleyerek tıpkı bir üçgenden edindiğim fikirde onun üç açısının iki dik açıya eşit olmasının ya da bir küre fikrinde onun her parçasının merkezinden eşit uzaklıkta olmasının bulunması gibi, hatta daha da apaçık olarak varoluşun onda bulunduğunu görüyordum; sonuç olarak, yetkin varlık olan Tanrı'nın olduğu ya da varolduğu, geometrinin herhangi bir göstermesinden daha az kesin değildir.
Ama onu tanımanın hatta onun ruhunun ne olduğunu tanımanın güçlüğüne inanan pekçok kişinin bulunmasının nedeni, onların zihinlerini duyulur şeylerin ötesine yükseltememeleridir; onlar maddi şeyler için özel bir düşünme biçimi olan her şeyi ancak imgeleyerek belirleme biçimine çokça alışık olduklarından, imgelenebilir olmayan herhangi bir şey onlara kavranılabilir görünmüyor. Okullarda filozofların temel kural olarak aldıkları şeyde apaçık görünür olan, duyularda bulunmayan şeyin anlıkta bulunamayacağıdır (30); bununla birlikte Tanrı'nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağı da kesindir. Bana öyle geliyor ki onları anlamak için imgelemlerini kullanmak isteyenler, tümüyle sesleri işitmek ya da kokuları almak için gözlerini kullanmak isteyenler gibidirler: ancak şu ayrımla ki görme duyusu gördüğü nesnelerin doğruluğu konusunda bizi koklama ya da işitme duyularından daha güvenli kılmaz; oysa anlığımız işe karışmazsa ne imgelemimiz, ne duyularımız bizi herhangi bir şeyden güvenli kılabilecektir.
Sonunda Tanrı'nın ve kendi ruhlarının varlığına yeterince inanmayan insanlar varsa onlar belki daha güvenli diye düşündükleri bir bedeni olmak, yıldızların, bir yer'in ve benzer şeylerin olması gibi tüm başka şeylerin gösterdiğim nedenlerle daha az kesin olduğunu bilsinler isterim. Çünkü bu şeylerle ilgili ahlâki bir güvence bulunsa da öyle görünüyor ki, garip olmadıkça ondan kuşkuya düşemeyiz, metafizik bir kesinlik sözkonusu olduğunda tıpkı uykuda olduğu gibi gerçekte hiç de öyle olmadığı halde bir başka bedenimiz olduğunu, başka yıldızları ve başka bir dünyayı gördüğümüzü düşleyebildiğimizi göz önüne aldığımızda, bu şeylerin varlığına güvenmemek için yeterli neden olmadığından bunu mantıksızlığa düşmeden yadsıyamayız. Genellikle düşte yaşadığımız, hiç de daha az canlı ve daha az kesin olmayan düşüncelerin öbürlerinden daha boş olduğu nereden biliniyor? En iyi zekâlar bunu istedikleri kadar incelesinler, onların Tanrı'nın varlığını önceden varsayamazlarsa bu kuşkuyu gidermek için yeterli olan herhangi bir neden gösteremeyeceklerini sanıyorum. Çünkü, ilk olarak, biraz önce kural olarak almış olduğum şey, yani çok açık ve seçik olarak kavradığımız şeylerin tümü doğrudur kuralı, Tanrı'nın oluşuyla ve varoluşuyla ve yetkin bir varlık oluşuyla ve bizde bulunan her şeyin ondan geliyor oluşuyla belirgindir. Buradan, gerçek şeyler olan, açık ve seçik oldukları her şeyde Tanrı'dan gelen fikirlerimizin ya da kavramlarımızın ancak doğru olabileceği çıkar. Öyle ki genellikle yanlışlık içeren fikirlerimiz ya da kavramlarımız varsa hiçlikten pay aldıkları için onlarda karışık ve bulanık bazı şeyler olabilir, yani onlar bizde biz tam yetkin olmadığımız için karışıktırlar. Yanlışlığın ya da yetkin olmayışın Tanrı'dan gelmesinde, doğrunun ve yetkinliğin hiçlikten gelmesinde olduğundan daha az aykırılık olmadığı apaçıktır. Ama bizde gerçek ve doğru olanın yetkin ve sonsuz bir varlıktan geldiğini bilmeseydik, fikirlerimiz ne kadar açık ve seçik olsalar da, onların doğru olma yetkinliğine ulaşmış olmalarını sağlayan herhangi bir nedenimiz olmayacaktı.
Oysa Tanrı'nın ve ruhun bilgisi bizi böylece bu kuralın kesinliğine ulaştırdıktan sonra, uyurken gördüğümüz düşlerin, uyanıkken sahip olduğumuz düşüncelerin doğruluğundan bizi hiçbir biçimde kuşkuya düşürmeyeceğini bilmek kolaydır. Çünkü uyurken de çok seçik herhangi bir fikir usumuza gelse, örneğin bir geometrici uykusunda herhangi bir yeni gösterme ortaya koysa, uykusu bu göstermenin doğru olmasını engellemeyecektir. Düşlerimizin en sıradan yanılgısına gelince, bu yanılgı düşlerimizin çeşitli nesneleri tıpkı dış duyularımızın sunduğu gibi sunmasından gelir, bu yanılgı bize böylesi fikirlerin doğruluğundan kuşkuya düşme fırsatını vermek açısından önemli değildir, çünkü bu fikirler uykuda olmasak da bizi yanıltabilirler: sarılık olanların tüm renkleri sarı görmesi ya da yıldızların ve çok uzak başka cisimlerin bize olduğundan küçük görünmesi gibi. Çünkü sonunda, ister uyanık olalım ister uyuyor olalım, ancak usumuzun apaçıklığıyla kendimizi inanmaya bırakmalıyız. İmgelemimiz ya da duyularımız değil de usumuz dediğime dikkat edilsin. Öyle ki, güneşi çok açık olarak görmemiz onun gördüğümüz büyüklükte olduğu yargısına varmamızı gerektirmez; bir keçi bedeni üzerine konulmuş bir aslan başını seçik olarak pek güzel tasarlayabiliriz, bunun için dünyada böyle bir yaratık olduğu sonucunu çıkarmak gerekmez: çünkü us bize böyle gördüğümüz ya da imgelediğimiz şeyin doğru olması gerektiğini bildirmez. Ama bize tüm fikirlerimizin ya da kavramlarımızın herhangi bir doğruluk temeline sahip olması gerektiğini bildirir; çünkü çok yetkin ve çok doğru olan Tanrı'nın onları bize bir doğruluk temeli olmadan koymuş olması olası değildir. Bazen imgelediklerimiz uykuda uyanıkkenki kadar ya da daha canlı ve kesin olsa da, usavurmalarımız uykuda uyanıkken olduğundan daha apaçık ve daha bütünlüklü olamaz; bundan ötürü usumuz bize, biz tam yetkin olmadığımız için, düşüncelerimizin tümüyle doğru olamayacağını, bu nedenle doğruluk içeren düşüncelerimizin uykuda elde ettiğimiz düşüncelerden çok, uyanıkken elde ettiğimiz düşüncelerde bulunabileceğini bildirir.
Orada üzerinde durduğum ilk düşüncelerden söz etmeli miyim bilmem; çünkü onlar öylesine metafizik (26) ve öylesine herkesi ilgilendirmeyen düşüncelerdir ki onlar belki de herkesin beğenisine uygun düşmeyecektir. Bununla birlikte edindiğim temellerin oldukça sağlam oldukları yargısına varılabilmesi için, ondan bir biçimde söz etmek zorundayım. Yukarıda söylendiği gibi, görenekler sözkonusu olduğunda, oldukça kesinliksiz olduğu bilinen görüşlerin bazen kuşku götürmez görüşler gibi alınması gerektiğini çoktandır belirtmiştim; ama o sırada yalnızca doğruyu araştırmakla uğraşmak istediğimden, tam tersini yapmam ve kendilerinden en küçük bir kuşku duyabileceğim her şeyi bundan sonra inancımda tümüyle kuşku götürmez bazı şeylerin kalmış olup olmadığını görmek için mutlak olarak yanlış diye atmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece duyularımız bazen iyi aldattığı için, onların bize düşündürdüğü biçimde herhangi bir şeyin varolmadığını varsaymak istedim. Çünkü geometrinin en basit konularıyla ilgili olarak bile usavurmalar yaparken yanılan ve mantık yanlışları yapan insanlar olduğu için, benim de başkaları kadar yanılabileceğim yargısına vararak, daha önce göstermeler için aldığım tüm nedenleri yanlış diye atıyordum. Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek, o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim (27). Ama hemen sonra, böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen "ben"in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm. Düşünüyorum öyleyse varım doğrusunun kuşkucuların tüm aşırı varsayımlarıyla sarsılmayacak kadar sağlam ve güvenli olduğunu belirlerken, bu doğruyu, araştırdığım felsefenin ilk ilkesi olarak hiçbir kuşkuya düşmeden alabileceğime karar verdim.
Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını varsayabileceğimi, ama buna göre varolmadığını varsayamayacağımı, tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor oluşumdan varolduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka şeyler doğru olsalar bile varolduğuma inanmam için elimde hiçbir neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.
Bundan sonra genellikle bir önermenin doğru ve kesin olması için gereken şeyi inceleyecektim; çünkü böyle olduğunu bildiğim bir önerme bulduğuma göre, bu kesinliğin neye dayandığını da bilmem gerektiğini düşündüm. O düşünüyorum öyleyse varım'da düşünmek için varolmak gerektiğini çok açık görmemden başka bana doğruyu söylediğime güvenmemi sağlayan hiçbir şeyin olmadığını görerek, çok açık ve çok seçik kavradığım şeylerin hep doğru olduğunu, ama yalnızca seçik olarak kavradığımız şeylerin neler olduğunu iyi belirlemekte bazı güçlükler bulunduğunu genel kural olarak alabileceğim yargısına vardım.
Bundan sonra, kuşkulandığım şey üzerine ve buna göre varlığımın tümüyle yetkin olmayışı üzerine düşünerek, bilmenin kuşkulanmaktan daha büyük bir yetkinlik olduğunu açıkça görüp, olduğumdan daha yetkin herhangi bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmayı tasarladım; bunu daha yetkin herhangi bir varlıktan öğrenmiş olabileceğimi apaçık anladım. Benim dışımda gök, yer, ışık, sıcaklık ve daha başka birçok şeyin düşüncesine gelince, onların nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum, çünkü onlarda onları benden üstün kılacak gibi görünen hiçbir şey belirlemediğimden, doğruysalar bu bazı yetkinlikleri olan doğama bağlı olmalarındandı; doğru değilseler onları hiçlikten getirdiğime yani bende bir eksiklik bulunmasından ötürü bende olduklarına inanabilirdim. Ama bu benim varlığımdan daha yetkin bir varlık fikri için aynı olamazdı: çünkü onu hiçlikten getirmek açıkça olanaksızdı; daha yetkinin daha az yetkinden gelmesi ve ona bağımlı olması bir şeyin hiçlikten gelmesinden daha az aykırı olmadığı için onu kendimden de getiremezdim. Böylece yetkinlik fikrinin gerçekten benim olmadığım kadar yetkin olan ve bende herhangi bir fikri bulunabilen tüm yetkinlikleri kendinde taşıyan bir doğa tarafından yani bir sözcükle açıklamam gerekirse Tanrı tarafından bana konmuş olması gerekiyordu (28). Ayrıca, bende hiç bulunmayan bazı yetkinlikler tanıyorsam varolan tek varlık ben değildim (burada izninizle Okul'un sözcüklerini özgürce kullanacağım), ama kendisine bağımlı olduğum, bende olan her şeyi kendisinden aldığım daha yetkin başka herhangi bir varlığın bulunması zorunlu olarak gerekiyordu. Çünkü yalnız ve başkasından tümüyle bağımsız olsaydım, öyle ki yetkin varlıktan pay aldığım bu az yetkinlik tümüyle benden gelseydi, aynı nedenle kendim bende eksik olduğunu bildiğim her şeyi kendimin kılabilirdim, böylece kendim sonsuz, ölümsüz, değişmez, tam bilen, tam güçlü ve sonunda Tanrı'da varolduğunu belirleyebildiğim tüm yetkinlikleri olan bir varlık olurdum. Çünkü Tanrı'nın doğasını tanımak için yaptığım usavurmaları izleyerek benim doğamın gücü ölçüsünde ancak kendimde herhangi bir fikrini bulduğum her şeye sahip olmanın yetkinlik olup olmadığını gözden geçiriyordum ve herhangi bir yetersizlik gösteren şeylerden hiçbirinin onda bulunmadığına ama tüm öbürlerinin onda bulunduğuna güveniyordum. Kuşku, değişkenlik, hüzün ve benzeri şeylerin, onda bulunamayacağını görüyordum, ben de onlardan uzak olsam çok hoşnut olurdum. Sonra, bundan başka bende duyulur ve cisimsel birçok şeyin fikri vardı: çünkü düş gördüğümü ve gördüğüm ya da imgelediğim her şeyin yanlış olduğunu varsaysam da gerçekte düşüncemde onların fikirlerinin varolduğunu yadsıyamazdım; ama daha önceden kendimde çok açık olarak ruhsal doğanın cisimsel doğadan ayrı olduğunu bildiğimden her bileşimin bağımlılığı gösterdiğini, bağımlılığın da açıkça bir eksiklik olduğunu belirleyerek buradan bu iki doğadan oluşmuş olan Tanrı'da bir yetkinlik varolamayacağı, buna göre Tanrı'nın böyle olmadığı yargısına vardım; ama dünyada bazı cisimler ya da hiç de tam yetkin olmayan bazı ruhlar ya da başka varlıklar varsa onların varlığı onun gücüne bağımlı olmalıydı, öyle ki bir an bile onlar onsuz varolmayı sürdüremezlerdi. (29)
Bundan sonra başka doğruları araştırmak ve geometricilerin konusunu ele almak istedim, bu konuyu uzunluk, genişlik ve yükseklik ya da derinlik açısından sürekli bir cisim ya da sınırsız olarak yaygın bir uzam olarak düşünüyordum; çeşitli parçalara bölünebilen, çeşitli biçimleri ve büyüklükleri olan, her türlü devinime ve yer değiştirmeye yatkın bir uzam; çünkü geometreciler bütün bu şeylerin kendi konuları içinde olduğunu düşünürler. Herkesin ona uladığı bu büyük kesinliğin ancak az önce söylediğim kuralı izleyerek apaçık kavradıkları şey üzerine kurulmuş olduğunu göz önünde tutarak, onun konularının varlığına güvenmemi sağlayan onda hiçbir şey olmadığını da gördüm. Çünkü örneğin bir üçgen tasarlayarak onun üç açısının iki dik açıya eşit olması gerektiğini pek güzel görüyordum; ama bunun için beni dünyada herhangi bir üçgen bulunduğuna inandıracak hiçbir şey göremiyordum. Oysa yetkin bir varlıktan edindiğim fikri inceleyerek tıpkı bir üçgenden edindiğim fikirde onun üç açısının iki dik açıya eşit olmasının ya da bir küre fikrinde onun her parçasının merkezinden eşit uzaklıkta olmasının bulunması gibi, hatta daha da apaçık olarak varoluşun onda bulunduğunu görüyordum; sonuç olarak, yetkin varlık olan Tanrı'nın olduğu ya da varolduğu, geometrinin herhangi bir göstermesinden daha az kesin değildir.
Ama onu tanımanın hatta onun ruhunun ne olduğunu tanımanın güçlüğüne inanan pekçok kişinin bulunmasının nedeni, onların zihinlerini duyulur şeylerin ötesine yükseltememeleridir; onlar maddi şeyler için özel bir düşünme biçimi olan her şeyi ancak imgeleyerek belirleme biçimine çokça alışık olduklarından, imgelenebilir olmayan herhangi bir şey onlara kavranılabilir görünmüyor. Okullarda filozofların temel kural olarak aldıkları şeyde apaçık görünür olan, duyularda bulunmayan şeyin anlıkta bulunamayacağıdır (30); bununla birlikte Tanrı'nın ve ruhun fikirlerinin duyularda olamayacağı da kesindir. Bana öyle geliyor ki onları anlamak için imgelemlerini kullanmak isteyenler, tümüyle sesleri işitmek ya da kokuları almak için gözlerini kullanmak isteyenler gibidirler: ancak şu ayrımla ki görme duyusu gördüğü nesnelerin doğruluğu konusunda bizi koklama ya da işitme duyularından daha güvenli kılmaz; oysa anlığımız işe karışmazsa ne imgelemimiz, ne duyularımız bizi herhangi bir şeyden güvenli kılabilecektir.
Sonunda Tanrı'nın ve kendi ruhlarının varlığına yeterince inanmayan insanlar varsa onlar belki daha güvenli diye düşündükleri bir bedeni olmak, yıldızların, bir yer'in ve benzer şeylerin olması gibi tüm başka şeylerin gösterdiğim nedenlerle daha az kesin olduğunu bilsinler isterim. Çünkü bu şeylerle ilgili ahlâki bir güvence bulunsa da öyle görünüyor ki, garip olmadıkça ondan kuşkuya düşemeyiz, metafizik bir kesinlik sözkonusu olduğunda tıpkı uykuda olduğu gibi gerçekte hiç de öyle olmadığı halde bir başka bedenimiz olduğunu, başka yıldızları ve başka bir dünyayı gördüğümüzü düşleyebildiğimizi göz önüne aldığımızda, bu şeylerin varlığına güvenmemek için yeterli neden olmadığından bunu mantıksızlığa düşmeden yadsıyamayız. Genellikle düşte yaşadığımız, hiç de daha az canlı ve daha az kesin olmayan düşüncelerin öbürlerinden daha boş olduğu nereden biliniyor? En iyi zekâlar bunu istedikleri kadar incelesinler, onların Tanrı'nın varlığını önceden varsayamazlarsa bu kuşkuyu gidermek için yeterli olan herhangi bir neden gösteremeyeceklerini sanıyorum. Çünkü, ilk olarak, biraz önce kural olarak almış olduğum şey, yani çok açık ve seçik olarak kavradığımız şeylerin tümü doğrudur kuralı, Tanrı'nın oluşuyla ve varoluşuyla ve yetkin bir varlık oluşuyla ve bizde bulunan her şeyin ondan geliyor oluşuyla belirgindir. Buradan, gerçek şeyler olan, açık ve seçik oldukları her şeyde Tanrı'dan gelen fikirlerimizin ya da kavramlarımızın ancak doğru olabileceği çıkar. Öyle ki genellikle yanlışlık içeren fikirlerimiz ya da kavramlarımız varsa hiçlikten pay aldıkları için onlarda karışık ve bulanık bazı şeyler olabilir, yani onlar bizde biz tam yetkin olmadığımız için karışıktırlar. Yanlışlığın ya da yetkin olmayışın Tanrı'dan gelmesinde, doğrunun ve yetkinliğin hiçlikten gelmesinde olduğundan daha az aykırılık olmadığı apaçıktır. Ama bizde gerçek ve doğru olanın yetkin ve sonsuz bir varlıktan geldiğini bilmeseydik, fikirlerimiz ne kadar açık ve seçik olsalar da, onların doğru olma yetkinliğine ulaşmış olmalarını sağlayan herhangi bir nedenimiz olmayacaktı.
Oysa Tanrı'nın ve ruhun bilgisi bizi böylece bu kuralın kesinliğine ulaştırdıktan sonra, uyurken gördüğümüz düşlerin, uyanıkken sahip olduğumuz düşüncelerin doğruluğundan bizi hiçbir biçimde kuşkuya düşürmeyeceğini bilmek kolaydır. Çünkü uyurken de çok seçik herhangi bir fikir usumuza gelse, örneğin bir geometrici uykusunda herhangi bir yeni gösterme ortaya koysa, uykusu bu göstermenin doğru olmasını engellemeyecektir. Düşlerimizin en sıradan yanılgısına gelince, bu yanılgı düşlerimizin çeşitli nesneleri tıpkı dış duyularımızın sunduğu gibi sunmasından gelir, bu yanılgı bize böylesi fikirlerin doğruluğundan kuşkuya düşme fırsatını vermek açısından önemli değildir, çünkü bu fikirler uykuda olmasak da bizi yanıltabilirler: sarılık olanların tüm renkleri sarı görmesi ya da yıldızların ve çok uzak başka cisimlerin bize olduğundan küçük görünmesi gibi. Çünkü sonunda, ister uyanık olalım ister uyuyor olalım, ancak usumuzun apaçıklığıyla kendimizi inanmaya bırakmalıyız. İmgelemimiz ya da duyularımız değil de usumuz dediğime dikkat edilsin. Öyle ki, güneşi çok açık olarak görmemiz onun gördüğümüz büyüklükte olduğu yargısına varmamızı gerektirmez; bir keçi bedeni üzerine konulmuş bir aslan başını seçik olarak pek güzel tasarlayabiliriz, bunun için dünyada böyle bir yaratık olduğu sonucunu çıkarmak gerekmez: çünkü us bize böyle gördüğümüz ya da imgelediğimiz şeyin doğru olması gerektiğini bildirmez. Ama bize tüm fikirlerimizin ya da kavramlarımızın herhangi bir doğruluk temeline sahip olması gerektiğini bildirir; çünkü çok yetkin ve çok doğru olan Tanrı'nın onları bize bir doğruluk temeli olmadan koymuş olması olası değildir. Bazen imgelediklerimiz uykuda uyanıkkenki kadar ya da daha canlı ve kesin olsa da, usavurmalarımız uykuda uyanıkken olduğundan daha apaçık ve daha bütünlüklü olamaz; bundan ötürü usumuz bize, biz tam yetkin olmadığımız için, düşüncelerimizin tümüyle doğru olamayacağını, bu nedenle doğruluk içeren düşüncelerimizin uykuda elde ettiğimiz düşüncelerden çok, uyanıkken elde ettiğimiz düşüncelerde bulunabileceğini bildirir.
1 Yorum
anadilim turkce olmasına ragmen ıngılızce cevırısı bıle cok daha anlasılır bır dılde yazılmıs!!! ödevim olmasa bir cumlesı bıle okumaya tahammul edılemez karmasıklıkta.