DESCARTES - YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA - 9
|
AÇIKLAMALAR
1. Değişik zamanlarda yazılmış olan bu denemeler toplamının temel özelliği her bir bölümün ya da her bir denemenin ayrı kaygılarla, ayrı amaçlarla yazılmış olmasıdır, bu yüzden parçalar arasında belli bir bütünlük aramak boşunadır.Her parça ayrı konuyu işler: birinci bölüm tarihsel bir araştırmadır, ikinci bölüm mantıkla ilgilidir, üçüncü bölüm ahlak sorunlarını ele alır, dördüncü bölüm metafiziğin sorunlarına yönelir, beşinci bölüm bilimsel bir araştırmadır, altıncı bölüm filozofun genel kavrayışını özetler. Bölümler arasında çelişkiler de vardır; örneğin birinci bölümde eleştirilen Stoacılık üçüncü bölümde benimsenir.
2. Platon'cu bir filozof olan, daha doğrusu Aristoteles felsefesinin Platoncu yorumuna yönelen Porphyrios (234-305) bir soyut kavramın bir özneye bağlanma biçimini şu beş evrensele göre belirlemişti: Cins, tür, özgül ayrım, özgü, raslantı. Porphyrios'un bu belirlemesi tüm skolastiklerce benimsenmiştir. Cins ve tür sınıfı belirler: tür, cins'in kapsamına girer. Özgül ayrım bir türü bir türden ayıran özellikleri belirler (insan düşünen hayvandır). Özgü yalnızca bir türe özgü olanı gösterir: gülmek insana özgüdür. Türün bireylerinin her birinde öbürlerine uymayan özellikler vardır. Raslantı bireyin özünde bulunmayan, geçici olarak bireyde olandır. Descartes skolastiğin bu terimlerini kullanarak insanın ussal bir varlık olduğunu belirlemeye yöneliyor. Skolastik felsefeye tam anlamında karşıt bir tutum alan Descartes bu felsefenin içinde yetişmiş bir kişi olarak ondan tam olarak kendini kurtaramaz.
3. Descartes "insan adına yaraşır insanlar"dan söz ederken insanları seçkin ya da sıradan, önemli ya da önemsiz diye ikiye ayırmayı elbette düşünmüyor. Burada çağdaşımız Heidegger'in "gerçek olan varoluş" ve "gerçek olmayan varoluş"u gibi bir ayrım yaptığını söylemek elbette yanlış olur. Descartes bu belirlemeyi yaparken, Ferdinand Alquie'nin deyişiyle, "Bilgiyi yalnızca usun ışığıyla arayanları açınlanmış doğrulara dayanarak tam tamına Hıristiyancı bir erdem diye temellendirenlerin ya da öğretenlerin karşısına koyar." Yoksa Descartes uşaklarından birine "kardeşim" diye seslenecek kadar alçak gönüllüdür. Filozof, Guez de Balzac'a yolladığı 5 Mayıs 1631 tarihli mektupta şunları yazar: "Ben her gün bir halk kalabalığının ortasında dolaşıyorum, sizin gezilerinizde olduğu gibi özgürlük ve dinginlik içinde. Rasladığım insanlar bana ormanlarımızdaki ağaçların ve kırlarımızdaki sürülerin verdiği duyguyu veriyor. Satıcıların gürültüsü kulağıma bir ırmağın gürültüsü gibi geliyor, düşlerim bozulmuyor hiç. Hatta bazen onların davranışları üzerine düşündüğüm zaman haz bile duyuyorum. Tarlalarımızı eken köylüleri bir göreceksiniz. Anlıyorum, tüm çabaları oturduğumuz yerleri güzelleştirmek içindir, tüm çabaları hiçbir şeyimiz eksik kalmasın diyedir."
4. "İlginç ve az bulunur bilimler" sözü o zamanlar bazı kişilerin uğraştığı ve çok az kişinin bilimsellik değeri verdiği bazı bilgi alanlarıyla ilgilidir. Bu bilgi alanları daha çok Ortaçağ'ın yaşam ve düşünce koşullarına bağlı olarak gelişmiştir, o dönemin doğaüstüne her anlamda eğilimli tutumlarını ortaya koyar. Sözkonusu bilimlerin başlıcaları şunlardır: yasal gökbilgisi (astrologie), elfalı (chiromance), toprakfalı (géomance), cincilik (cabale), büyücülük (magie). Descartes bu bilgilerle ilgilenmiş ama hiçbirini ciddiye almamıştır, her alanla ilgili bilgi edinmek isterken o alanları da dışta tutmak istememiştir.
5. Cizvitlerin La Flèche okulunda Descartes daha çok uygulamalı matematik çalışmaları yapmıştır. Skolastiklerin matematikten anladığı şey plan yapmak adına, "müstahkem mevki" kurmak adına, toprağı ölçmek adına aritmetiği ve geometriyi kullanmaktır. Descartes matematik gibi kesinlikli bir bilimin bu kadar basit işlerde kullanılıp başka işe yaratılamamasından son derece kaygılıdır. Descartes'ın bu belirlemesini yanlış anlarsak onun kurgusal bilgiyi öne alıp uygulamalı bilgiye yukarıdan baktığı gibi bir izlenime kapılabiliriz.
6. "Duyarsızlık", "gurur", "umutsuzluk" gibi terimler bizi özellikle Eskiçağ'ın başlıca ahlak anlayışlarından olan ve düşünce dünyasını bugüne kadar derinden etkilemiş bulunan Stoa düşüncesine götürüyor. Stoa filozofları doğaya uygun yaşam formülüne uygun olarak katı ussal belirlenimcilik anlayışı içinde kurdukları ahlak görüşlerinde bireyi yalnızca kendinden değil bu arada bütün bir insanlıktan sorumlu sayıyorlar, en uygun yaşamı tutturabilmek tasarısı içinde gerektiğinde intiharı kaçınılmaz görüyorlardı. Descartes'ın burada belirlediği "duyarsızlık" onların katı usçuluğuyla, "gurur" ona bağlı olarak gelişen aşırı güven duygusuyla, "umutsuzluk" da intiharın bir yaşam biçimi olarak benimsenişiyle ilgili olmalıdır. İmparatorluk Stoasının ünlü filozofu İmparator Marcus Aurelius şöyle diyordu: "Ölüm doğanın bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın isteminden korkan da çocuktur." İmparatorluk Stoasının öbür ünlü filozofu azatlı köle Epiktetos da şöyle diyordu: "Biliyorum, doğan her şey ölmek zorunda, bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım, saat nasıl günün bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş biçimi önemli değil. Ateşle ya da suyla. Hepsi bu." Descartes'ın Stoacılar karşısındaki görüşleri değişkendir ve genel ahlak anlayışında onların izinden gider. O, kendi deyişiyle, dünya malından kaçan, aç ve acılı da olsa mutluluğu tanrılarda arayan bu filozofları önemsiyor, onların hep kendi üstüne dönen, kendini araştıran, yetinmeyi bilen insanlar olduğunu söylüyordu. Stoa filozofları, Descartes'a göre, yalnızca kendilerine yani düşüncelerine egemen oldukları zaman mutlu olacaklarına inanan insanlardır. Lukacs şöyle der: "Onların istediği şey o çağdaki yaşamın gerçek seçenekleri değildi, insanlık evriminin seçenekleriydi, bu da genel olarak çok yeni zamanlara kadar, Fransız Devrimi'ne ve daha sonrasına kadar Stoacı fikirlerin etkin olarak kalışının nedenini açıklar". Descartes'ın "duyarsızlık", "gurur", "umutsuzluk" yanında kullandığı "ana-baba öldürme" Brutus'un Sezar'ı öldürmesini anıştırıyor olmalıdır.
7. Kuşku Descartesçı yöntemin özünü oluşturur. Kuşkuyla araştırmak, kuşkuyla ilerlemek Descartes için gerçek düşünen insanın temel tutumu olacaktır. Filozof cogito ergo sum gerçeğine de kuşkuyla ya da kuşkudan giderek varır. Ancak onun burada çizdiği tablo, kuşkunun yalnızca bir yöntem sorunu ortaya koymadığını duyuruyor, onun yaşamının gelişim koşullarını da gözler önüne seriyor. Belli ki Descartes gençliğinden beri düşüncesini kuşkuyla, her şeyi ince ince tartarak kurmuştur.
8. "Yaşamda güvenle yürüyebilmek" Descartes'ın başka metinlerinde de gördüğümüz temel bir kaygıyı belirler. Burada filozofun kuramda sınırlanıp kalmaya eğilimli olmayan bakış açısı ortaya çıkar.Dercartes için kuram yalnızca yaşam için vardır diyebiliriz. Bu da ilgisini doğaüstünden doğaya yöneltmiş bir çağ için son derece olağandır.
9. Filozofun burada sözünü ettiği savaşlar Otuz Yıl Savaşları'dır. 1618-1648 arasında Avrupa'yı, özellikle Kutsal İmparatorluk topraklarını kana bulamış olan bu savaşlar din savaşları görünümündeydi ama özellikle Habsburglarla Burbonları karşı karşıya getiriyordu, yani siyasal bir anlaşmazlığa dayanıyordu. Fransa'yla İspanya arasında 1659'a kadar uzayan Otuz Yıl Savaşları Kutsal İmparatorluk'un parçalanmasına yol açtı.
10. Bohemya (1617) ve Macaristan (1618) kralı Ferdinand imparatorluk tacını giyerek Ferdinand II von Habsburg adını aldı. Karl von Habsburg'un oğlu ve Maximilian II'nin yeğeniydi.1578'de Graz'da doğmuş, 1637'de Viyana'da ölmüştür.
11. Biz "soba başında" diye çevirdik ama Descartes dans un poêle yani "sobada" diyor ve elbette "sobayla ısıtılmış odada" demek istiyor.
12. Descartes mitolojide Sparta'nın kurucusu olarak adı geçen Lykurgos'dan söz ediyor. Büyük bir gezgin olduğu, Sparta yasalarını hazırladıktan sonra çıkıp gittiği ve bir daha dönmediği söylenir.
13. Descartes burada özellikle eski bir tartışmayı belirtir: mantık bir sanat mı, yoksa bir bilim midir? Filozof, Aziz Tommaso'ya dayanan bir çözümü benimsemiş gibidir: mantık hem bir bilimdir, hem de başka bilimlerin kurulmasını sağlayan bir sanattır.
14. Her zaman skolastiğe yöneltilen başlıca eleştiri budur: tasarım yönteminde sonuç ya da vargı doğrudan doğruya öncüllerden çıkarılır, bir başka deyişle çıkarımla elde edilen bilgi öncüllerde zaten içerilmiştir, dolayısıyla bu çerçevede tümdengelim yapmak yeni bir şey söylemek değil, yalnızca bilineni yinelemektir. "Bütün insanlar ölümlüdür / Sokrates insandır / Sokrates de ölümlüdür" dediğimde Sokrates'in ölümlü oluşunu doğrudan doğruya insanın ölümlü olmasından çıkarıyorum. Bu biçimsel yönteme karşı Descartes matematiksel tümdengelimi önerecektir.
15. Özgün metinde adı "Lulle" olarak geçen kişinin asıl adı Lulio'dur (latincesi Lullus). Raimondo Lulio (Katalancası Ramon Llull) 1233'te Parma'da doğmuş, 1315'te Bugia'da ölmüş bir İspanyol dinbilimcisidir ve Müslümanlara, özellikle İbni Rüşd'e ve yandaşlarına düşmanlığıyla bilinir. İsa'yı düşünde görüp evini barkını bırakan ve yollara düşen Lulio 1265'te keşiş oldu ve Müslümanlıkla savaşıma girebilmek için Arapça öğrendi. Büyük sanat diye adlandırdığı bir mantık yöntemi bulmuştu, bu yöntem sözde en derin doğruları kavramlardan oluşan bir tür cebirle ortaya koyuyordu. Ona göre us her şeyi, inancın gizlerini bile ortaya koyabilirdi. Descartes dostu Beeckman'a yazdığı 29 Nisan 1619 tarihli mektupta şöyle diyor: "Üç gün önce Dordrecht'de bir handa bilgin bir kişiyle karşılaştım, onunla Lullus'un Ars parva'sı üzerine söyleştik. Övünüyordu: bu sanatın kurallarını öyle bir ustalıkla kullanıyormuş ki, kendi söylemesine göre, hangi konuda olursa olsun bir saat konuşabiliyormuş, sonra aynı konu üzerinde bir saat daha konuşması istenirse, öncekilerden tümüyle ayrı sözler bulması istenirse yirmi saat bile konuşabiliyormuş. Buna inanabiliyorsanız onu kendiniz de görebilirsiniz. Bu adam biraz geveze bir yaşlıydı ve onun kitaptan edinilmiş bilgileri beyninde olmaktan çok dudaklarının ucundaydı."
16. Birinci ve ikinci kuralı Descartes daha önce Usun yönetimi için kurallar'da tek bir kural olarak vermişti, buna göre yöntemin özü basitten bileşiğe ve bileşikten basite ilerlemeye dayanıyordu. Bu iki yönlü ilerlemede basite ulaşmak bir tür ayrıştırmayla, basitten bileşiğe ya da bütüne gitmek de bir tür bileştirmeyle gerçekleşiyordu. Usun yönetimi için kurallar'ın V. kuralında Descartes şöyle der: "Tüm yöntem bazı doğruları ortaya koyabilmek için zihnimizin gözlerini kendilerine doğru çevirmek durumunda olduğumuz nesnelerin düzeninde ve konumunda yatar. En karmaşık ve karanlık önermeleri derece derece en basit önermelere indirgiyorsak, sonra da tüm önermelerin en basitlerinin sezgisinden gene derece derece tüm öbürlerinin bilgisine yükselmeye çalışıyorsak bu yöntemi gerçeğe uygun biçimde izliyoruz demektir."
17. Sayma yöntemi bir bütünde tüm öğeleri gözden geçirmek, onlardan hiçbirini dışta bırakmadığımızdan güvenli olabilmek için onları yeniden yeniden saymak anlamına gelir. Daha çok tümdengelime ağırlık veren Descartes -onun bilgi kuramı da bunu gerektirmektedir- tümevarımı daha çok bir sayma işlemi olarak görür, bu noktada Bacon'ın yöntem anlayışından iyiden iyiye ayrılır. Descartes Kurallar'ın yedincisinde "Bu sayma ya da tümevarım, önerilen bir soruya bağlı olan her şeyin yeniden gözden geçirilmesidir" diye bir açıklamada bulunur. Yedinci kural şöyledir: "Bilimi yetkin kılmak için konumuzu ilgilendiren her şeyi düşüncenin sürekli ve tam anlamında kesiksiz bir devinimiyle bütünü içinde ve teker teker gözden geçirmek ve onları yeterli ve düzenli bir saymada bir araya getirmek gerekir."
18. Skolastikler gökbilim, müzik, optik gibi bilimleri "matematikler" diye adlandırırlardı. Descartes da bu terimi çok sık kullanır.
19. Descartes burada bize cebir işaretlerinde yaptığı yeniliği anımsatıyor. Onun amacı ayrı ayrı alanları teker teker incelemek değil, bütün bu alanları kucaklayacak ve açıklayacak evrensel bir bilim kurmaktır, bir başka deyişle evrensel matematiği gerçekleştirmektir. O aritmetik ve geometri ikilemini ortadan kaldırmak için sayıları "çizgiler"le (sürekli nicelikler) açıklıyor.
20. Felsefe tüm öbür bilimleri önceler, çünkü onların ilkelerini kendinde barındırır. Metafizik temellendirme en önemli temellendirme olarak daha sonraya bırakılmalıdır. Bu yüzden Descartes düşünürlüğünün ilk döneminde bir bilim adamı olarak görünürken daha sonra metafiziğe yönelecektir.
21. Kuramda çözülmemiş sorun bizi askıda bırakır, güçlüklere iter. Eylemde çözülmemiş sorun yaşama sayısız güçlük çıkarır. Çözümsüzlük kuramda olduğu kadar eylemde de tedirgin eder filozofu. Eylem alanında kararsızlığı gidermek için bazı davranış kurallarını benimsemek gerekmektedir.
22. Üçüncü kural tümüyle Stoacı bir kavrayışı içerir. Bu çerçevede bu kural tümüyle kendine söz geçirebilme ya da kendine egemen olma düşüncesine dayanır. Descartes, Stoa filozoflarında yetkin bilgin tipini bulur.
23. Burada dördüncü bir kural karşımıza çıkıyor. Zaten Descartes üçüncü bölümün başlarında "üç ya da dört kuraldan oluşan" demişti. Filozof, yöntemini ortaya koyarken yaptığı gibi, burada da kendisi için benimsenebilir bir formül ortaya koyuyor. İlk üç kural herkes için geçerli olabilirken, bu örtülü dördüncü kural Descartes'ın kişisel seçimleriyle ilgilidir.
24. Descartes "buraya" derken "Hollanda'ya" demek istemektedir. Hollanda Descartes için tüm düşüncesini geliştirmesine olanak verecek dingin bir ortamdır. Siyasal karışıklıklar içindeki Fransa böyle bir gelişim için elverişli değildir. M. Leroy'nın dediği gibi, Descartes "Fransa'dan, kralından ve ailesinden kaçmıştır". Leroy'ya göre "Yaşamı bir tehlikeden aralıksız kaçıştır. O bu tehlikeyi açıkça ortaya koymaz. Ancak bu tehlike mektuplarında ve gezi notlarında sezilir".
25. Hollandalıların İspanyollarla savaşı. 1572'de başlayan bu savaş 1648'e kadar sürdü. XVII. yüzyılın Hollandası bugünkü Hollanda'dan çok büyüktü, bugünkü Belçika, Lüksemburg, bir bölüm Fransa toprağını içeriyordu. Bu topraklar uzun süre Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na bağlı kaldı. İmparatorluğun parçalanmasıyla İspanyolların denetimine giren ülkede gelişmekte olan ulusallık bilinci halkı toplum sorunları karşısında duyarlı kılıyordu. 1566 ve 1572 ayaklanmaları, ardından 1576 ayaklanması İspanyollarca kanlı bir biçimde bastırılmıştı.
26. Descartes "metafizik" sözcüğünü soyut anlamında kullanmaktadır. Yoksa Descartes'ın bu çerçevede tüm arayışları metafizik arayışlardır.
27. Descartes burada kuşkuyu dünyanın varlığından kuşkulanma noktasına kadar götürür.
28. Tanrı fikri doğuştandır, bununla birlikte öbür doğuştan fikirlerden ayrı olarak, doğrudan doğruya kendini vareden tanrısal gücün belirtisini taşır, "bana konmuş" sözü de doğrudan doğruya bunun bir göstergesidir. Descartes'da doğuştan fikirler, imgelemimizin oluşturduğu fikirlerden de, duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz fikirlerden de daha belirleyicidir. Yapay fikirler ve edinilmiş fikirler doğuştan fikirlerce belirlenmelidirler.
29. Descartes burada "sürekli yaratma" fikrini ortaya koyuyor. Yaratıcı güç yaratıcısı üzerinde aralıksız etkindir yani her an etkindir. Her varlık bu yaratıcı etkinlik içinde olmaktan bir an bile uzaklaşamaz.
30. Şu formül ya da temel ilke skolastikler için çok önemlidir: nihil est in intellectu quod prius non fuerit in sensu (zihinde hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularda olmuş olmasın). Bu Aristotelesçi anlamda bir gerçekçilik bildirisidir.
31. Önce düşünceyle ortaya konulabilecek evrensel yasalar söz konusudur. Bunlar matematiğin ve mantığın yasalarıdır. Bu doğuştan doğrular ruhumuzdadır, onların kaynağı da doğal olarak tanrısallıktır. Bu yasalar düşünce dünyamızı belirlemekle kalmazlar, tüm dünyayı yönetirler, tüm dünyanın oluşum koşullarını ve varoluş koşullarını belirlerler. Descartes onların belirleyiciliğinde dünyanın ya da fiziksel varlığın yasalarını ele alır.
32. Descartes kısaca Le Monde (Dünya) diye bilinen Traité du monde et de la lumière'den söz etmektedir. Descartes bu yapıtını yayımlamaktan kaçınmıştır. Bunun nedeni onun din ve siyaset çevreleri karşısındaki tedirginliğidir. O yalnızca Cizvitlerden değil, Protestanlardan da korkmaktadır; yalnızca bilim çevreleri değil, siyaset çevreleri de ona ürküntü verir. Galileo Galilei mahkum edildiğinde (1633) Descartes otuz iki yaşındadır, Dünya incelemesini yeni bitirmiştir, bu yapıtında Galilei gibi yeni görüşler önce sürmektedir. Descartes Galilei'nin başına gelenleri duyunca incelemeyi çekmecenin altına atıverir. Bu inceleme Descartes'ın ölümünden on dört yıl sonra yayımlanabilmiştir. Descartes, Galilei'nin çağdaş bilimci bakış açısına bir metafizikçi olarak karşıdır. Mersenne'e yazdığı 11 Ekim 1638 tarihli mektupta Galilei için şunları yazar: "Doğanın ilk nedenlerini göz önünde tutmadan bazı özel durumların nedenlerini araştırdı ve böylece temelsiz bir yapı kurdu." Filozof, 1633'te Mersenne'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: "Öyle şaşırdım ki neredeyse bütün yazdıklarımı yakmaya ya da hiç değilse onları kimseye göstermemeye karar verdim. Açıkça söyleyeyim, dünyanın döndüğü doğru değilse benim felsefemin dayanakları da yanlış."
33. İngiliz hekimi William Harvey (1578-1657) kandolaşımını buldu, büyük ve küçük kandolaşımının düzeneklerini gösterdi. Harvey, Cambridge'de öğrenim görürken o zamanlar tıp alanında büyük atılımlar yapmış olan Padova Üniversitesi'ne gitti, öğrenimini dört yıl içinde orada tamamladı. İngiltere'ye dönünce kendinden önce pek çok hekimin ilgisini çekmiş olan kandolaşımı sorununu ele aldı. Gerçekte kan damarlarının birbirlerine bağlı olduğu Hippokrates zamanından beri biliniyordu. Hippokrates şöyle der: "Tüm bedene yayılmış olan damarlar bedeni ruhla, özsuyuyla ve devinimle doldurmakla özgün tek bir damarın kollarından başka bir şey değildirler." Hippokrates şöyle sürdürür: "Bir damarın nerede başlayıp nerede bittiğinin bilinmediğini biliyorum, çünkü bir dairede ne başlangıç ne de bitiş vardır" (K. Walker, Histoire de la médecine'e bakınız, Marabout, Verviers 1962, s. 130-131). "Kandolaşımı" terimini kullanan ilk kişi Harvey oldu. Daha önce Vesalius damar dizgesini gözlemlemiş, bir organı beslemekle yükümlü her ana atardamarın belli bir toplardamarla ilintili olduğunu göstermişti. Kandolaşımı konusunda kesin bilgiler ortaya koyma başarısını Harvey gösterdi, kan deviniminin dolaşımlı olduğunu, bir iniş çıkışla gerçekleşmediğini bildirdi.
34. Buraya kadar Harvey'i kan dolaşımını bulduğu için öven Descartes bu noktada ondan ayrılır ve onu eleştirir. Harvey'e göre kanı atardamarlara gönderen yüreğin kasılmasıdır. Descartes'a göreyse, kanı genleştiren yürek ısısı onun devinimini sağlamaktadır.
35. Descartes burada Galileo Galilei'den söz ediyor.
36. Descartes burada bilimsel ilerlemeler için ortak çalışmanın öneminden söz ediyor. Onda bu tür görüşlere pek raslanmaz. O daha çok kendi deneyimlerinden ve kendi amaçlarından sözeder. Her zaman yalnız yaşamayı yeğleyen Descartes'da birileriyle birlikte çalışma isteği pek yoktur.
37. Sokrates'den önceki filozoflar.
38. Descartes burada gene yönteminin özünü duyurur bize: hiçbir olası bilgiyi bilgi diye almamak, onu tümüyle bilgi alanının dışına çıkarmak, yalnızca ve yalnızca kesin olanı benimsemek. Bu belirlemeyle Descartes Aristoteles'le ve ardıllarıyla yani skolastiklerle olan ayrılığını bir kere daha ortaya koymuş olur.
39. Ferdinand Alquié'nin de belirttiği gibi, burada Descartes deneysel yöntemden söz etmektedir. Filozof olguları "sonuçlar" diye alıyor. Onların kanıtlanması olası değildir, çünkü olay ya da sonuç kanıtlanamaz, onların varlığı ancak deneysel olarak saptanabilir. Ancak onları açıklamak gerekir. "Onlar ancak çıkarsandıkları ilkelere bağlandıklarında açıklanmış olurlar. Öte yandan ilkeler de kendilerini varsayımlar olarak, sanılar olarak ortaya koyarlar. Onlardan kalkılarak deneye ulaşılabildiğinde onlar olgularla açıklanmış olurlar. Kesin olan, metinde de belirtildiği gibi, herhangi bir döngünün olmadığıdır. Bir başka kesinlik de, böyle bir yöntemin bizi kesinliğe götüremeyeceğidir, ancak olasılığa götürebileceğidir, buna göre Descartes'ın ikinci bölümde belirttiği kurallara pek uymadığıdır" (F. Alquié).
40. Gerçekte Descartes bilimsel çabalarını burada bitirir, bundan sonra metafiziğe yönelecektir. Onun bundan böyle vaktini hekimliğe ayıracağını söylemesi anlaşılır gibi değildir.
1. Değişik zamanlarda yazılmış olan bu denemeler toplamının temel özelliği her bir bölümün ya da her bir denemenin ayrı kaygılarla, ayrı amaçlarla yazılmış olmasıdır, bu yüzden parçalar arasında belli bir bütünlük aramak boşunadır.Her parça ayrı konuyu işler: birinci bölüm tarihsel bir araştırmadır, ikinci bölüm mantıkla ilgilidir, üçüncü bölüm ahlak sorunlarını ele alır, dördüncü bölüm metafiziğin sorunlarına yönelir, beşinci bölüm bilimsel bir araştırmadır, altıncı bölüm filozofun genel kavrayışını özetler. Bölümler arasında çelişkiler de vardır; örneğin birinci bölümde eleştirilen Stoacılık üçüncü bölümde benimsenir.
2. Platon'cu bir filozof olan, daha doğrusu Aristoteles felsefesinin Platoncu yorumuna yönelen Porphyrios (234-305) bir soyut kavramın bir özneye bağlanma biçimini şu beş evrensele göre belirlemişti: Cins, tür, özgül ayrım, özgü, raslantı. Porphyrios'un bu belirlemesi tüm skolastiklerce benimsenmiştir. Cins ve tür sınıfı belirler: tür, cins'in kapsamına girer. Özgül ayrım bir türü bir türden ayıran özellikleri belirler (insan düşünen hayvandır). Özgü yalnızca bir türe özgü olanı gösterir: gülmek insana özgüdür. Türün bireylerinin her birinde öbürlerine uymayan özellikler vardır. Raslantı bireyin özünde bulunmayan, geçici olarak bireyde olandır. Descartes skolastiğin bu terimlerini kullanarak insanın ussal bir varlık olduğunu belirlemeye yöneliyor. Skolastik felsefeye tam anlamında karşıt bir tutum alan Descartes bu felsefenin içinde yetişmiş bir kişi olarak ondan tam olarak kendini kurtaramaz.
3. Descartes "insan adına yaraşır insanlar"dan söz ederken insanları seçkin ya da sıradan, önemli ya da önemsiz diye ikiye ayırmayı elbette düşünmüyor. Burada çağdaşımız Heidegger'in "gerçek olan varoluş" ve "gerçek olmayan varoluş"u gibi bir ayrım yaptığını söylemek elbette yanlış olur. Descartes bu belirlemeyi yaparken, Ferdinand Alquie'nin deyişiyle, "Bilgiyi yalnızca usun ışığıyla arayanları açınlanmış doğrulara dayanarak tam tamına Hıristiyancı bir erdem diye temellendirenlerin ya da öğretenlerin karşısına koyar." Yoksa Descartes uşaklarından birine "kardeşim" diye seslenecek kadar alçak gönüllüdür. Filozof, Guez de Balzac'a yolladığı 5 Mayıs 1631 tarihli mektupta şunları yazar: "Ben her gün bir halk kalabalığının ortasında dolaşıyorum, sizin gezilerinizde olduğu gibi özgürlük ve dinginlik içinde. Rasladığım insanlar bana ormanlarımızdaki ağaçların ve kırlarımızdaki sürülerin verdiği duyguyu veriyor. Satıcıların gürültüsü kulağıma bir ırmağın gürültüsü gibi geliyor, düşlerim bozulmuyor hiç. Hatta bazen onların davranışları üzerine düşündüğüm zaman haz bile duyuyorum. Tarlalarımızı eken köylüleri bir göreceksiniz. Anlıyorum, tüm çabaları oturduğumuz yerleri güzelleştirmek içindir, tüm çabaları hiçbir şeyimiz eksik kalmasın diyedir."
4. "İlginç ve az bulunur bilimler" sözü o zamanlar bazı kişilerin uğraştığı ve çok az kişinin bilimsellik değeri verdiği bazı bilgi alanlarıyla ilgilidir. Bu bilgi alanları daha çok Ortaçağ'ın yaşam ve düşünce koşullarına bağlı olarak gelişmiştir, o dönemin doğaüstüne her anlamda eğilimli tutumlarını ortaya koyar. Sözkonusu bilimlerin başlıcaları şunlardır: yasal gökbilgisi (astrologie), elfalı (chiromance), toprakfalı (géomance), cincilik (cabale), büyücülük (magie). Descartes bu bilgilerle ilgilenmiş ama hiçbirini ciddiye almamıştır, her alanla ilgili bilgi edinmek isterken o alanları da dışta tutmak istememiştir.
5. Cizvitlerin La Flèche okulunda Descartes daha çok uygulamalı matematik çalışmaları yapmıştır. Skolastiklerin matematikten anladığı şey plan yapmak adına, "müstahkem mevki" kurmak adına, toprağı ölçmek adına aritmetiği ve geometriyi kullanmaktır. Descartes matematik gibi kesinlikli bir bilimin bu kadar basit işlerde kullanılıp başka işe yaratılamamasından son derece kaygılıdır. Descartes'ın bu belirlemesini yanlış anlarsak onun kurgusal bilgiyi öne alıp uygulamalı bilgiye yukarıdan baktığı gibi bir izlenime kapılabiliriz.
6. "Duyarsızlık", "gurur", "umutsuzluk" gibi terimler bizi özellikle Eskiçağ'ın başlıca ahlak anlayışlarından olan ve düşünce dünyasını bugüne kadar derinden etkilemiş bulunan Stoa düşüncesine götürüyor. Stoa filozofları doğaya uygun yaşam formülüne uygun olarak katı ussal belirlenimcilik anlayışı içinde kurdukları ahlak görüşlerinde bireyi yalnızca kendinden değil bu arada bütün bir insanlıktan sorumlu sayıyorlar, en uygun yaşamı tutturabilmek tasarısı içinde gerektiğinde intiharı kaçınılmaz görüyorlardı. Descartes'ın burada belirlediği "duyarsızlık" onların katı usçuluğuyla, "gurur" ona bağlı olarak gelişen aşırı güven duygusuyla, "umutsuzluk" da intiharın bir yaşam biçimi olarak benimsenişiyle ilgili olmalıdır. İmparatorluk Stoasının ünlü filozofu İmparator Marcus Aurelius şöyle diyordu: "Ölüm doğanın bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın isteminden korkan da çocuktur." İmparatorluk Stoasının öbür ünlü filozofu azatlı köle Epiktetos da şöyle diyordu: "Biliyorum, doğan her şey ölmek zorunda, bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım, saat nasıl günün bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş biçimi önemli değil. Ateşle ya da suyla. Hepsi bu." Descartes'ın Stoacılar karşısındaki görüşleri değişkendir ve genel ahlak anlayışında onların izinden gider. O, kendi deyişiyle, dünya malından kaçan, aç ve acılı da olsa mutluluğu tanrılarda arayan bu filozofları önemsiyor, onların hep kendi üstüne dönen, kendini araştıran, yetinmeyi bilen insanlar olduğunu söylüyordu. Stoa filozofları, Descartes'a göre, yalnızca kendilerine yani düşüncelerine egemen oldukları zaman mutlu olacaklarına inanan insanlardır. Lukacs şöyle der: "Onların istediği şey o çağdaki yaşamın gerçek seçenekleri değildi, insanlık evriminin seçenekleriydi, bu da genel olarak çok yeni zamanlara kadar, Fransız Devrimi'ne ve daha sonrasına kadar Stoacı fikirlerin etkin olarak kalışının nedenini açıklar". Descartes'ın "duyarsızlık", "gurur", "umutsuzluk" yanında kullandığı "ana-baba öldürme" Brutus'un Sezar'ı öldürmesini anıştırıyor olmalıdır.
7. Kuşku Descartesçı yöntemin özünü oluşturur. Kuşkuyla araştırmak, kuşkuyla ilerlemek Descartes için gerçek düşünen insanın temel tutumu olacaktır. Filozof cogito ergo sum gerçeğine de kuşkuyla ya da kuşkudan giderek varır. Ancak onun burada çizdiği tablo, kuşkunun yalnızca bir yöntem sorunu ortaya koymadığını duyuruyor, onun yaşamının gelişim koşullarını da gözler önüne seriyor. Belli ki Descartes gençliğinden beri düşüncesini kuşkuyla, her şeyi ince ince tartarak kurmuştur.
8. "Yaşamda güvenle yürüyebilmek" Descartes'ın başka metinlerinde de gördüğümüz temel bir kaygıyı belirler. Burada filozofun kuramda sınırlanıp kalmaya eğilimli olmayan bakış açısı ortaya çıkar.Dercartes için kuram yalnızca yaşam için vardır diyebiliriz. Bu da ilgisini doğaüstünden doğaya yöneltmiş bir çağ için son derece olağandır.
9. Filozofun burada sözünü ettiği savaşlar Otuz Yıl Savaşları'dır. 1618-1648 arasında Avrupa'yı, özellikle Kutsal İmparatorluk topraklarını kana bulamış olan bu savaşlar din savaşları görünümündeydi ama özellikle Habsburglarla Burbonları karşı karşıya getiriyordu, yani siyasal bir anlaşmazlığa dayanıyordu. Fransa'yla İspanya arasında 1659'a kadar uzayan Otuz Yıl Savaşları Kutsal İmparatorluk'un parçalanmasına yol açtı.
10. Bohemya (1617) ve Macaristan (1618) kralı Ferdinand imparatorluk tacını giyerek Ferdinand II von Habsburg adını aldı. Karl von Habsburg'un oğlu ve Maximilian II'nin yeğeniydi.1578'de Graz'da doğmuş, 1637'de Viyana'da ölmüştür.
11. Biz "soba başında" diye çevirdik ama Descartes dans un poêle yani "sobada" diyor ve elbette "sobayla ısıtılmış odada" demek istiyor.
12. Descartes mitolojide Sparta'nın kurucusu olarak adı geçen Lykurgos'dan söz ediyor. Büyük bir gezgin olduğu, Sparta yasalarını hazırladıktan sonra çıkıp gittiği ve bir daha dönmediği söylenir.
13. Descartes burada özellikle eski bir tartışmayı belirtir: mantık bir sanat mı, yoksa bir bilim midir? Filozof, Aziz Tommaso'ya dayanan bir çözümü benimsemiş gibidir: mantık hem bir bilimdir, hem de başka bilimlerin kurulmasını sağlayan bir sanattır.
14. Her zaman skolastiğe yöneltilen başlıca eleştiri budur: tasarım yönteminde sonuç ya da vargı doğrudan doğruya öncüllerden çıkarılır, bir başka deyişle çıkarımla elde edilen bilgi öncüllerde zaten içerilmiştir, dolayısıyla bu çerçevede tümdengelim yapmak yeni bir şey söylemek değil, yalnızca bilineni yinelemektir. "Bütün insanlar ölümlüdür / Sokrates insandır / Sokrates de ölümlüdür" dediğimde Sokrates'in ölümlü oluşunu doğrudan doğruya insanın ölümlü olmasından çıkarıyorum. Bu biçimsel yönteme karşı Descartes matematiksel tümdengelimi önerecektir.
15. Özgün metinde adı "Lulle" olarak geçen kişinin asıl adı Lulio'dur (latincesi Lullus). Raimondo Lulio (Katalancası Ramon Llull) 1233'te Parma'da doğmuş, 1315'te Bugia'da ölmüş bir İspanyol dinbilimcisidir ve Müslümanlara, özellikle İbni Rüşd'e ve yandaşlarına düşmanlığıyla bilinir. İsa'yı düşünde görüp evini barkını bırakan ve yollara düşen Lulio 1265'te keşiş oldu ve Müslümanlıkla savaşıma girebilmek için Arapça öğrendi. Büyük sanat diye adlandırdığı bir mantık yöntemi bulmuştu, bu yöntem sözde en derin doğruları kavramlardan oluşan bir tür cebirle ortaya koyuyordu. Ona göre us her şeyi, inancın gizlerini bile ortaya koyabilirdi. Descartes dostu Beeckman'a yazdığı 29 Nisan 1619 tarihli mektupta şöyle diyor: "Üç gün önce Dordrecht'de bir handa bilgin bir kişiyle karşılaştım, onunla Lullus'un Ars parva'sı üzerine söyleştik. Övünüyordu: bu sanatın kurallarını öyle bir ustalıkla kullanıyormuş ki, kendi söylemesine göre, hangi konuda olursa olsun bir saat konuşabiliyormuş, sonra aynı konu üzerinde bir saat daha konuşması istenirse, öncekilerden tümüyle ayrı sözler bulması istenirse yirmi saat bile konuşabiliyormuş. Buna inanabiliyorsanız onu kendiniz de görebilirsiniz. Bu adam biraz geveze bir yaşlıydı ve onun kitaptan edinilmiş bilgileri beyninde olmaktan çok dudaklarının ucundaydı."
16. Birinci ve ikinci kuralı Descartes daha önce Usun yönetimi için kurallar'da tek bir kural olarak vermişti, buna göre yöntemin özü basitten bileşiğe ve bileşikten basite ilerlemeye dayanıyordu. Bu iki yönlü ilerlemede basite ulaşmak bir tür ayrıştırmayla, basitten bileşiğe ya da bütüne gitmek de bir tür bileştirmeyle gerçekleşiyordu. Usun yönetimi için kurallar'ın V. kuralında Descartes şöyle der: "Tüm yöntem bazı doğruları ortaya koyabilmek için zihnimizin gözlerini kendilerine doğru çevirmek durumunda olduğumuz nesnelerin düzeninde ve konumunda yatar. En karmaşık ve karanlık önermeleri derece derece en basit önermelere indirgiyorsak, sonra da tüm önermelerin en basitlerinin sezgisinden gene derece derece tüm öbürlerinin bilgisine yükselmeye çalışıyorsak bu yöntemi gerçeğe uygun biçimde izliyoruz demektir."
17. Sayma yöntemi bir bütünde tüm öğeleri gözden geçirmek, onlardan hiçbirini dışta bırakmadığımızdan güvenli olabilmek için onları yeniden yeniden saymak anlamına gelir. Daha çok tümdengelime ağırlık veren Descartes -onun bilgi kuramı da bunu gerektirmektedir- tümevarımı daha çok bir sayma işlemi olarak görür, bu noktada Bacon'ın yöntem anlayışından iyiden iyiye ayrılır. Descartes Kurallar'ın yedincisinde "Bu sayma ya da tümevarım, önerilen bir soruya bağlı olan her şeyin yeniden gözden geçirilmesidir" diye bir açıklamada bulunur. Yedinci kural şöyledir: "Bilimi yetkin kılmak için konumuzu ilgilendiren her şeyi düşüncenin sürekli ve tam anlamında kesiksiz bir devinimiyle bütünü içinde ve teker teker gözden geçirmek ve onları yeterli ve düzenli bir saymada bir araya getirmek gerekir."
18. Skolastikler gökbilim, müzik, optik gibi bilimleri "matematikler" diye adlandırırlardı. Descartes da bu terimi çok sık kullanır.
19. Descartes burada bize cebir işaretlerinde yaptığı yeniliği anımsatıyor. Onun amacı ayrı ayrı alanları teker teker incelemek değil, bütün bu alanları kucaklayacak ve açıklayacak evrensel bir bilim kurmaktır, bir başka deyişle evrensel matematiği gerçekleştirmektir. O aritmetik ve geometri ikilemini ortadan kaldırmak için sayıları "çizgiler"le (sürekli nicelikler) açıklıyor.
20. Felsefe tüm öbür bilimleri önceler, çünkü onların ilkelerini kendinde barındırır. Metafizik temellendirme en önemli temellendirme olarak daha sonraya bırakılmalıdır. Bu yüzden Descartes düşünürlüğünün ilk döneminde bir bilim adamı olarak görünürken daha sonra metafiziğe yönelecektir.
21. Kuramda çözülmemiş sorun bizi askıda bırakır, güçlüklere iter. Eylemde çözülmemiş sorun yaşama sayısız güçlük çıkarır. Çözümsüzlük kuramda olduğu kadar eylemde de tedirgin eder filozofu. Eylem alanında kararsızlığı gidermek için bazı davranış kurallarını benimsemek gerekmektedir.
22. Üçüncü kural tümüyle Stoacı bir kavrayışı içerir. Bu çerçevede bu kural tümüyle kendine söz geçirebilme ya da kendine egemen olma düşüncesine dayanır. Descartes, Stoa filozoflarında yetkin bilgin tipini bulur.
23. Burada dördüncü bir kural karşımıza çıkıyor. Zaten Descartes üçüncü bölümün başlarında "üç ya da dört kuraldan oluşan" demişti. Filozof, yöntemini ortaya koyarken yaptığı gibi, burada da kendisi için benimsenebilir bir formül ortaya koyuyor. İlk üç kural herkes için geçerli olabilirken, bu örtülü dördüncü kural Descartes'ın kişisel seçimleriyle ilgilidir.
24. Descartes "buraya" derken "Hollanda'ya" demek istemektedir. Hollanda Descartes için tüm düşüncesini geliştirmesine olanak verecek dingin bir ortamdır. Siyasal karışıklıklar içindeki Fransa böyle bir gelişim için elverişli değildir. M. Leroy'nın dediği gibi, Descartes "Fransa'dan, kralından ve ailesinden kaçmıştır". Leroy'ya göre "Yaşamı bir tehlikeden aralıksız kaçıştır. O bu tehlikeyi açıkça ortaya koymaz. Ancak bu tehlike mektuplarında ve gezi notlarında sezilir".
25. Hollandalıların İspanyollarla savaşı. 1572'de başlayan bu savaş 1648'e kadar sürdü. XVII. yüzyılın Hollandası bugünkü Hollanda'dan çok büyüktü, bugünkü Belçika, Lüksemburg, bir bölüm Fransa toprağını içeriyordu. Bu topraklar uzun süre Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na bağlı kaldı. İmparatorluğun parçalanmasıyla İspanyolların denetimine giren ülkede gelişmekte olan ulusallık bilinci halkı toplum sorunları karşısında duyarlı kılıyordu. 1566 ve 1572 ayaklanmaları, ardından 1576 ayaklanması İspanyollarca kanlı bir biçimde bastırılmıştı.
26. Descartes "metafizik" sözcüğünü soyut anlamında kullanmaktadır. Yoksa Descartes'ın bu çerçevede tüm arayışları metafizik arayışlardır.
27. Descartes burada kuşkuyu dünyanın varlığından kuşkulanma noktasına kadar götürür.
28. Tanrı fikri doğuştandır, bununla birlikte öbür doğuştan fikirlerden ayrı olarak, doğrudan doğruya kendini vareden tanrısal gücün belirtisini taşır, "bana konmuş" sözü de doğrudan doğruya bunun bir göstergesidir. Descartes'da doğuştan fikirler, imgelemimizin oluşturduğu fikirlerden de, duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz fikirlerden de daha belirleyicidir. Yapay fikirler ve edinilmiş fikirler doğuştan fikirlerce belirlenmelidirler.
29. Descartes burada "sürekli yaratma" fikrini ortaya koyuyor. Yaratıcı güç yaratıcısı üzerinde aralıksız etkindir yani her an etkindir. Her varlık bu yaratıcı etkinlik içinde olmaktan bir an bile uzaklaşamaz.
30. Şu formül ya da temel ilke skolastikler için çok önemlidir: nihil est in intellectu quod prius non fuerit in sensu (zihinde hiçbir şey yoktur ki daha önce duyularda olmuş olmasın). Bu Aristotelesçi anlamda bir gerçekçilik bildirisidir.
31. Önce düşünceyle ortaya konulabilecek evrensel yasalar söz konusudur. Bunlar matematiğin ve mantığın yasalarıdır. Bu doğuştan doğrular ruhumuzdadır, onların kaynağı da doğal olarak tanrısallıktır. Bu yasalar düşünce dünyamızı belirlemekle kalmazlar, tüm dünyayı yönetirler, tüm dünyanın oluşum koşullarını ve varoluş koşullarını belirlerler. Descartes onların belirleyiciliğinde dünyanın ya da fiziksel varlığın yasalarını ele alır.
32. Descartes kısaca Le Monde (Dünya) diye bilinen Traité du monde et de la lumière'den söz etmektedir. Descartes bu yapıtını yayımlamaktan kaçınmıştır. Bunun nedeni onun din ve siyaset çevreleri karşısındaki tedirginliğidir. O yalnızca Cizvitlerden değil, Protestanlardan da korkmaktadır; yalnızca bilim çevreleri değil, siyaset çevreleri de ona ürküntü verir. Galileo Galilei mahkum edildiğinde (1633) Descartes otuz iki yaşındadır, Dünya incelemesini yeni bitirmiştir, bu yapıtında Galilei gibi yeni görüşler önce sürmektedir. Descartes Galilei'nin başına gelenleri duyunca incelemeyi çekmecenin altına atıverir. Bu inceleme Descartes'ın ölümünden on dört yıl sonra yayımlanabilmiştir. Descartes, Galilei'nin çağdaş bilimci bakış açısına bir metafizikçi olarak karşıdır. Mersenne'e yazdığı 11 Ekim 1638 tarihli mektupta Galilei için şunları yazar: "Doğanın ilk nedenlerini göz önünde tutmadan bazı özel durumların nedenlerini araştırdı ve böylece temelsiz bir yapı kurdu." Filozof, 1633'te Mersenne'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: "Öyle şaşırdım ki neredeyse bütün yazdıklarımı yakmaya ya da hiç değilse onları kimseye göstermemeye karar verdim. Açıkça söyleyeyim, dünyanın döndüğü doğru değilse benim felsefemin dayanakları da yanlış."
33. İngiliz hekimi William Harvey (1578-1657) kandolaşımını buldu, büyük ve küçük kandolaşımının düzeneklerini gösterdi. Harvey, Cambridge'de öğrenim görürken o zamanlar tıp alanında büyük atılımlar yapmış olan Padova Üniversitesi'ne gitti, öğrenimini dört yıl içinde orada tamamladı. İngiltere'ye dönünce kendinden önce pek çok hekimin ilgisini çekmiş olan kandolaşımı sorununu ele aldı. Gerçekte kan damarlarının birbirlerine bağlı olduğu Hippokrates zamanından beri biliniyordu. Hippokrates şöyle der: "Tüm bedene yayılmış olan damarlar bedeni ruhla, özsuyuyla ve devinimle doldurmakla özgün tek bir damarın kollarından başka bir şey değildirler." Hippokrates şöyle sürdürür: "Bir damarın nerede başlayıp nerede bittiğinin bilinmediğini biliyorum, çünkü bir dairede ne başlangıç ne de bitiş vardır" (K. Walker, Histoire de la médecine'e bakınız, Marabout, Verviers 1962, s. 130-131). "Kandolaşımı" terimini kullanan ilk kişi Harvey oldu. Daha önce Vesalius damar dizgesini gözlemlemiş, bir organı beslemekle yükümlü her ana atardamarın belli bir toplardamarla ilintili olduğunu göstermişti. Kandolaşımı konusunda kesin bilgiler ortaya koyma başarısını Harvey gösterdi, kan deviniminin dolaşımlı olduğunu, bir iniş çıkışla gerçekleşmediğini bildirdi.
34. Buraya kadar Harvey'i kan dolaşımını bulduğu için öven Descartes bu noktada ondan ayrılır ve onu eleştirir. Harvey'e göre kanı atardamarlara gönderen yüreğin kasılmasıdır. Descartes'a göreyse, kanı genleştiren yürek ısısı onun devinimini sağlamaktadır.
35. Descartes burada Galileo Galilei'den söz ediyor.
36. Descartes burada bilimsel ilerlemeler için ortak çalışmanın öneminden söz ediyor. Onda bu tür görüşlere pek raslanmaz. O daha çok kendi deneyimlerinden ve kendi amaçlarından sözeder. Her zaman yalnız yaşamayı yeğleyen Descartes'da birileriyle birlikte çalışma isteği pek yoktur.
37. Sokrates'den önceki filozoflar.
38. Descartes burada gene yönteminin özünü duyurur bize: hiçbir olası bilgiyi bilgi diye almamak, onu tümüyle bilgi alanının dışına çıkarmak, yalnızca ve yalnızca kesin olanı benimsemek. Bu belirlemeyle Descartes Aristoteles'le ve ardıllarıyla yani skolastiklerle olan ayrılığını bir kere daha ortaya koymuş olur.
39. Ferdinand Alquié'nin de belirttiği gibi, burada Descartes deneysel yöntemden söz etmektedir. Filozof olguları "sonuçlar" diye alıyor. Onların kanıtlanması olası değildir, çünkü olay ya da sonuç kanıtlanamaz, onların varlığı ancak deneysel olarak saptanabilir. Ancak onları açıklamak gerekir. "Onlar ancak çıkarsandıkları ilkelere bağlandıklarında açıklanmış olurlar. Öte yandan ilkeler de kendilerini varsayımlar olarak, sanılar olarak ortaya koyarlar. Onlardan kalkılarak deneye ulaşılabildiğinde onlar olgularla açıklanmış olurlar. Kesin olan, metinde de belirtildiği gibi, herhangi bir döngünün olmadığıdır. Bir başka kesinlik de, böyle bir yöntemin bizi kesinliğe götüremeyeceğidir, ancak olasılığa götürebileceğidir, buna göre Descartes'ın ikinci bölümde belirttiği kurallara pek uymadığıdır" (F. Alquié).
40. Gerçekte Descartes bilimsel çabalarını burada bitirir, bundan sonra metafiziğe yönelecektir. Onun bundan böyle vaktini hekimliğe ayıracağını söylemesi anlaşılır gibi değildir.