İNSAN DOĞASI ÜZERİNE
|
Halilrahman AÇAR
İnsan doğasını kavrama girişiminin; gerçekçi ve bütünleyici bir bakış açısı içinde ele alınması durumunda konuyu büyük oranda aydınlatacağı inancındayım. Geçmişte insan doğasını belirlemeye yönelik çabaların sınırlamacı ve indirgemeci bir çerçevede yürütülmesinden dolayı karşımızda bütüncül bir varlık olarak duran insanı bize sunmayı başaramadıkları görülüyor. Kanaatimce bu konudaki yaklaşımların yol açtığı sıkıntılar, büyük ölçüde düşünce tarihinde yer alan klasik ve modern ana kamplara bağlılıktan kaynaklanmaktadır.
Bildirimde, insan doğası üzerine söylemlerde yer alan tutarsızlıklara düşmeksizin, bir çıkış yolunun belirtilerini sunarak, konuya farklı bir bakış açm getirmeye çalışacağım. Öncelikle burada insan doğasının nasıllığı sorununun, insan varlığının nasıl oluştuğu, oluşturulduğu sorunuyla sıkı sıkıya bir ilgisi olduğuna vurgu yapmalıyım.
İlk meydana geliş olgusunu açıklama güçlüğünün gizem içermesi ve bugün için bunun bir net çözüme kavuşturulamaması durumunda bile, varlığımızın uygun bir görüş çerçevesinde değerlendirilmesi yolunun benimsenmesi halinde, bu yeni açılımla en azından düşüncedeki içsel tutarsızlıkların giderilebileceğini mümkün görmekteyim.
İnsan görünüşte bir tör'dür ve bu türün, donanımı mükemmel diye adlandırılabilecek bir üyesi olduğu söylenebilir. İnsanın da kaçınılmaz olarak türünün hususiyetlerini taşıdığı varsayılır, çünkü bir bireyin hangi türe ait olduğunun ifade edilmesi, bu türün fertlerinin nasıl bir davranış sergileyeceği konusunda bize birtakım bilgiler verebilir.
Buradan hareketle söyleyeceklerimi savlar halinde sunmak istiyorum. İlk sav olarak; insan doğasının tür özelliğine dayandığı ileri sürülebilir. Yani varlığı, büyük ölçüde onun belirli bir türün üyesi olmasının özelliklerini taşır, İkinci sav olarak; yeryüzündeki tek gerçeğin insan varlığı olmaması, dolayısıyla insanın; varlık dünyası içinde değerlendirilmesinin sağlıklı bir tutum oluşturabileceği kanaatidir. Bu sav başkalarının varlığının mana yüklü olması kadar, insan varlığının da bu alemde bir anlamı bulunduğunu gösterecektir. Bu iki savdan sonra, insan türünün kökeninin ne olduğu sorusunun, insan doğasma, esasma inmeyi ve somut olguya dönmemizi gerektireceğini düşünüyorum.
Varlığın oluşumunda canlı öncesi ve sonrası ayırımı gözetildiğinde, şu anki insan neslinin her bireysel oluşumunu bir insan çiftim (anne-baba) veya çiftlerine götürmek en mantıklı yol olarak gözükmekte. Hayatın, varlık alanında birden belirmediği bilindiğine göre, üçüncü sav olarak; hayatı, bir maddenin veya ruhun yansıması olarak almak yerine, tezahür eden varlığı; varhğunn esası, içinin ve dışının bütünselliği şeklinde değerlendirmek gerekir. Çünkü hayat; madde karmaşıklaşmasıyla veya pek çok öğenin dahil edildiği bireşimsel yapısıyla ortaya çıkmaktadır. Şimdi bu noktada insanın temel bir dogasının olup olmadığı sorulabilir. Doğası kabul edildiği taktirde, neden oluştuğunun açıklanmasına gereksinim duyulur. Yani mevcut anlayışların dışında, varlığı; zamansallığı ve mekansallıgıyla. birlikte kuşatan ve kapsayan olarak insanın esası ne olabilir sorusunun konu bağlamında cevaplandırılması, bir çözüme kavuşturulması kaçınılmazdır.
İnsanın var olmadan oluşunun olamayacağı ve bu varlığının ayrıca canlı, devingen bir oluşum içinde olduğu bilinmektedir. Yani insanın her zaman insan diye değerlendirilmesine yol açan, gerçekliği saptanmış yönüyle, oluş ve imkan bakımından sürekli değişen bir varoluş yönü dikkate alındığında, değişen yönünün gerçekliği kabul gören asıl varlığına bağımlı olduğu görülür. Ele aldığımız sorunun çözümü için burada öncekileri tamamlayıcı ve bizi sonuca götürücü birkaç sav daha ileri sürmenin gerekliliği belirmektedir.
Dördüncü sav olarak; insanın özü veya temeli önceden farz edilerek varsayılan veya kurgulanan önsel bir şey değil de, önümüzde; duran bir gerçeklik olarak ele alınabilir.
Beşinci sav olarak; ancak insanın, bu yaklaşım çerçevesi içinde içi-dışıyla canlı bir bütün olarak somut fizikselliğinin Ötesinde bir gerçekliği temsil ettiğini kavramamız gerektiğidir.
İnsanın; için ve dışın somut varlık bütünü olarak görülmesi, onun sadece empirik bir sorun olarak incelemeye veya fiziksel bir nesneye indirgeyerek eie almaya çalışan yaklaşımlardan farklı değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Bundan sonra söyleneceklerle bu ayırt edici husus belki daha iyi anlaşılabilir.
İmdi, insan varlığını kendi varlığında sunan öyle bir şey bulmalıyız ki, bu sadece insan varlığını betimleyen bir kavram olmanın ötesinde, olgusal olarak varlığın kendisini , aynısını bize ifade etmekle kalmayıp, farklı zamanlardaki insanı, varlığım ve insanın birlikteliğini bir gerçek olarak temsil edebilsin. Bu bulgulanan şey; önümüzdeki gerçekliği takdimde insandaki ayniliği, değişmezi anlatmakla birlikte onun değişebilirliğini de açık olarak taşıyabilsin. İnsanın ontolojik yapısının saf, katkısız değerlendirilemeyişi ve değerlendirmelerin kaçınılmaz olarak değer bağımlı oluşu, bu konuda beni cesaretlendirmektedir.
Altıncı sav olarak; insan varlığının ne olduğu sorusuna kendi kültü evreninden yola çıkarak, bir şeyin aynısı, kendisi, özü, zatı anlamına gelen, kendisiyle insan olunanın canlı ve gerçek mahiyeti kastedilen, niteligin önceliğiyle birlikte tezahür ettiren, varlığın tam hakikatini göstermekte olanın, nafs olduğunu ileri sürüyorum.
İnsanda aranılan bu asal şeyi; iddia edilegeldiği gibi, ruh ve madde değil, nafs teşkil etmektedir. Bu, tasavvuf kültüründe, insanı tutkulara yönelten, temel niteliği kötülüğe yönelmişlik olarak görülen, bu sebeple ıslah edilmesi gereken bir iç eğilim şeklinde tanımlanan nefs değildir. Aynı zamanda canlılık nafsin bir özelliğini, yönünü göstermesi ve nafs kavramının bir dizi kavrama şemsiye kavram görevi üstlenmesi dolayısıyla canlı olarak Türkçe'ye çevrilmesi de bu bağlamda yetersiz kalmakta, yanlış çağrışımlara neden olmaktadır. Sözünü ettiğim nafs; insanı insan yapan, fiili halimizi sergileyen, zaman içinde potansiyelim bireysel kişiliğe kadar belirginleştiren, gizemini de içinde barındıran bir hususiyete sahiptir. İnsan doğasmı teşkil ettiğini ileri sürdüğüm nafs, hayatı boyunca kendinde olmadan tercihler yapabilmesine kadar varlığının zamansallığıyla eş bir şekilde gelişir.
Anne rahmine düştüğü andan itibaren herkes bir nafstir. O, varlık bakımından özgündür. İnsanın varoluşu, dölüt nafs halinden görüngü alanına oluşumunu tamamlamak, geliştirmek ve serpilmek için çıkış süreci ile devam eder. Nafsin belirmesi, yetkinleşmeye doğru insanın belirmesidir. Bundan sonra nafsin hayatını; geleceğini kendinde içermek, yapısını bozmadan geliştirmek, fiziksel olarak algılanabilir hale gelebilmek, nihayetinde birey olmak oluşturur. Nafs hayattaki değişik tezahürlerine rağmen başlangıcından itibaren ne maddeden ayrı soyut bir şey, ne de somuttan ibaret bir cisimdir. Biçimin insan varlığını tek başına ifade edemeyeceği, yaklaşımımızda yeterince açık olduğundan nafsin fiziksel görünümüyle özdeşleştirilmesinin ortaya çıkaracağı varlıksal sakıncalar az çok tahmin edilebilir.
İnsanın iç, dış , bütün ve tüm varlığını gösterdiğine inandığımız nafse; insan varlığının değişmezi gibi bakarsak, onun özünü, temelini teşkil ettiğini görürüz. Fakat bu, nafsin değişik hallerinin göz ardı edilmesi anlamına gelmez. Nafs kendinde statikligi içermemesi ve insan varlığının varoluşu kadar, oluş boyutlarını da kapsaması nedeniyle,gerçekleşimini zamansal ve mekansal oluşlarıyla sergiler. Diğer bir ifadeyle, nafs; insan varlığının nitelik ve hal olarak hem zamansal görünüşü hem de üzerinde gerçekleştiğidir.
Dolayısıyla insan nafsinin gerisinde başka bir can temeli bulunmayışı, böyle bir şeyin aranmasını kanaatimce anlamsızlaştırmaktadır. Bu durumda bir açımlama noktası olarak nafsin ele alınması, gerçek hayatta varlığın paradoksları gibi görünen ve açıklanmasında güçlük çekilen hususlarda bize neyi ifade edeceği dört noktada belirginleştirilebilir:
Nafsin; insan doğasmı zorunlu olarak ifade etmesi ve kendinde imkanı taşıması dolayısıyla, her şeyden evvel kendinde kendine aitliğmin bulunuşu ve belirmesi söz konusudur. O bu hususiyetiyle, hem kendisi hem kendinde meydana gelen varoluşsal durum ve aşamaların gerçekleşimi için bir halden diğer bir hale geçerek varlık dengesini ve değişimini sağlar.
Nafsin oluşumu kadar gelişimi de insan doğasmm bir birlikteliği içerisinde oluşur. Bu sebeple, eğer insanın bir doğasından bahsedilecekse, bunun kendisi için var olan nafs olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer önemli bir nokta da, nafsin; iç ve dış birlikteliğiyle her zaman kendisini kendinde yeni değişik haller şeklinde arz etmesi durumudur. Bu bakımdan, bütüncül bir bakış açısının evreleri olarak; nafsin doğuşu, olgunlaşmaya yönelik hayatı ve ölümü değerlendirilebilir. Böylece nafsin bu dünyada doğuşu, yaşamı kadar, bu dünyada son bulması da bir anlam taşır. Konumuz bağlamında tutarsızlığıyla açmaza götüreceği önceden kestirilebilecek husus; nafsin önümüzde duran varlık bütünlüğünün parçalanması yoluyla, insan varlığının anlaşılmaya, anlatılmaya çalışılmasıdır.
Şimdi yedinci ve son savımı ortaya koyabilirim: İleri sürdüğüm tez bağlamında nafsin bütüncül varlığının parçalanamaması, varlık bütünlüğünün parçalanamaması oluyor. Şayet bir insan doğası varsa, bu orijinal oluşturumu, kuruluşu( fıtrat)dur.
Karşımızdaki varlık bütünüdür. Kendine has olanı da budur. Yukarıda söylenenlerden hareket ederek , insan doğasına yaklaşımımızın; nafs diye nitelenen doğal yapmın bazı yetilerinin doğuştan var olduğunu kabulle birlikte, bu niteliklerin belirimlerinin yaşam tecrübesine ve koşullarına bağlı olduğu gerçeğini muhataplarına kavratabilecek bir tarzda olduğu ortaya çıkar. Bu açıdan insan doğası olarak nafs; hem doğuştan gelen biyolojik yapıya ait temel insani özellikleri, hem onda gizil olarak bulunan ve imkanlar çerçevesinde açımlanacakları kaçınılmaz şekilde içerecektir. Diğer bir ifadeyle, nafs çözümlememizle; hem doğum öncesi oluşanın veya
doğum sonrası ortaya çıkan varlığın umumi bir insan doğasını temsiline, hem her insana özgü özellikler bütünü olarak düşünülecek ve değerlendirilecek olan hususi insan doğalanna gönderme imkanı doğmaktadır. Bu nedenle, gerek geneli ifadede kastedilen insan doğası olarak, gerekse özelin, tekilin tek tek insan doğası olarak nafs; doğrudan insan kaynaklı bir insan doğasını gösterir. Böylece genel insan doğası olarak nafs, genel insani özellikleri bakımından sabit kabul edilirken, karakterler toplamı anlamındaki nafs; biyolojik tür yapısının sağladığı ana bütünlük üstüne bireylerin hususiyetleri psiko-sosyal ve kültürel ortamlarınca gelişimini tamamlamak üzere örülerek oluşur. Nafsler dünyasındaki benzerlik ve farklılıkların kaynağı bu oluşumda bulunur. İnsanda bunun dışında özel bir doğa arayışı, bizleri içinden çıkılmaz spekülasyonlara götürmüş ve götürecektir.
Açıklamalardan anlaşılacağı gibi, insan doğasını somut, canlı, kanlı, devingen nafs teşkil edince, insan doğasının doğasını; varlık durumumuza ilişkin yapılan spekülasyonların eleştirildiği bir üst felsefe dili olmaktan ilerisini gösteremeyeceği görülür. Gerçekte bu felsefî alan; insan doğasına ilişkin kavramların sorgulanarak muhasebesinin yapıldığı, yaklaşımların karşılaştırıldığı bir alandır. İnsan doğasıyla ilgili burada ileri sürdüğüm yaklaşımın diğer görüşler gibi, son söz olarak görülmese de, pek çok doğruyu içerdiği üç noktadan görülebilir: İnsanın ilk andan itibaren olgusal varlığı, varlık sürecinin değişkenliğiyle birlikte bütünsel olarak tanınır .
İnsanın varlığını indirgeme yerine var olana dayalı, özgünlüğü, öznelliğiyle birlikte daha somutlaşma ve bağımsızlaşma sürecini taşıyan nafs gibi gerçekliği algılanan bir kavram ve oTgudan kalkılarak yapılması daha anlamlı olabilir.
Sözünü ettiğim nafsin, insanın sadece biyolojik boyutunu değil aynı zamanda bugün için psikolojik ve sosyolojik diye nitelenen boyutlarını da içine aldığını, kültürümüzdeki beşer ve insan kavramlarıyla ilişkilendirildiği takdirde konuya farklı zenginlik boyudan katacağı söylenebilir.
Kısacası; nafsin içten içe özenle işleyiği, her canlının kendi türüne uygun bir biçimde üremesi ve bu yolla kendi yapısal niteliklerini kendisinde oluşacak nafst aktarmasındaki görev-yaparlık biçimindeki apaçık özelliği dolayısıyla İNSAN SORUMLU GÖREVLİ BİR NAFS dır, diyorum. Eylemeleri, sonuç ve gelişmeleri üzerine alabilecek, yerine getirebilecek bir nafs.
İşte, uzmanların belirlenmiş standartlarla insana yöneldiklerinde afallamalarının sebebi, her birey nafsin; biyolojisi, psikolojisi ve toplumsallığı ile bir alem teşkil ettiğini ve her ayrı bir nafse girmek istediklerinde hep ayrı bir aleme girdiklerini görememelerindendir.
İnsan doğasını kavrama girişiminin; gerçekçi ve bütünleyici bir bakış açısı içinde ele alınması durumunda konuyu büyük oranda aydınlatacağı inancındayım. Geçmişte insan doğasını belirlemeye yönelik çabaların sınırlamacı ve indirgemeci bir çerçevede yürütülmesinden dolayı karşımızda bütüncül bir varlık olarak duran insanı bize sunmayı başaramadıkları görülüyor. Kanaatimce bu konudaki yaklaşımların yol açtığı sıkıntılar, büyük ölçüde düşünce tarihinde yer alan klasik ve modern ana kamplara bağlılıktan kaynaklanmaktadır.
Bildirimde, insan doğası üzerine söylemlerde yer alan tutarsızlıklara düşmeksizin, bir çıkış yolunun belirtilerini sunarak, konuya farklı bir bakış açm getirmeye çalışacağım. Öncelikle burada insan doğasının nasıllığı sorununun, insan varlığının nasıl oluştuğu, oluşturulduğu sorunuyla sıkı sıkıya bir ilgisi olduğuna vurgu yapmalıyım.
İlk meydana geliş olgusunu açıklama güçlüğünün gizem içermesi ve bugün için bunun bir net çözüme kavuşturulamaması durumunda bile, varlığımızın uygun bir görüş çerçevesinde değerlendirilmesi yolunun benimsenmesi halinde, bu yeni açılımla en azından düşüncedeki içsel tutarsızlıkların giderilebileceğini mümkün görmekteyim.
İnsan görünüşte bir tör'dür ve bu türün, donanımı mükemmel diye adlandırılabilecek bir üyesi olduğu söylenebilir. İnsanın da kaçınılmaz olarak türünün hususiyetlerini taşıdığı varsayılır, çünkü bir bireyin hangi türe ait olduğunun ifade edilmesi, bu türün fertlerinin nasıl bir davranış sergileyeceği konusunda bize birtakım bilgiler verebilir.
Buradan hareketle söyleyeceklerimi savlar halinde sunmak istiyorum. İlk sav olarak; insan doğasının tür özelliğine dayandığı ileri sürülebilir. Yani varlığı, büyük ölçüde onun belirli bir türün üyesi olmasının özelliklerini taşır, İkinci sav olarak; yeryüzündeki tek gerçeğin insan varlığı olmaması, dolayısıyla insanın; varlık dünyası içinde değerlendirilmesinin sağlıklı bir tutum oluşturabileceği kanaatidir. Bu sav başkalarının varlığının mana yüklü olması kadar, insan varlığının da bu alemde bir anlamı bulunduğunu gösterecektir. Bu iki savdan sonra, insan türünün kökeninin ne olduğu sorusunun, insan doğasma, esasma inmeyi ve somut olguya dönmemizi gerektireceğini düşünüyorum.
Varlığın oluşumunda canlı öncesi ve sonrası ayırımı gözetildiğinde, şu anki insan neslinin her bireysel oluşumunu bir insan çiftim (anne-baba) veya çiftlerine götürmek en mantıklı yol olarak gözükmekte. Hayatın, varlık alanında birden belirmediği bilindiğine göre, üçüncü sav olarak; hayatı, bir maddenin veya ruhun yansıması olarak almak yerine, tezahür eden varlığı; varhğunn esası, içinin ve dışının bütünselliği şeklinde değerlendirmek gerekir. Çünkü hayat; madde karmaşıklaşmasıyla veya pek çok öğenin dahil edildiği bireşimsel yapısıyla ortaya çıkmaktadır. Şimdi bu noktada insanın temel bir dogasının olup olmadığı sorulabilir. Doğası kabul edildiği taktirde, neden oluştuğunun açıklanmasına gereksinim duyulur. Yani mevcut anlayışların dışında, varlığı; zamansallığı ve mekansallıgıyla. birlikte kuşatan ve kapsayan olarak insanın esası ne olabilir sorusunun konu bağlamında cevaplandırılması, bir çözüme kavuşturulması kaçınılmazdır.
İnsanın var olmadan oluşunun olamayacağı ve bu varlığının ayrıca canlı, devingen bir oluşum içinde olduğu bilinmektedir. Yani insanın her zaman insan diye değerlendirilmesine yol açan, gerçekliği saptanmış yönüyle, oluş ve imkan bakımından sürekli değişen bir varoluş yönü dikkate alındığında, değişen yönünün gerçekliği kabul gören asıl varlığına bağımlı olduğu görülür. Ele aldığımız sorunun çözümü için burada öncekileri tamamlayıcı ve bizi sonuca götürücü birkaç sav daha ileri sürmenin gerekliliği belirmektedir.
Dördüncü sav olarak; insanın özü veya temeli önceden farz edilerek varsayılan veya kurgulanan önsel bir şey değil de, önümüzde; duran bir gerçeklik olarak ele alınabilir.
Beşinci sav olarak; ancak insanın, bu yaklaşım çerçevesi içinde içi-dışıyla canlı bir bütün olarak somut fizikselliğinin Ötesinde bir gerçekliği temsil ettiğini kavramamız gerektiğidir.
İnsanın; için ve dışın somut varlık bütünü olarak görülmesi, onun sadece empirik bir sorun olarak incelemeye veya fiziksel bir nesneye indirgeyerek eie almaya çalışan yaklaşımlardan farklı değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koyar. Bundan sonra söyleneceklerle bu ayırt edici husus belki daha iyi anlaşılabilir.
İmdi, insan varlığını kendi varlığında sunan öyle bir şey bulmalıyız ki, bu sadece insan varlığını betimleyen bir kavram olmanın ötesinde, olgusal olarak varlığın kendisini , aynısını bize ifade etmekle kalmayıp, farklı zamanlardaki insanı, varlığım ve insanın birlikteliğini bir gerçek olarak temsil edebilsin. Bu bulgulanan şey; önümüzdeki gerçekliği takdimde insandaki ayniliği, değişmezi anlatmakla birlikte onun değişebilirliğini de açık olarak taşıyabilsin. İnsanın ontolojik yapısının saf, katkısız değerlendirilemeyişi ve değerlendirmelerin kaçınılmaz olarak değer bağımlı oluşu, bu konuda beni cesaretlendirmektedir.
Altıncı sav olarak; insan varlığının ne olduğu sorusuna kendi kültü evreninden yola çıkarak, bir şeyin aynısı, kendisi, özü, zatı anlamına gelen, kendisiyle insan olunanın canlı ve gerçek mahiyeti kastedilen, niteligin önceliğiyle birlikte tezahür ettiren, varlığın tam hakikatini göstermekte olanın, nafs olduğunu ileri sürüyorum.
İnsanda aranılan bu asal şeyi; iddia edilegeldiği gibi, ruh ve madde değil, nafs teşkil etmektedir. Bu, tasavvuf kültüründe, insanı tutkulara yönelten, temel niteliği kötülüğe yönelmişlik olarak görülen, bu sebeple ıslah edilmesi gereken bir iç eğilim şeklinde tanımlanan nefs değildir. Aynı zamanda canlılık nafsin bir özelliğini, yönünü göstermesi ve nafs kavramının bir dizi kavrama şemsiye kavram görevi üstlenmesi dolayısıyla canlı olarak Türkçe'ye çevrilmesi de bu bağlamda yetersiz kalmakta, yanlış çağrışımlara neden olmaktadır. Sözünü ettiğim nafs; insanı insan yapan, fiili halimizi sergileyen, zaman içinde potansiyelim bireysel kişiliğe kadar belirginleştiren, gizemini de içinde barındıran bir hususiyete sahiptir. İnsan doğasmı teşkil ettiğini ileri sürdüğüm nafs, hayatı boyunca kendinde olmadan tercihler yapabilmesine kadar varlığının zamansallığıyla eş bir şekilde gelişir.
Anne rahmine düştüğü andan itibaren herkes bir nafstir. O, varlık bakımından özgündür. İnsanın varoluşu, dölüt nafs halinden görüngü alanına oluşumunu tamamlamak, geliştirmek ve serpilmek için çıkış süreci ile devam eder. Nafsin belirmesi, yetkinleşmeye doğru insanın belirmesidir. Bundan sonra nafsin hayatını; geleceğini kendinde içermek, yapısını bozmadan geliştirmek, fiziksel olarak algılanabilir hale gelebilmek, nihayetinde birey olmak oluşturur. Nafs hayattaki değişik tezahürlerine rağmen başlangıcından itibaren ne maddeden ayrı soyut bir şey, ne de somuttan ibaret bir cisimdir. Biçimin insan varlığını tek başına ifade edemeyeceği, yaklaşımımızda yeterince açık olduğundan nafsin fiziksel görünümüyle özdeşleştirilmesinin ortaya çıkaracağı varlıksal sakıncalar az çok tahmin edilebilir.
İnsanın iç, dış , bütün ve tüm varlığını gösterdiğine inandığımız nafse; insan varlığının değişmezi gibi bakarsak, onun özünü, temelini teşkil ettiğini görürüz. Fakat bu, nafsin değişik hallerinin göz ardı edilmesi anlamına gelmez. Nafs kendinde statikligi içermemesi ve insan varlığının varoluşu kadar, oluş boyutlarını da kapsaması nedeniyle,gerçekleşimini zamansal ve mekansal oluşlarıyla sergiler. Diğer bir ifadeyle, nafs; insan varlığının nitelik ve hal olarak hem zamansal görünüşü hem de üzerinde gerçekleştiğidir.
Dolayısıyla insan nafsinin gerisinde başka bir can temeli bulunmayışı, böyle bir şeyin aranmasını kanaatimce anlamsızlaştırmaktadır. Bu durumda bir açımlama noktası olarak nafsin ele alınması, gerçek hayatta varlığın paradoksları gibi görünen ve açıklanmasında güçlük çekilen hususlarda bize neyi ifade edeceği dört noktada belirginleştirilebilir:
Nafsin; insan doğasmı zorunlu olarak ifade etmesi ve kendinde imkanı taşıması dolayısıyla, her şeyden evvel kendinde kendine aitliğmin bulunuşu ve belirmesi söz konusudur. O bu hususiyetiyle, hem kendisi hem kendinde meydana gelen varoluşsal durum ve aşamaların gerçekleşimi için bir halden diğer bir hale geçerek varlık dengesini ve değişimini sağlar.
Nafsin oluşumu kadar gelişimi de insan doğasmm bir birlikteliği içerisinde oluşur. Bu sebeple, eğer insanın bir doğasından bahsedilecekse, bunun kendisi için var olan nafs olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer önemli bir nokta da, nafsin; iç ve dış birlikteliğiyle her zaman kendisini kendinde yeni değişik haller şeklinde arz etmesi durumudur. Bu bakımdan, bütüncül bir bakış açısının evreleri olarak; nafsin doğuşu, olgunlaşmaya yönelik hayatı ve ölümü değerlendirilebilir. Böylece nafsin bu dünyada doğuşu, yaşamı kadar, bu dünyada son bulması da bir anlam taşır. Konumuz bağlamında tutarsızlığıyla açmaza götüreceği önceden kestirilebilecek husus; nafsin önümüzde duran varlık bütünlüğünün parçalanması yoluyla, insan varlığının anlaşılmaya, anlatılmaya çalışılmasıdır.
Şimdi yedinci ve son savımı ortaya koyabilirim: İleri sürdüğüm tez bağlamında nafsin bütüncül varlığının parçalanamaması, varlık bütünlüğünün parçalanamaması oluyor. Şayet bir insan doğası varsa, bu orijinal oluşturumu, kuruluşu( fıtrat)dur.
Karşımızdaki varlık bütünüdür. Kendine has olanı da budur. Yukarıda söylenenlerden hareket ederek , insan doğasına yaklaşımımızın; nafs diye nitelenen doğal yapmın bazı yetilerinin doğuştan var olduğunu kabulle birlikte, bu niteliklerin belirimlerinin yaşam tecrübesine ve koşullarına bağlı olduğu gerçeğini muhataplarına kavratabilecek bir tarzda olduğu ortaya çıkar. Bu açıdan insan doğası olarak nafs; hem doğuştan gelen biyolojik yapıya ait temel insani özellikleri, hem onda gizil olarak bulunan ve imkanlar çerçevesinde açımlanacakları kaçınılmaz şekilde içerecektir. Diğer bir ifadeyle, nafs çözümlememizle; hem doğum öncesi oluşanın veya
doğum sonrası ortaya çıkan varlığın umumi bir insan doğasını temsiline, hem her insana özgü özellikler bütünü olarak düşünülecek ve değerlendirilecek olan hususi insan doğalanna gönderme imkanı doğmaktadır. Bu nedenle, gerek geneli ifadede kastedilen insan doğası olarak, gerekse özelin, tekilin tek tek insan doğası olarak nafs; doğrudan insan kaynaklı bir insan doğasını gösterir. Böylece genel insan doğası olarak nafs, genel insani özellikleri bakımından sabit kabul edilirken, karakterler toplamı anlamındaki nafs; biyolojik tür yapısının sağladığı ana bütünlük üstüne bireylerin hususiyetleri psiko-sosyal ve kültürel ortamlarınca gelişimini tamamlamak üzere örülerek oluşur. Nafsler dünyasındaki benzerlik ve farklılıkların kaynağı bu oluşumda bulunur. İnsanda bunun dışında özel bir doğa arayışı, bizleri içinden çıkılmaz spekülasyonlara götürmüş ve götürecektir.
Açıklamalardan anlaşılacağı gibi, insan doğasını somut, canlı, kanlı, devingen nafs teşkil edince, insan doğasının doğasını; varlık durumumuza ilişkin yapılan spekülasyonların eleştirildiği bir üst felsefe dili olmaktan ilerisini gösteremeyeceği görülür. Gerçekte bu felsefî alan; insan doğasına ilişkin kavramların sorgulanarak muhasebesinin yapıldığı, yaklaşımların karşılaştırıldığı bir alandır. İnsan doğasıyla ilgili burada ileri sürdüğüm yaklaşımın diğer görüşler gibi, son söz olarak görülmese de, pek çok doğruyu içerdiği üç noktadan görülebilir: İnsanın ilk andan itibaren olgusal varlığı, varlık sürecinin değişkenliğiyle birlikte bütünsel olarak tanınır .
İnsanın varlığını indirgeme yerine var olana dayalı, özgünlüğü, öznelliğiyle birlikte daha somutlaşma ve bağımsızlaşma sürecini taşıyan nafs gibi gerçekliği algılanan bir kavram ve oTgudan kalkılarak yapılması daha anlamlı olabilir.
Sözünü ettiğim nafsin, insanın sadece biyolojik boyutunu değil aynı zamanda bugün için psikolojik ve sosyolojik diye nitelenen boyutlarını da içine aldığını, kültürümüzdeki beşer ve insan kavramlarıyla ilişkilendirildiği takdirde konuya farklı zenginlik boyudan katacağı söylenebilir.
Kısacası; nafsin içten içe özenle işleyiği, her canlının kendi türüne uygun bir biçimde üremesi ve bu yolla kendi yapısal niteliklerini kendisinde oluşacak nafst aktarmasındaki görev-yaparlık biçimindeki apaçık özelliği dolayısıyla İNSAN SORUMLU GÖREVLİ BİR NAFS dır, diyorum. Eylemeleri, sonuç ve gelişmeleri üzerine alabilecek, yerine getirebilecek bir nafs.
İşte, uzmanların belirlenmiş standartlarla insana yöneldiklerinde afallamalarının sebebi, her birey nafsin; biyolojisi, psikolojisi ve toplumsallığı ile bir alem teşkil ettiğini ve her ayrı bir nafse girmek istediklerinde hep ayrı bir aleme girdiklerini görememelerindendir.
1 Yorum
yazarımızın anlatmak istediklerinin yazı diline döküldüğünde somutluğunu kaybettiğini düşünüyorum.açıklayıcı bir makale olmaktan çok tesbit niteliğinde ama adım atılmış değil.nafs kavramının çok açıklayıcı olduğunu düşünmüyorum ki bu binlerce yıldır (insan için) platonda öz kanta töz leibnizde monad olarak (yada benzeri olarak diyelim) kullanılmış bir kelime.teşekkürler makale için..