DILTHEY, HEIDEGGER VE GADAMER’DE ANLAMA SORUNU - 1
|
Metin BECERMEN
ÖZET
Bu çalışmada, tarih sorununa yöntemsel bir çabayla yaklaşan ve bu çaba bağlamında tarihi ve tinbilimlerinin konusunu anlamaya dayalı bir yöntemle açıklamaya çalışan Dilthey'ın; tinbilimlerinde anlamayı sadece bir yöntem olarak değil, bütün bir Varlık alanını kuşatan bir çaba olarak ele alan ve irdeleyen Heidegger'in; ve Heidegger'den hareketle, anlamayı ve buna bağlı olarak dil sorununu bütün felsefi çabanın temeline koyan Gadamer'in düşünceleri üzerinde durulmaktadır.
Burada, konunun işlenişine uygun olarak, iki aşamalı bir giriş yapılacaktır. Bunu yapmaktaki amaç, hem tarih sorununun hem de hermeneutik'in Antikçağdan itibaren nasıl ele alındığını göstermektir. Her iki aşamada da araştırma Dilthey'a kadar getirilip bırakılacaktır. Çünkü asıl araştırma konumuz Dilthey'dan başlayan ve Heidegger ve Gadamer'le devam eden çizgi üzerindeki anlama sorunudur.
Burada, anlama sorunu temelinde bir çalışma yapılacağı için, filozofların düşüncelerini tümden kuşatan bir çalışma olmayacak, dolayısıyla bazı konular dışarıda bırakılacak ya da eksik kalacaktır. Ama yine de bir bütün oluşturacak şekilde bir çalışma ortaya konmaya çalışılmıştır.
Antikçağ Yunan düşüncesinde evren kaostan kozmosa, düzensizlikten düzene doğru bir geçişe sahiptir. Evrende düzenlilik olduğu ve her şeyin akla uygun bir yapıda bulunduğu düşüncesine bağlı olarak olan-bitenin de akılla kavranabileceği düşüncesi vardı. Grekler kalıcı ve değişmez olanın bilgisine akılla ulaşılabileceği düşüncesine sahiptiler. Antikçağ felsefesi de kalıcı olanın peşine düşülmesi sonucu şekillenmiştir. Antikçağ filozofları oluşun arkasındaki değişmez ve kalıcı olan şeyi aramışlardır. Olan-biten karşısında hayrete düşmüşler ve "olan neden böyle oluyor da başka türlü olmuyor" sorusunu sormuşlardır. Bu soru sorma tarzına bağlı olarak kalıcı ve değişmez olanın, oluşu yönlendiren şeyin bilgisine akıl yoluyla, yani theoria etkinliğiyle ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir. Bu theoria etkinliğinin en güzel örneği de felsefedir. Felsefe "oluş"la pek ilgilenmez; çünkü oluşun bilgisi mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla tarih ve toplumsal yaşam bu theoria etkinliğinin dışında kalmaktadır. Çünkü tarihte theoria etkinliğinin konusu olan değişmez, kalıcı şeyler yoktur; tarihsel olaylar o anda yaşanırlar ve olup-biterler. Theoria etkinliğiyle bu yaşananlardan bir genelliğe ulaşılamaz.
"Bu alanla ilgili bilgimiz ancak bireysel bir haber bilgisi (historia)
olabilirdi. Böylece Antikçağ, daima, theoria-historia, theoria-
empeiria, akıl-deney, akıl-haber bilgisi, episteme-doksa, varlık
bilgisi-oluş bilgisi, logos (akıl bilgisi -ve aynı zamanda akıl-)-
polihistoria (çokluk bilgisi) karşıtlığını gözetmiştir" (ÖZLEM 1986: 50).
Ortaçağda ise, bu theoria-historia karşıtlığı teoloji yoluyla aşılmaya çalışılmıştır. Burada eskatalojik tarih düşüncesi, yani tanrısal istemin tarihsel -toplumsal alanda bir belirleyiciliğinin olduğu ve tarihin kıyametle sona ereceği düşüncesi hakim olmuştur. Bütün bu çabalara rağmen epistemolojik alanda bu karşıtlık varlığını sürdürecektir. Bunun nedeni de ortaçağ düşüncesinde de tarihsel olayların tekil ve rastlantısal olduğunun düşünülmesidir; dolayısıyla epistemolojik zeminde bu olaylar üzerine bir genelleme yapılması pek mümkün değildir.
Yeniçağda özellikle Bacon'la birlikte theoria-historia karşıtlığı aşılmaya çalışılmış, theorianın empeiriaya dayanması gerektiği belirtilmiştir. Doğal gerçeklik alanında olguların sürekliliği ve tekrarı göze çarpmaktadır. Bu süreklilik ve tekrar nedeniyle doğadaki olgular yasa biçiminde saptanabilir; bu saptama etkinliği de bilim olarak adlandırılır. Oysa tarihsel toplumsal olgular alanında bu mümkün değildir. Hobbes da doğal ve toplumsal olgular arasında ayrım yapmasına karşın tarihsel-toplumsal olguların dağınıklığından söz eder. Locke'a göre de tarihsel-toplumsal bilginin sağlamlığından şüphe edilmelidir. Hume ise bu dağınık olguları kavrayabilmek için insan doğasının incelenmesi gerektiğini söyler. Burada insanın davranışlarını yönlendiren şeylerin incelenmesi, bir bakıma psikolojik bir araştırma yapılması söz konusudur; ama psikolojiye dayanan bir araştırma yapılmasına karşın yine de tarihsel- toplumsal alanda doğadaki gibi bir bilimsel düzeyden söz etmek mümkün değildir.
Tarihsel-toplumsal alanla ilgili şüphe rasyonalistlerde de vardır. Descartes tarihle ilgili bilgilerin kuşku götürdüğünden söz eder. Tarihsel alanda bir öznellik hakimdir; olaylar/olgular tarihçi tarafından seçilir. Leibniz için de tarihsel alanda doğadaki gibi bir bilgi elde edilemez. Onsekizinci yüzyılda da ilerlemeye duyulan inanca bağlı olarak bütün tarih, belli bir ereğe doğru, ilerleyen bir süreç olarak görülür. Tarih felsefesi terimi de ilk olarak bu yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlanır. Bu dönemin en önemli filozofu Immanuel Kant'tır.
"Kant tarihteki ilerleme tasarımına bakarken, bir ereksellik ilkesin-
den hareket ediyordu. Ama bu ilke, yalnızca deneysel yasalarla
verilmiş kendi fenomenleri ile ilişkisi açısından doğa üzerine
refleksiyonda bulunurken kullanılabilirdi. Doğa insanı akılla do-
natmıştı ve bunu da sanki insan onu geliştirsin diye yapmıştı; tarih-
teki ereksellik ilkesi böyle düşünülüyordu." (DİNÇER 1991: 4)
Özlem'e göre geleneksel felsefe tarih karşıtlığı felsefe ve tarih terimlerinin yanyana getirilmesiyle aşılmaya çalışılmıştır. Bu aşma çabasında, biri Alman İdealizmi, Comte Pozitivizmi ve Marksizm; diğeri ise, Herder'den Dilthey'a uzanan Alman Tarih Okulu olmak üzere iki farklı eğilim görülür.
İlkinde ilerlemeye duyulan inanç bağlamında tarihin bir ereğe doğru ilerlediği düşünülür. İkincisinde ise tarihin çizgisel bir doğrultuda bir ereğe doğru ilerlediğine duyulan bir şüphe vardır (ÖZLEM 1986:55-6). Bu noktada, tarih sözcüğünün kullanımıyla ilgili bir açıklama yapmak doğru olacaktır. Tarih sözcüğü iki farklı şekilde kullanılmaktadır.
İlk olarak, insanın yapıp etmeleri, yaşanmış geçmiş anlamında res gestae, yani bir varlık alanı olarak tarih; ikinci olarak, insanın bu yapıp etmelerini ele alma, bunlar üzerine konuşma anlamında historia rerum gestarum, yani bir bilgi alanı olarak tarih. İlk anlamıyla tarihi konu edinen tarih felsefesi, filozofların belli bir ilkeden veya görüşten hareketle res gestae 'nin tümünü açıklamaya çalıştıkları tarih felsefesidir (Hegel ve Marks gibi). İkinci anlamıyla tarihi ele alan tarih felsefesi, tarih bilgisi elde etme yöntemlerini ortaya koymaya çalışır, bir bilgi alanı olarak tarihin yöntemsel sorunlarıyla uğraşır. Bu bağlamda ele alınan filozoflar, Herder'den Alman Tarih Okulu'nu aşıp Dilthey'a uzanır (DİNÇER 1991:5). Bizim araştırmamız da ikinci anlamıyla tarihi ele alan tarih felsefesiyle bağlantılıdır. Bu bağlamda tarihsel bilginin olanağı da önem kazanmaktadır.
"Tarihsel bilgi aklın geçmişte ne yaptığının bilgisidir ve aynı za-
manda bunun yeniden yapılması, geçmiş edimlerin şimdi de
sürdürülmesidir. Dolayısıyla nesnesi salt bir nesne değil, onu bilen
zihnin dışında bir şeydir; ancak bilen zihin onu yeniden canlan-
dırdığı, bunu yaparken de kendini bildiği ölçüde bilinebilen bir
düşünce etkinliğidir. Tarihçi için, tarihini incelediği etkinlikler
seyredilecek gösteriler değil, kendi zihninde içeriden yaşanacak
yaşantılardır. Sırf aynı zamanda öznel etkinlikler ya da kendi
kendisinin etkinlikleri olduğu içindir ki, tarihçi için nesnel ya da
bilindik etkinliklerdir." (COLLINGWOOD 1990:218)
Tarih konusunda önemli isimlerden birisi de Vico'dur. Vico Yeni Bilim adlı kitabında tarih konusunda farklı bir yaklaşım sergiler:
"Vico, bir "yeni bilim"den ne anladığını yapıtının başında şu
tanımlamaları vererek belirtir: 1- Yeni Bilim, tarihi ve insan
toplumunu akılcı yoldan kavramak isteyen bir çabadır, 2- Yeni
Bilim, evlilik, ölü gömme usullerinden hukuksal yasa koyma,
yönetim biçimleri, sınıf savaşlarına kadar her türlü tarihsel-
toplumsal olayı inceler, 3- Yeni Bilim, egemenlik biçimlerinin,
özellikle de özel mülkiyetin kökenlerine yönelir; çünkü insan
toplumunun ilk kurucuları aynı zamanda özel mülkiyetin ve buna
bağlı olarak yasa ve göreneklerin de inşacıları olmuşlardır: Yeni
Bilim, tüm bu tarihsel-toplumsal olayları yönlendiren "insani
idelerin tarihi" olmak ister. Kısacası Yeni Bilim, tarihsel-toplumsal
dünyanın mondo civile 'nin bilimidir. " (ÖZLEM 1986:58)
Vico'da tinsel dünya söz konusu olduğunda verum (doğru) ile factum (olgu) birbirlerinden ayrı değildirler. Çünkü burada factum, dış dünyada olup bitenler değil, bizim yapıp-ettiklerimizdir. Tinsel dünyayı oluşturan şeyler, bizim göreneklerimiz, ekonomik düzenlemelerimiz, kurumlarımız, ideallerimiz vs'dir.
Herder içinse, tarihsel dünyadaki her şey insanın malıdır, onun yaptıklarıdır. Herder, insanın kendisini yapan, kendisini kuran kişi olduğunu belirtir. Ona göre tarihe onun tekilliği şekil verir. O da tarihte doğabilimindeki gibi bir süreklilik ve tekrar olmadığını kabul eder. Buna göre,tarihsel-toplumsal alanda tekrar etmeyen bir süreç hakimdir. Bu yüzden de tarihte nesnellik aramak için ilk olarak doğa biliminde genel-geçer ilkeler ara-yan bir nesnellik anlayışını terk etmek gerekir.
"Tarihte doğabilimsel anlamda yasalar ve kategoriler olmadığı gibi
ona süreklilik kazandırabilecek ideler de yoktur. Çünkü insani
düşünce ve amaçların ürünü olan bu ideler de durmadan, her çağda
değişirler" (ÖZLEM 1986: 63).
Herder'e göre tarihte ilerleyen dönemler olduğu kadar düşüşler de vardır. Dolayısıyla tarihte süreklilik veren hiçbir yasa ve hiçbir ide olmadığı için, her tekil bütünü, her çağı ve dönemi kendi tekliği içerisinde ele almak gerekmektedir. Böylece, tarihsel-toplumsal alana yönelecek bir bilimin anlama gibi özel bir yöntemi kullanması gerekir. Geçmiş hakkındaki malzeme hem yetersizdir, hem de biz geçmişi bugünün donanımlarıyla anlamaya çalışırız. Dolayısıyla geçmişe kendi tinsel donanımımızla yaklaşırız. Bunun için yapabileceğimiz şey geçmişi yeniden kurarak yorumlamaktır. Bu yüzden tarihsel-toplumsal alana yönelen bir bilim de "anlama gibi özel bir yöntemle çalışan betimleyici-yorumlayıcı bir bilim olacaktır" (ÖZLEM 1986:64).
Alman Tarih Okulu da, Herder'in yolunu izleyerek tarihsel-toplumsal olayların tekilliği üzerinde durur. Niebuhr, Tarihçinin tarihsel-toplumsal olayları yorumlayarak görmeye çalışan kişi olduğunu belirtir. Ranke, tarihsel bilginin olabilirliği ve koşulları üzerinde durur. Bilgi ister doğaya ister tarihe ilişkin olsun öznenin katılımını gerektirir. Çünkü tarihte olayları yapanla onu bilmek isteyen aynı kişidir. Droysen, tarih biliminin ana malzemesinin yazılı yapıtlar olduğunu söyler ve bu yapıtların incelenmesi gerektiğini belirtir. Ona göre tarihte bir amaç-eylem ilişkisine dayanan nedensellik vardır. Bunu da yazılı tarihsel yapıtların incelenmesiyle görmek mümkündür.
Dilthey'a göre ise, Locke, Hume ve Kant'ın tasarladıkları bilen öznenin damarlarında hakiki bir kan dolaşmaz; tersine, bu bilen öznenin damarlarında, katıksız bir düşünme etkinliği olarak aklın imbikten geçirilmiş özsuyu dolaşır (ÖZLEM 1986:68). Dolayısıyla Yeniçağ filozofları bilgi sorununa eğilirken insanı bütünsel yapısından koparmıştır. Dilthey insanın bütünsel yapısının tarihsel olarak oluştuğunu ve bilgi sorununa da bu bütünsel yapının hesaba katılmasıyla geçilebileceğini belirtir. Bu bütünsel yapı da insanın diğer insanlarla etkileşimiyle oluşur.
Gadamer'e göre, hermeneutik, hermeneuien sanatı, yani haber verme, çeviri yapma, açıklama ve açımlama sanatıdır. Hermes tanrılardan aldığı haberleri ölümlülere bildirirken, onları ölümlülerin diline anlayabilecekleri bir şekilde çevirir. Gadamer, hermeneutik etkinliğin daima bir başka dünyaya ait bir anlam bağlamını o anda içinde yaşanılan dünyaya aktarma ya da çevirme etkinliği olduğunu söyler. Bu düşüncenin ifade edilmesi olarak hermeneuia'nın asıl anlamı için de geçerlidir (GADAMER 1995a:11).
Gadamer, ifade'nin zaten dışavurma, açıklama ve çevirmeyi içeren çok anlamlı bir kavram olduğunu belirtir. Böylece antik hermeutikte amaç, sözel ve sıradan olan anlamın ardında veya üstünde bulunduğu varsayılan asıl anlamı ortaya çıkarmaktır.
Greklerin son dönemlerinde hermeneutik kutsal alana ait olanın ölümlüye, yani dinleyen kişiye uygun bir şekilde açıklanması etkinliğine dönüşmüştür. Gadamer, günümüzdeki anlamıyla hermeneutiğin, yeniçağ bilimiyle bağlantılı olarak ele alındığını söyler (GADAMER 1995a:12).
Hermeneutik etkinlik Reformasyon hareketiyle bir ivme kazanır. Burada reformcular kutsal kitapların yorumlanmasında kiliseyle polemiğe girmişler ve kutsal metinleri, hermeneutiği kullanarak ele almışlardır. Fakat ilk kez Schleiermacher, F. Schlegel'in etkisiyle, hermeneutiği evrensel bir anlama ve açıklama öğretisi haline getirmeyi denemiş ve onu tüm dogmatik ve vesileci yönlerinden çözmeye çalışmıştır. Ona göre anlama, metnin dehalar-arasılık temelinde üretken bir tekrarıdır.
Öte yandan felesefede hermeneutik yöntemin kullanılması Dilthey'la birlikte başlamıştır. Dilthey bütün göreliliklerin arkasında değişmeyen sabit bir şey aramıştır.
1- DİLTHEY VE TARİHSEL-TİNSEL DÜNYAYI AÇIKLAMA YÖNTEMİ OLARAK ANLAMA
Dilthey, Tin Bilimlerine Giriş kitabının önsözünde bu kitabı yazmakla neyi amaçladığını şöyle dile getirir:
"Burada ilk yarısını yayınladığım bu kitap, tin bilimlerinin felsefi
temelleri sorununu, bu konuda ulaşabildiğim en yüksek kesinlik
derecesiyle çözümlemek yolunda tarihsel ve sistematik bir dene-
medir." (DILTHEY 1988: 71).
Dilthey'a göre, en genel yolla ifade edilen yaşam ilişkileriyle belirlenen ve sınırlanan insan, sıkça söylendiği gibi, yalnız sanatla özgürleşmez; fakat tarihin anlaşılmasıyla da özgürleşir. Ve tarihin bu etkisi -ki bu onun hakim bir noktadan bakılan en son eksilmeleridir- tarihsel bilincin gelişmesi olarak yükselir ve derinleşir (DILTHEY 1968:222).
Dilthey, tin bilimlerini, doğa bilimlerinden bağımsız bir yere yerleştirme çabası içerisindedir. Çünkü tinsel dünya doğadan bağımsız olarak insanlar tarafından oluşturulmuş bir dünyadır. Dolayısıyla bu dünyayı tanıyıp bilmek, bu dünyanın sağlam bir bilgisine ulaşmak çok daha olanaklı görünmektedir. Çünkü, Dilthey, tarihi araştıran kişinin, aynı zamanda tarihin içerisinde, yani hem tarihin ürünü olan hem de tarihi yapan kişi olduğunu söyler. Bu nedenle, o, geçmişle bağ kuramayan, tarihsel bellekten yoksun salt akılla iş görmez; çünkü geçmişle bağ kuracak şey yaşamadır. Böylece o, geçmişe yönelirken, anılarına, belleğine, iç deneyine, başkalarıyla birarada yaşama ile edindiği izlenim ve sezgilerine dayanarak geçmişi anlamaya çalışacaktır (ÖZLEM 1986:73-4).
Dilthey, tin bilimlerinin konusunun doğrudan doğruya yaşanan bir iç gerçeklik olduğunu düşünür. Bu nedenle bu gerçekliğin bilgisinin de yaşanılarak anlaşılması gerekmektedir. Bu şekilde tin bilimleri anlamaya dayalı bir bilim olmaktadır. Başka bir deyişle biz doğayı açıklarız, ama kendi yaşantımızı anlarız. Burada kullanılan yöntem anlamadır. Tinsel dünya, açıklamanın konusu olmadan önce anlamanın konusudur. Anlama ise tinsel olanı kavrama tarzı ve yöntemidir; dolayısıyla burada sözü edilebilecek olan tarihsel akıl da anlayıcı bir akıldır. Buna bağlı olarak bir tarihsel akıl eleştirisi de insanların ve toplumların kendilerini anlama tarzlarının bir eleştirisi olacaktır.
Dilthey insanın içinde yer aldığı bütünü tam olarak kavranmasının zor olduğunu ama felsefi girişimin de bu bütünü kavrama girişimini bırakmaması gerektiğini söyler (ÖZLEM 1986:71). Dilthey'a göre, tinsel dünyaya ve tarih dünyasına konu olan olgular, insan ruhundan, insanın içsel yaşantısından çıkan olgulardır. Tinsel dünya insanlar tarafından oluşturulmuş bu dünyadır. Bu dünyayı meydana getiren olgular, içten yaşanarak bilinen olgular olduğu için, tin bilimleri de zorunlu olarak anlayıcı bir bilimdir (BİRAND 1998:16). Böylece, Dilthey'ın sözünü ettiği bilimin temel dayanağı insanın içsel dünyasıdır. Burada geçmişle bağ kurmamızı sağlayacak şey de geçmişi kendi içsel dünyamızdan hareketle anlamaktır. Dilthey, böylece, anlama yöntemini anlayıcı bir psikolojiye dayandırmak ister. Tin bilimlerinin konusunu meydana getiren olgular, kaynaklarını insan ruhunda bulan, insanın iç dünyasından çıkan olgulardır. Tarih dünyası içinde gelişen ve tarihsel incelemeler içerisinde şekillenen böyle bir psikoloji doğa bilimine göre hareket eden açıklayıcı psikolojiden farklıdır.
ÖZET
Bu çalışmada, tarih sorununa yöntemsel bir çabayla yaklaşan ve bu çaba bağlamında tarihi ve tinbilimlerinin konusunu anlamaya dayalı bir yöntemle açıklamaya çalışan Dilthey'ın; tinbilimlerinde anlamayı sadece bir yöntem olarak değil, bütün bir Varlık alanını kuşatan bir çaba olarak ele alan ve irdeleyen Heidegger'in; ve Heidegger'den hareketle, anlamayı ve buna bağlı olarak dil sorununu bütün felsefi çabanın temeline koyan Gadamer'in düşünceleri üzerinde durulmaktadır.
Burada, konunun işlenişine uygun olarak, iki aşamalı bir giriş yapılacaktır. Bunu yapmaktaki amaç, hem tarih sorununun hem de hermeneutik'in Antikçağdan itibaren nasıl ele alındığını göstermektir. Her iki aşamada da araştırma Dilthey'a kadar getirilip bırakılacaktır. Çünkü asıl araştırma konumuz Dilthey'dan başlayan ve Heidegger ve Gadamer'le devam eden çizgi üzerindeki anlama sorunudur.
Burada, anlama sorunu temelinde bir çalışma yapılacağı için, filozofların düşüncelerini tümden kuşatan bir çalışma olmayacak, dolayısıyla bazı konular dışarıda bırakılacak ya da eksik kalacaktır. Ama yine de bir bütün oluşturacak şekilde bir çalışma ortaya konmaya çalışılmıştır.
-I-
Antikçağ Yunan düşüncesinde evren kaostan kozmosa, düzensizlikten düzene doğru bir geçişe sahiptir. Evrende düzenlilik olduğu ve her şeyin akla uygun bir yapıda bulunduğu düşüncesine bağlı olarak olan-bitenin de akılla kavranabileceği düşüncesi vardı. Grekler kalıcı ve değişmez olanın bilgisine akılla ulaşılabileceği düşüncesine sahiptiler. Antikçağ felsefesi de kalıcı olanın peşine düşülmesi sonucu şekillenmiştir. Antikçağ filozofları oluşun arkasındaki değişmez ve kalıcı olan şeyi aramışlardır. Olan-biten karşısında hayrete düşmüşler ve "olan neden böyle oluyor da başka türlü olmuyor" sorusunu sormuşlardır. Bu soru sorma tarzına bağlı olarak kalıcı ve değişmez olanın, oluşu yönlendiren şeyin bilgisine akıl yoluyla, yani theoria etkinliğiyle ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir. Bu theoria etkinliğinin en güzel örneği de felsefedir. Felsefe "oluş"la pek ilgilenmez; çünkü oluşun bilgisi mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla tarih ve toplumsal yaşam bu theoria etkinliğinin dışında kalmaktadır. Çünkü tarihte theoria etkinliğinin konusu olan değişmez, kalıcı şeyler yoktur; tarihsel olaylar o anda yaşanırlar ve olup-biterler. Theoria etkinliğiyle bu yaşananlardan bir genelliğe ulaşılamaz.
"Bu alanla ilgili bilgimiz ancak bireysel bir haber bilgisi (historia)
olabilirdi. Böylece Antikçağ, daima, theoria-historia, theoria-
empeiria, akıl-deney, akıl-haber bilgisi, episteme-doksa, varlık
bilgisi-oluş bilgisi, logos (akıl bilgisi -ve aynı zamanda akıl-)-
polihistoria (çokluk bilgisi) karşıtlığını gözetmiştir" (ÖZLEM 1986: 50).
Ortaçağda ise, bu theoria-historia karşıtlığı teoloji yoluyla aşılmaya çalışılmıştır. Burada eskatalojik tarih düşüncesi, yani tanrısal istemin tarihsel -toplumsal alanda bir belirleyiciliğinin olduğu ve tarihin kıyametle sona ereceği düşüncesi hakim olmuştur. Bütün bu çabalara rağmen epistemolojik alanda bu karşıtlık varlığını sürdürecektir. Bunun nedeni de ortaçağ düşüncesinde de tarihsel olayların tekil ve rastlantısal olduğunun düşünülmesidir; dolayısıyla epistemolojik zeminde bu olaylar üzerine bir genelleme yapılması pek mümkün değildir.
Yeniçağda özellikle Bacon'la birlikte theoria-historia karşıtlığı aşılmaya çalışılmış, theorianın empeiriaya dayanması gerektiği belirtilmiştir. Doğal gerçeklik alanında olguların sürekliliği ve tekrarı göze çarpmaktadır. Bu süreklilik ve tekrar nedeniyle doğadaki olgular yasa biçiminde saptanabilir; bu saptama etkinliği de bilim olarak adlandırılır. Oysa tarihsel toplumsal olgular alanında bu mümkün değildir. Hobbes da doğal ve toplumsal olgular arasında ayrım yapmasına karşın tarihsel-toplumsal olguların dağınıklığından söz eder. Locke'a göre de tarihsel-toplumsal bilginin sağlamlığından şüphe edilmelidir. Hume ise bu dağınık olguları kavrayabilmek için insan doğasının incelenmesi gerektiğini söyler. Burada insanın davranışlarını yönlendiren şeylerin incelenmesi, bir bakıma psikolojik bir araştırma yapılması söz konusudur; ama psikolojiye dayanan bir araştırma yapılmasına karşın yine de tarihsel- toplumsal alanda doğadaki gibi bir bilimsel düzeyden söz etmek mümkün değildir.
Tarihsel-toplumsal alanla ilgili şüphe rasyonalistlerde de vardır. Descartes tarihle ilgili bilgilerin kuşku götürdüğünden söz eder. Tarihsel alanda bir öznellik hakimdir; olaylar/olgular tarihçi tarafından seçilir. Leibniz için de tarihsel alanda doğadaki gibi bir bilgi elde edilemez. Onsekizinci yüzyılda da ilerlemeye duyulan inanca bağlı olarak bütün tarih, belli bir ereğe doğru, ilerleyen bir süreç olarak görülür. Tarih felsefesi terimi de ilk olarak bu yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlanır. Bu dönemin en önemli filozofu Immanuel Kant'tır.
"Kant tarihteki ilerleme tasarımına bakarken, bir ereksellik ilkesin-
den hareket ediyordu. Ama bu ilke, yalnızca deneysel yasalarla
verilmiş kendi fenomenleri ile ilişkisi açısından doğa üzerine
refleksiyonda bulunurken kullanılabilirdi. Doğa insanı akılla do-
natmıştı ve bunu da sanki insan onu geliştirsin diye yapmıştı; tarih-
teki ereksellik ilkesi böyle düşünülüyordu." (DİNÇER 1991: 4)
Özlem'e göre geleneksel felsefe tarih karşıtlığı felsefe ve tarih terimlerinin yanyana getirilmesiyle aşılmaya çalışılmıştır. Bu aşma çabasında, biri Alman İdealizmi, Comte Pozitivizmi ve Marksizm; diğeri ise, Herder'den Dilthey'a uzanan Alman Tarih Okulu olmak üzere iki farklı eğilim görülür.
İlkinde ilerlemeye duyulan inanç bağlamında tarihin bir ereğe doğru ilerlediği düşünülür. İkincisinde ise tarihin çizgisel bir doğrultuda bir ereğe doğru ilerlediğine duyulan bir şüphe vardır (ÖZLEM 1986:55-6). Bu noktada, tarih sözcüğünün kullanımıyla ilgili bir açıklama yapmak doğru olacaktır. Tarih sözcüğü iki farklı şekilde kullanılmaktadır.
İlk olarak, insanın yapıp etmeleri, yaşanmış geçmiş anlamında res gestae, yani bir varlık alanı olarak tarih; ikinci olarak, insanın bu yapıp etmelerini ele alma, bunlar üzerine konuşma anlamında historia rerum gestarum, yani bir bilgi alanı olarak tarih. İlk anlamıyla tarihi konu edinen tarih felsefesi, filozofların belli bir ilkeden veya görüşten hareketle res gestae 'nin tümünü açıklamaya çalıştıkları tarih felsefesidir (Hegel ve Marks gibi). İkinci anlamıyla tarihi ele alan tarih felsefesi, tarih bilgisi elde etme yöntemlerini ortaya koymaya çalışır, bir bilgi alanı olarak tarihin yöntemsel sorunlarıyla uğraşır. Bu bağlamda ele alınan filozoflar, Herder'den Alman Tarih Okulu'nu aşıp Dilthey'a uzanır (DİNÇER 1991:5). Bizim araştırmamız da ikinci anlamıyla tarihi ele alan tarih felsefesiyle bağlantılıdır. Bu bağlamda tarihsel bilginin olanağı da önem kazanmaktadır.
"Tarihsel bilgi aklın geçmişte ne yaptığının bilgisidir ve aynı za-
manda bunun yeniden yapılması, geçmiş edimlerin şimdi de
sürdürülmesidir. Dolayısıyla nesnesi salt bir nesne değil, onu bilen
zihnin dışında bir şeydir; ancak bilen zihin onu yeniden canlan-
dırdığı, bunu yaparken de kendini bildiği ölçüde bilinebilen bir
düşünce etkinliğidir. Tarihçi için, tarihini incelediği etkinlikler
seyredilecek gösteriler değil, kendi zihninde içeriden yaşanacak
yaşantılardır. Sırf aynı zamanda öznel etkinlikler ya da kendi
kendisinin etkinlikleri olduğu içindir ki, tarihçi için nesnel ya da
bilindik etkinliklerdir." (COLLINGWOOD 1990:218)
Tarih konusunda önemli isimlerden birisi de Vico'dur. Vico Yeni Bilim adlı kitabında tarih konusunda farklı bir yaklaşım sergiler:
"Vico, bir "yeni bilim"den ne anladığını yapıtının başında şu
tanımlamaları vererek belirtir: 1- Yeni Bilim, tarihi ve insan
toplumunu akılcı yoldan kavramak isteyen bir çabadır, 2- Yeni
Bilim, evlilik, ölü gömme usullerinden hukuksal yasa koyma,
yönetim biçimleri, sınıf savaşlarına kadar her türlü tarihsel-
toplumsal olayı inceler, 3- Yeni Bilim, egemenlik biçimlerinin,
özellikle de özel mülkiyetin kökenlerine yönelir; çünkü insan
toplumunun ilk kurucuları aynı zamanda özel mülkiyetin ve buna
bağlı olarak yasa ve göreneklerin de inşacıları olmuşlardır: Yeni
Bilim, tüm bu tarihsel-toplumsal olayları yönlendiren "insani
idelerin tarihi" olmak ister. Kısacası Yeni Bilim, tarihsel-toplumsal
dünyanın mondo civile 'nin bilimidir. " (ÖZLEM 1986:58)
Vico'da tinsel dünya söz konusu olduğunda verum (doğru) ile factum (olgu) birbirlerinden ayrı değildirler. Çünkü burada factum, dış dünyada olup bitenler değil, bizim yapıp-ettiklerimizdir. Tinsel dünyayı oluşturan şeyler, bizim göreneklerimiz, ekonomik düzenlemelerimiz, kurumlarımız, ideallerimiz vs'dir.
Herder içinse, tarihsel dünyadaki her şey insanın malıdır, onun yaptıklarıdır. Herder, insanın kendisini yapan, kendisini kuran kişi olduğunu belirtir. Ona göre tarihe onun tekilliği şekil verir. O da tarihte doğabilimindeki gibi bir süreklilik ve tekrar olmadığını kabul eder. Buna göre,tarihsel-toplumsal alanda tekrar etmeyen bir süreç hakimdir. Bu yüzden de tarihte nesnellik aramak için ilk olarak doğa biliminde genel-geçer ilkeler ara-yan bir nesnellik anlayışını terk etmek gerekir.
"Tarihte doğabilimsel anlamda yasalar ve kategoriler olmadığı gibi
ona süreklilik kazandırabilecek ideler de yoktur. Çünkü insani
düşünce ve amaçların ürünü olan bu ideler de durmadan, her çağda
değişirler" (ÖZLEM 1986: 63).
Herder'e göre tarihte ilerleyen dönemler olduğu kadar düşüşler de vardır. Dolayısıyla tarihte süreklilik veren hiçbir yasa ve hiçbir ide olmadığı için, her tekil bütünü, her çağı ve dönemi kendi tekliği içerisinde ele almak gerekmektedir. Böylece, tarihsel-toplumsal alana yönelecek bir bilimin anlama gibi özel bir yöntemi kullanması gerekir. Geçmiş hakkındaki malzeme hem yetersizdir, hem de biz geçmişi bugünün donanımlarıyla anlamaya çalışırız. Dolayısıyla geçmişe kendi tinsel donanımımızla yaklaşırız. Bunun için yapabileceğimiz şey geçmişi yeniden kurarak yorumlamaktır. Bu yüzden tarihsel-toplumsal alana yönelen bir bilim de "anlama gibi özel bir yöntemle çalışan betimleyici-yorumlayıcı bir bilim olacaktır" (ÖZLEM 1986:64).
Alman Tarih Okulu da, Herder'in yolunu izleyerek tarihsel-toplumsal olayların tekilliği üzerinde durur. Niebuhr, Tarihçinin tarihsel-toplumsal olayları yorumlayarak görmeye çalışan kişi olduğunu belirtir. Ranke, tarihsel bilginin olabilirliği ve koşulları üzerinde durur. Bilgi ister doğaya ister tarihe ilişkin olsun öznenin katılımını gerektirir. Çünkü tarihte olayları yapanla onu bilmek isteyen aynı kişidir. Droysen, tarih biliminin ana malzemesinin yazılı yapıtlar olduğunu söyler ve bu yapıtların incelenmesi gerektiğini belirtir. Ona göre tarihte bir amaç-eylem ilişkisine dayanan nedensellik vardır. Bunu da yazılı tarihsel yapıtların incelenmesiyle görmek mümkündür.
Dilthey'a göre ise, Locke, Hume ve Kant'ın tasarladıkları bilen öznenin damarlarında hakiki bir kan dolaşmaz; tersine, bu bilen öznenin damarlarında, katıksız bir düşünme etkinliği olarak aklın imbikten geçirilmiş özsuyu dolaşır (ÖZLEM 1986:68). Dolayısıyla Yeniçağ filozofları bilgi sorununa eğilirken insanı bütünsel yapısından koparmıştır. Dilthey insanın bütünsel yapısının tarihsel olarak oluştuğunu ve bilgi sorununa da bu bütünsel yapının hesaba katılmasıyla geçilebileceğini belirtir. Bu bütünsel yapı da insanın diğer insanlarla etkileşimiyle oluşur.
-II-
Gadamer'e göre, hermeneutik, hermeneuien sanatı, yani haber verme, çeviri yapma, açıklama ve açımlama sanatıdır. Hermes tanrılardan aldığı haberleri ölümlülere bildirirken, onları ölümlülerin diline anlayabilecekleri bir şekilde çevirir. Gadamer, hermeneutik etkinliğin daima bir başka dünyaya ait bir anlam bağlamını o anda içinde yaşanılan dünyaya aktarma ya da çevirme etkinliği olduğunu söyler. Bu düşüncenin ifade edilmesi olarak hermeneuia'nın asıl anlamı için de geçerlidir (GADAMER 1995a:11).
Gadamer, ifade'nin zaten dışavurma, açıklama ve çevirmeyi içeren çok anlamlı bir kavram olduğunu belirtir. Böylece antik hermeutikte amaç, sözel ve sıradan olan anlamın ardında veya üstünde bulunduğu varsayılan asıl anlamı ortaya çıkarmaktır.
Greklerin son dönemlerinde hermeneutik kutsal alana ait olanın ölümlüye, yani dinleyen kişiye uygun bir şekilde açıklanması etkinliğine dönüşmüştür. Gadamer, günümüzdeki anlamıyla hermeneutiğin, yeniçağ bilimiyle bağlantılı olarak ele alındığını söyler (GADAMER 1995a:12).
Hermeneutik etkinlik Reformasyon hareketiyle bir ivme kazanır. Burada reformcular kutsal kitapların yorumlanmasında kiliseyle polemiğe girmişler ve kutsal metinleri, hermeneutiği kullanarak ele almışlardır. Fakat ilk kez Schleiermacher, F. Schlegel'in etkisiyle, hermeneutiği evrensel bir anlama ve açıklama öğretisi haline getirmeyi denemiş ve onu tüm dogmatik ve vesileci yönlerinden çözmeye çalışmıştır. Ona göre anlama, metnin dehalar-arasılık temelinde üretken bir tekrarıdır.
Öte yandan felesefede hermeneutik yöntemin kullanılması Dilthey'la birlikte başlamıştır. Dilthey bütün göreliliklerin arkasında değişmeyen sabit bir şey aramıştır.
1- DİLTHEY VE TARİHSEL-TİNSEL DÜNYAYI AÇIKLAMA YÖNTEMİ OLARAK ANLAMA
Dilthey, Tin Bilimlerine Giriş kitabının önsözünde bu kitabı yazmakla neyi amaçladığını şöyle dile getirir:
"Burada ilk yarısını yayınladığım bu kitap, tin bilimlerinin felsefi
temelleri sorununu, bu konuda ulaşabildiğim en yüksek kesinlik
derecesiyle çözümlemek yolunda tarihsel ve sistematik bir dene-
medir." (DILTHEY 1988: 71).
Dilthey'a göre, en genel yolla ifade edilen yaşam ilişkileriyle belirlenen ve sınırlanan insan, sıkça söylendiği gibi, yalnız sanatla özgürleşmez; fakat tarihin anlaşılmasıyla da özgürleşir. Ve tarihin bu etkisi -ki bu onun hakim bir noktadan bakılan en son eksilmeleridir- tarihsel bilincin gelişmesi olarak yükselir ve derinleşir (DILTHEY 1968:222).
Dilthey, tin bilimlerini, doğa bilimlerinden bağımsız bir yere yerleştirme çabası içerisindedir. Çünkü tinsel dünya doğadan bağımsız olarak insanlar tarafından oluşturulmuş bir dünyadır. Dolayısıyla bu dünyayı tanıyıp bilmek, bu dünyanın sağlam bir bilgisine ulaşmak çok daha olanaklı görünmektedir. Çünkü, Dilthey, tarihi araştıran kişinin, aynı zamanda tarihin içerisinde, yani hem tarihin ürünü olan hem de tarihi yapan kişi olduğunu söyler. Bu nedenle, o, geçmişle bağ kuramayan, tarihsel bellekten yoksun salt akılla iş görmez; çünkü geçmişle bağ kuracak şey yaşamadır. Böylece o, geçmişe yönelirken, anılarına, belleğine, iç deneyine, başkalarıyla birarada yaşama ile edindiği izlenim ve sezgilerine dayanarak geçmişi anlamaya çalışacaktır (ÖZLEM 1986:73-4).
Dilthey, tin bilimlerinin konusunun doğrudan doğruya yaşanan bir iç gerçeklik olduğunu düşünür. Bu nedenle bu gerçekliğin bilgisinin de yaşanılarak anlaşılması gerekmektedir. Bu şekilde tin bilimleri anlamaya dayalı bir bilim olmaktadır. Başka bir deyişle biz doğayı açıklarız, ama kendi yaşantımızı anlarız. Burada kullanılan yöntem anlamadır. Tinsel dünya, açıklamanın konusu olmadan önce anlamanın konusudur. Anlama ise tinsel olanı kavrama tarzı ve yöntemidir; dolayısıyla burada sözü edilebilecek olan tarihsel akıl da anlayıcı bir akıldır. Buna bağlı olarak bir tarihsel akıl eleştirisi de insanların ve toplumların kendilerini anlama tarzlarının bir eleştirisi olacaktır.
Dilthey insanın içinde yer aldığı bütünü tam olarak kavranmasının zor olduğunu ama felsefi girişimin de bu bütünü kavrama girişimini bırakmaması gerektiğini söyler (ÖZLEM 1986:71). Dilthey'a göre, tinsel dünyaya ve tarih dünyasına konu olan olgular, insan ruhundan, insanın içsel yaşantısından çıkan olgulardır. Tinsel dünya insanlar tarafından oluşturulmuş bu dünyadır. Bu dünyayı meydana getiren olgular, içten yaşanarak bilinen olgular olduğu için, tin bilimleri de zorunlu olarak anlayıcı bir bilimdir (BİRAND 1998:16). Böylece, Dilthey'ın sözünü ettiği bilimin temel dayanağı insanın içsel dünyasıdır. Burada geçmişle bağ kurmamızı sağlayacak şey de geçmişi kendi içsel dünyamızdan hareketle anlamaktır. Dilthey, böylece, anlama yöntemini anlayıcı bir psikolojiye dayandırmak ister. Tin bilimlerinin konusunu meydana getiren olgular, kaynaklarını insan ruhunda bulan, insanın iç dünyasından çıkan olgulardır. Tarih dünyası içinde gelişen ve tarihsel incelemeler içerisinde şekillenen böyle bir psikoloji doğa bilimine göre hareket eden açıklayıcı psikolojiden farklıdır.