DİN DİLİNİN DOGASI
|
Paul TILLICH
Çev.: Aliye ÇINAR
ÖZET
Paul Tillich’e göre, birbirinden kesinlikle farklı gerçeklik seviyeleri mevcut
olup, bunlar farklı yaklaşımları ve farklı dilleri talep etmektedir. Din dilinin
doğası semboliktir. Semboller ile işaretler arasındaki temel ayrım şudur:
İşaretler, her hangi bir şekilde işaret ettikleri şeyin gerçekliğine ve gücüne
katılmazlar. Oysa semboller, sembolize ettikleri şeyle aynı olmamalarına
rağmen, onun anlamına ve gücüne katılırlar. Peki, “Semboller nereden
doğar?” Onların kaynağı, bugünlerde genellikle grup bilinçaltı ya kolektif
bilinçaltı denilen yerdir. Dinî semboller, bütün diğer sembollerin yaptığı
aynı şeyi yani aksi takdirde bize gizli kalan, hiçbir surette açılamayan bir
gerçeklik seviyesini açma işini yapar. Bütün dinî sembollerin iki temel düzlemi
vardır: Tecrübî gerçekliğin ötesine geçen aşkın düzlem ve tecrübî gerçekliğin içinde karşılaştığımız içkin düzlem.
DİN DİLİNİN DOĞASI
Gerek Avrupa’da gerekse de Amerika’da sembollerin anlamına dâir
devam eden pek çok tartışma, onun ehemmiyetinde –hem pozitif hem de
negatif– daha derin bir şeyin olduğunun alâmetidir. Bu, teolojide, felsefede
ve tarihin her hangi bir döneminde pek aşılmamış olan ilgili diğer konularda,
dile ilişkin bir karışıklık içinde olduğumuz olgusunun bir belirtisidir.
Kelimeler, esas itibariyle icra ettikleri işlevden ve iletmesi niyetlenilen
şeyden daha fazlasını anlatmazlar. Bu, günümüz kültürünün, Ortaçağ
skolastisizmirıin ifâ ettiği, on yedinci yüzyılda Protestan skolastizminin en
azından yapmaya çalıştığı ve Kant gibi filozoflarm yenilemeye gayret
ettikleri türden, arıtma birimi (clearing house) noksanlığıyla ilişkili bir
husustur. Bizim böyle bir arıtma birimimiz yoktur ve bu, günümüzde
mantıkçı pozitivistler veya sembolik mantıkçılar ya da genel olarak
mantıkçılar denilen kimselere sempati duyabileceğimiz bir husustur. Onlar
en azından arıtma birimi oluşturmaya çalışıyorlar. Onlara yöneltilen yegane
tenkit şudur: Bu arıtma birimi oldukça küçük bir odadır; belki de evden
ziyade, evin sadece bir köşesidir. Söz konusu arıtma birimi, hayatın kâhir
ekseriyetini içermez. Ancak bu ünite, sadece mantıkî hesapların ötesindeki
gerçekliklerin menziline ve kabulüne yükselirse faydalı olabilir
Şimdi oldukça önemli bir şeyin yeniden keşfediliyor olduğu bir süreç
içinde oluşumuz müsbet bir gelişmedir. Birbirinden kesinlikle farklı
gerçeklik seviyeleri mevcut olup, bunlar farklı yaklaşımları ve farklı dilleri
talep etmektedir. Gerçeklikteki her şey, matematiksel bilimler için en uygun
dil ile idrak edilemez. Bu duruma vukufiyet, semboller meselesinin ciddi
olarak yeniden ele alınması olgusunun en olumlu yanıdır.
Gelin isterseniz gücümüzün yettiği kadar kavramları arıtma niyetiyle
devam edelim ve bunu, ilki, “semboller ve işaretler” tartışması olmak üzere,
beş merhalede ele alalım. Semboller kesinlikle işaretlere benzer: Hem
semboller hem de işaretler bizzat kendilerinin ötesindeki başka bir şeye
işaret eder. Örneğin caddenin köşesindeki tipik kırmızı ışık, bizzat kendine
işaret etmeyip, arabaların durmasının zorunluluğuna işaret eder. Her sembol,
bizzat kendinin ötesinde temsil ettiği bir gerçekliğe işaret eder. Bu konuda
semboller ve işaretler esas bir özdeşliği hâizdir –her ikisi de bizzat
kendilerinin ötesine işaret eder. Yukarıda bahsi geçen dile ilişkin
karışıklığın, yüzyıllardan beri süren semboller hakkındaki tartışmayı zapt
etmesinin (conquer) ve işaretler ile semboller arasında karışıklığa yol
açmasının sebebi, semboller ve işaretlerin özdeş sayılmasıdır. Sembollerin
anlamını her hangi bir şekilde aydınlatmanın ilk adımı, onu işaretlerin
anlamından ayırt etmektir.
Semboller ile işaretler arasındaki temel ayrım şudur: İşaretler, işaret
ettikleri şeyin gerçekliğine ve gücüne her hangi bir şekilde katılmazlar. Oysa
semboller, sembolize ettikleri şeyle aynı olmamalarına rağmen, onun
anlamına ve gücüne katılırlar. Sembolize edilen gerçekliğe katılma
sembolleri tanımlarken, “yönelinen” gerçekliğe katılmama ise işareti
tanımlar ki bu, sembol ile işaret arasındaki bir ayrımdır. Örneğin alfabenin
harfleri –yazıldıkları gibi– “A” ya da bir “R”, işaret ettikleri seslere
katılmazlar; öte yandan bayrak, temsil ve sembolize ettiği kralın ya da
milletin gücüne katılır. Bu nedenle, William Tell günlerinden beri bayrak
karşısında nasıl davranılması gerektiği hususunda anlaşmazlık devam
etmektedir. Bayrak, sembolize ettiği şeyin gücüne bir sembol olarak
katılmazsa bu anlamsız olabilir. Eğer kraldaki daimi iki yönü yani onun bir
yandan, kralı olduğu toplumun gücünün bir sembolü, öte yandan, onun
kısmen (elbette tam olarak değil) icra ettiği bu gücü anlamazsanız, tam
monarşik bir fikri bütünüyle anlamış sayılmazsınız.
Ancak, sembol ve işaret kavramları için, bir arıtma birimi bulma
yönündeki bütün teşebbüslerimizin başına oldukça tehlikeli bir şey geldi.
Matematikçi, matematiksel “işaretler” adına “sembol” terimini gasp etmişti
ve bu karışıklığın çözülmesini hemen hemen imkansız kılar. Bizim
yapacağımız yegane şey, semboller denilen işaretlerle, gerçek sembolleri
birbirinden ayırt etmektir. Matematiksel işaretler, yanlışlıkla semboller
denilen işaretlerdir.
Dil, işaret ve semboller arasındaki farka oldukça iyi bir örnektir. Bir
dildeki kelimeler, açıkladıkları anlamın işaretleridir. “Sıra” kelimesi,
oldukça farklı bir şeye, yani yazı yazmak için kağıt konulan ya da üstüne
oturarak etrafı seyredebildiğimiz bir şeye işaret eden bir göstergedir. Böyle
dört harfli “sıra” kelimesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Her dilde buna
benzer birçok kelime vardır; onlar işaretler olarak işaret ettikleri şeyin
ötesine geçen çağrışımlar kazandıkları zaman, semboller olur; bu herhangi
bir konuşmacı için oldukça önemli bir ayrımdır. O, kelimelerin anlamını
hemen hemen matematiksel işaretlere indirgediği zaman, tamamen işaretler
çerçevesinde konuşur ve bu, mantıkçı pozitivistin mutlak idealidir. Bunun
diğer kutbu, yüzyıllardır –belki yüzyıllardan da fazla– bir güce sahip olan
liturji ya da şiir dilidir. Onlar, yerleri doldurulamayacak şekilde ortaya
çıktıkları durumlardaki çağrışımlara sahiptir. Liturji ya da şiir dili, sadece
belirli bir anlama işaret eden işaretler olmayıp aynı zamanda gücüne
katıldıkları bir gerçekliğin yerine geçen sembollerdir.
Şimdi sembollerin işlevleri ile ilgili ikinci bir mütalaaya başlayalım.
Onun ilk fonksiyonu, yani temsil işlevi zaten yukarıda imâ edildi. Sembol
bizatihi kendinden başka bir şeyi temsil eder; ve o, pay aldığı şeyin güç ve
anlamının yerine geçer. Bu, her sembolün temel bir işlevidir; ve bu nedenle
eğer temsil kelimesi pek çok farklı şekillerde kullanılmamış olsaydı, o, belki
de “sembolik” olarak “temsili” diye bile çevrilebilirdi; ancak, bazı
nedenlerden dolayı bu mümkün değildir. Madem ki semboller kendilerinden
başka bir şeyin yerine geçiyor, o halde niçin “Sembollerin temsil ettiği şeye
doğrudan doğruya sahip değiliz? Sembollere niçin ihtiyaç duyarız?” Şimdi
ele alacağımız husus belki de sembolün asıl işlevidir –yani aksi halde bize
gizli kalan ve başka türlü idrak edilemeyen gerçeklik seviyelerinin
açımlanması, ifşa edilmesi.
Her sembol, sembolik olmayan konuşmanın yetersiz kaldığı bir
gerçeklik seviyesini açımlar. Gelin isterseniz bunu sanatsal sembollere
dayanarak yorumlayalım ya da açıklayalım. Sembollerin anlamına ne kadar
girmeye çalışırsak, onun, gerçeklik seviyesini açımlayan bir sanat işlevi
olduğunu o kadar fark ederiz; şiirde, görsel sanatta, müzikte başka türlü bize
kapalı kalan gerçeklik düzeyleri açımlanır. Şimdi sanatın işlevi buysa, şu
halde sanatsal yaratmalar kesinlikle sembolik karektere sahiptir. Örneğin,
Rubens’in bir resmini alırsanız, o size bir şeyin aracılığını yapar. Rubens’in
yaptığı bu tablodan başka bir yolla bu tecrübeyi kazanamayabilirsiniz. Bu
manzaranın, bazı muazzam özellikleri vardır; onda ahengin, renklerin,
tesirin, değerlerin v.b. niteliği vardır. Bütün bunlar tamamıyla görseldir.Bu
yolla sana ulaşan şey, bizzat tablo dışındaki başka bir şeyle açıklanamaz.
Aynı şey şiir ve felsefe ilişkisi için de geçerlidir. Şiire aşırı felsefî
kavramların sokulması şeklindeki ayartılma ile mesele karmaşık bir hâl
alabilir. Şimdi bu gerçekten belki de halledilemeyecek olan ciddi bir
meseledir. Biri, felsefî dil ya da bilimsel dil kullanılırsa, söz konusu
kullanım, başka her hangi bir dilin karışımı olmaksızın, gerçekten şiirsel
dilin aracılık edip taşıdığı aynı şeye aracılık etmez.
Bu örnek, “gerçeklik düzeylerinin açımlanması” ibaresi ile kastedilen
şeyi gösterebilir. Ancak bunu yapmak için, yani tin düzeylerimiz, içsel
gerçekliğimiz açılmalıdır. Bunların, bir sembolün açımladığı haricî
gerçeklikteki düzeylere tekabül etmesi gerekir. Böylece her sembolün iki
ucunun, iki kutbunun olduğu ortaya çıkmaktadır. Sembol, hem gerçekliği
hem de ruhu açımlar. Elbette, müziğin, şiirin ya da bunlardan daha fazlasının
veya görsel sanatların hiçbirinin nüfuz edemediği, açımlayamadığı insanlar
(özellikle Protestan Amerika’da) vardır. “Açımlamak”, daha derin seviyelerdeki
gerçeklik ve öznel seviyelerdeki insan ruhu olmak üzere iki kutuplu bir işlevdir.
Sembollerin fonksiyonu bu ise, o halde sembollerin başka sembollerle
yer değiştirilemeyeceği aşikârdır. Her sembolün, kendine uygun neyse o
olan, özgün bir işlevi vardır. Bu durun işaretlerden farklıdır; çünkü
işaretlerde, yerlerine başkalarının ikame edilmesi olasıdır. Muhtemelen yeşil
ışığı, mavi bir ışık kadar yeterli bulmazsak, (bu doğru değil ancak olabilir)
hiçbir şeyi değiştirmeyip sadece mavi bir ışık yerleştiririz. Ancak, sembolik
bir kelimede (mesela “Tanrı” gibi) değişikliğe gidilemez. Kendi işlevini
yerine getiren hiçbir sembolün, yeri değiştirilemez. Bundan dolayı, haklı
olarak, “Semboller nasıl zuhur eder ve son bulur?” diye sorabiliriz.
İşaretlerden farklı olarak, semboller doğarlar ve ölürler. İşaretler bilinçli
olarak yaratılıp, def edilir. Bu temel bir ayrımdır.
“Semboller nereden doğar?” Onların kaynağı, –siz hangi söylemi
tercih ederseniz edin– bugünlerde genellikle grup bilinçaltı ya da kolektif
bilinçaltı denilen yerdir. Bu şey, bu kelime, bu bayrak, ya da kendi
hesabında her ne olursa olsun, grubun kabul etmesinden zuhur eder; onlar
isteğe dayalı olarak yaratılamaz ve bazen olduğu gibi, her hangi bir sembol
bu şekilde yaratılsa bile, o, bir grubun bilinç altının sadece “evet” dediği bir
sembolden başka bir şey değildir. Bu, benim tamamen onu tasvir etmiş
olduğum anlamda, bir şeyi ifşa edebileceği mânasına gelir ve daha ziyade
şunu imâ eder: İnsan grubunun bu içsel durumu bir sembolün varlığına son
verdiği anda, demek ki o ölür. Sembol artık her hangi bir şey “ifade” etmez.
Politeistik tanrıların hepsi bu şekilde yok olmuştur. Onların zuhur ettiği
şartlar değiştiğinde ya da artık yok olduğunda, o zaman semboller de ölür.
Ancak bunlar niyet ve icat sayesinde tasvir edilemeyen olgulardır.
Şimdi de üçüncü düşünceyi yani dinî sembollerin doğasını görelim.
Dinî semboller, tüm diğer sembollerin yaptığı aynı şeyi, yani aksi takdirde
bize gizli kalan, hiçbir surette açılamayan bir gerçeklik seviyesini açma işini
yapar. Biz buna, diğer her boyutun, başka her derinliğin temeli o l a n
gerçekliğin boyutu yani bizzat gerçekliğin derinlik boyutu diyebiliriz. Ve bu
nedenle o, diğerlerinin yanında bir boyut olmayıp, aksine temel bir boyuttur;
bütün diğer düzlemlerin altındaki düzlemdir; yani bizzat varlık seviyesi ya
da varlığın nihaî gücüdür. Dinî semboller, insan ruhundaki bu derinlik
boyutunun tecrübesini açar. Dinî bir sembol, bu işlevini artık yerine
getirmiyorsa, bu durumda sembol ölür. Şayet yeni semboller doğarsa, onlar
varlığın nihaî temeli ile yani Kutsalla (Holy) farklı bir ilişkiden kaynaklanır.
Nihaî hakikatin boyutu, Kutsal’ın boyutudur. Bu şekilde, dinî
sembollerin kutsalın sembolü olduğunu da söyleyebiliriz. Sembolü asıl
tanımlayışımıza göre, dinî semboller Kutsal’ın kutsallığına katılırlar. Ancak
katılım özdeşlik değildir ve dinî semboller bizatihi kutsal da değildirler.
Tamamıyla aşkın olan her Kutsal, sembolünü aşar. Dini semboller, tecrübî
gerçekliğin bize verdiği malzemenin sonsuzluğundan çıkarılır. Dinler
tarihinin bazı kesitlerinde, uzam ve zamandaki her şey, Kutsal için bir
sembol olur. Bu, doğal olarak böyledir; çünkü dünyada karşılaştığımız her
şey varlığın nihaî temeline dayanır. Bu husus, dinler tarihinde oldukça
anlaşılmaz gibi görüneni açacak olan anahtardır. Başlangıçtaki primitiflerden
son gelişmelere kadar, tarihin bütün dönemlerinde, dinler tarihinin görünen
kaosuna bakanlar, bu gelişmenin çetrefil karakterine oldukça şaşıracaktır. Bu
kaosu düzenli kılan anahtar nispeten basittir. Bu anahtar şudur: İnsan zihni
ile onun kendi nihaî temeli ve anlamı arasındaki özel bir ilişkiye,
gerçeklikteki her şey, bir sembol olarak bizzat etki edebilir. Dinî semboller
hakkındaki bu kaosun görünüşteki kapalı kapılarını açmak için sadece şu
sorulmalıdır: “Sembolize edilen nihaî ile bu sembollerin ilişkisi nedir?” Bu
durumda, ortadaki anlamsızlık yok olur; ve aksine onlar, insan bilincini ve
bilinç altını kontrol eden, insan zihninin en ifşa edici, en özgün, en güçlü
yaratımları haline gelir ve bundan dolayı onlar, dinler tarihinde bütün dinî
sembollerin karakteristiği olan bu muazzam direşkenliğe sahiptirler.
Hayattaki her şey gibi din de, belirsizlik yasasına tâbiidir; “belirsizlik”
aynı zamanda hem yaratıcı hem de yıkıcılık anlamına gelir. Dinin hem
kutsallık hem de profanlık yönü vardır. Dindeki bu hem kutsallık hem de
profanlık, dinî sembolizm hakkında söylenenlerden de bellidir. Dinî
semboller kendilerini bütünüyle aşan şeye sembolik olarak işaret ederler.
Tıpkı semboller gibi, dinî semboller de işaret ettikleri şeye katıldıkları için,
onların işaret ettikleri şeyle yer değiştirme ve (elbette insan zihninde) bizzat
nihaî olma temayülü her daim vardır. Dini semboller böyle oldukları anda,
putlaşırlar. Putperestliklerin hepsi, Kutsalın sembollerinin
mutlaklaştırılmasından başka bir şey değildir ve onlar, Kutsalla bizzat
aynılaştırılmıştır. Örneğin bu şekilde, kutsal bir kişi, bir tanrı hâline geldiği
gibi, ritüeller de, sadece özel bir durumun ifadesi olmalarına rağmen, şartsız
bir geçerlilik kazanırlar. Dinin bütün ayinsel etkinliklerinde, bütün kutsal
objelerde, kutsal kitaplarda, kutsal doktrinlerde, kutsal ritüellerde,
“şeytanileştirme” (demonization) diyebileceğimiz bu tehlikeyi bulabilirsiniz.
Onlar, bizzat kutsalın şartsız ve nihaî karakterine yükseldiği anda
şeytanileşirler.
Çev.: Aliye ÇINAR
ÖZET
Paul Tillich’e göre, birbirinden kesinlikle farklı gerçeklik seviyeleri mevcut
olup, bunlar farklı yaklaşımları ve farklı dilleri talep etmektedir. Din dilinin
doğası semboliktir. Semboller ile işaretler arasındaki temel ayrım şudur:
İşaretler, her hangi bir şekilde işaret ettikleri şeyin gerçekliğine ve gücüne
katılmazlar. Oysa semboller, sembolize ettikleri şeyle aynı olmamalarına
rağmen, onun anlamına ve gücüne katılırlar. Peki, “Semboller nereden
doğar?” Onların kaynağı, bugünlerde genellikle grup bilinçaltı ya kolektif
bilinçaltı denilen yerdir. Dinî semboller, bütün diğer sembollerin yaptığı
aynı şeyi yani aksi takdirde bize gizli kalan, hiçbir surette açılamayan bir
gerçeklik seviyesini açma işini yapar. Bütün dinî sembollerin iki temel düzlemi
vardır: Tecrübî gerçekliğin ötesine geçen aşkın düzlem ve tecrübî gerçekliğin içinde karşılaştığımız içkin düzlem.
DİN DİLİNİN DOĞASI
Gerek Avrupa’da gerekse de Amerika’da sembollerin anlamına dâir
devam eden pek çok tartışma, onun ehemmiyetinde –hem pozitif hem de
negatif– daha derin bir şeyin olduğunun alâmetidir. Bu, teolojide, felsefede
ve tarihin her hangi bir döneminde pek aşılmamış olan ilgili diğer konularda,
dile ilişkin bir karışıklık içinde olduğumuz olgusunun bir belirtisidir.
Kelimeler, esas itibariyle icra ettikleri işlevden ve iletmesi niyetlenilen
şeyden daha fazlasını anlatmazlar. Bu, günümüz kültürünün, Ortaçağ
skolastisizmirıin ifâ ettiği, on yedinci yüzyılda Protestan skolastizminin en
azından yapmaya çalıştığı ve Kant gibi filozoflarm yenilemeye gayret
ettikleri türden, arıtma birimi (clearing house) noksanlığıyla ilişkili bir
husustur. Bizim böyle bir arıtma birimimiz yoktur ve bu, günümüzde
mantıkçı pozitivistler veya sembolik mantıkçılar ya da genel olarak
mantıkçılar denilen kimselere sempati duyabileceğimiz bir husustur. Onlar
en azından arıtma birimi oluşturmaya çalışıyorlar. Onlara yöneltilen yegane
tenkit şudur: Bu arıtma birimi oldukça küçük bir odadır; belki de evden
ziyade, evin sadece bir köşesidir. Söz konusu arıtma birimi, hayatın kâhir
ekseriyetini içermez. Ancak bu ünite, sadece mantıkî hesapların ötesindeki
gerçekliklerin menziline ve kabulüne yükselirse faydalı olabilir
Şimdi oldukça önemli bir şeyin yeniden keşfediliyor olduğu bir süreç
içinde oluşumuz müsbet bir gelişmedir. Birbirinden kesinlikle farklı
gerçeklik seviyeleri mevcut olup, bunlar farklı yaklaşımları ve farklı dilleri
talep etmektedir. Gerçeklikteki her şey, matematiksel bilimler için en uygun
dil ile idrak edilemez. Bu duruma vukufiyet, semboller meselesinin ciddi
olarak yeniden ele alınması olgusunun en olumlu yanıdır.
I
Gelin isterseniz gücümüzün yettiği kadar kavramları arıtma niyetiyle
devam edelim ve bunu, ilki, “semboller ve işaretler” tartışması olmak üzere,
beş merhalede ele alalım. Semboller kesinlikle işaretlere benzer: Hem
semboller hem de işaretler bizzat kendilerinin ötesindeki başka bir şeye
işaret eder. Örneğin caddenin köşesindeki tipik kırmızı ışık, bizzat kendine
işaret etmeyip, arabaların durmasının zorunluluğuna işaret eder. Her sembol,
bizzat kendinin ötesinde temsil ettiği bir gerçekliğe işaret eder. Bu konuda
semboller ve işaretler esas bir özdeşliği hâizdir –her ikisi de bizzat
kendilerinin ötesine işaret eder. Yukarıda bahsi geçen dile ilişkin
karışıklığın, yüzyıllardan beri süren semboller hakkındaki tartışmayı zapt
etmesinin (conquer) ve işaretler ile semboller arasında karışıklığa yol
açmasının sebebi, semboller ve işaretlerin özdeş sayılmasıdır. Sembollerin
anlamını her hangi bir şekilde aydınlatmanın ilk adımı, onu işaretlerin
anlamından ayırt etmektir.
Semboller ile işaretler arasındaki temel ayrım şudur: İşaretler, işaret
ettikleri şeyin gerçekliğine ve gücüne her hangi bir şekilde katılmazlar. Oysa
semboller, sembolize ettikleri şeyle aynı olmamalarına rağmen, onun
anlamına ve gücüne katılırlar. Sembolize edilen gerçekliğe katılma
sembolleri tanımlarken, “yönelinen” gerçekliğe katılmama ise işareti
tanımlar ki bu, sembol ile işaret arasındaki bir ayrımdır. Örneğin alfabenin
harfleri –yazıldıkları gibi– “A” ya da bir “R”, işaret ettikleri seslere
katılmazlar; öte yandan bayrak, temsil ve sembolize ettiği kralın ya da
milletin gücüne katılır. Bu nedenle, William Tell günlerinden beri bayrak
karşısında nasıl davranılması gerektiği hususunda anlaşmazlık devam
etmektedir. Bayrak, sembolize ettiği şeyin gücüne bir sembol olarak
katılmazsa bu anlamsız olabilir. Eğer kraldaki daimi iki yönü yani onun bir
yandan, kralı olduğu toplumun gücünün bir sembolü, öte yandan, onun
kısmen (elbette tam olarak değil) icra ettiği bu gücü anlamazsanız, tam
monarşik bir fikri bütünüyle anlamış sayılmazsınız.
Ancak, sembol ve işaret kavramları için, bir arıtma birimi bulma
yönündeki bütün teşebbüslerimizin başına oldukça tehlikeli bir şey geldi.
Matematikçi, matematiksel “işaretler” adına “sembol” terimini gasp etmişti
ve bu karışıklığın çözülmesini hemen hemen imkansız kılar. Bizim
yapacağımız yegane şey, semboller denilen işaretlerle, gerçek sembolleri
birbirinden ayırt etmektir. Matematiksel işaretler, yanlışlıkla semboller
denilen işaretlerdir.
Dil, işaret ve semboller arasındaki farka oldukça iyi bir örnektir. Bir
dildeki kelimeler, açıkladıkları anlamın işaretleridir. “Sıra” kelimesi,
oldukça farklı bir şeye, yani yazı yazmak için kağıt konulan ya da üstüne
oturarak etrafı seyredebildiğimiz bir şeye işaret eden bir göstergedir. Böyle
dört harfli “sıra” kelimesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Her dilde buna
benzer birçok kelime vardır; onlar işaretler olarak işaret ettikleri şeyin
ötesine geçen çağrışımlar kazandıkları zaman, semboller olur; bu herhangi
bir konuşmacı için oldukça önemli bir ayrımdır. O, kelimelerin anlamını
hemen hemen matematiksel işaretlere indirgediği zaman, tamamen işaretler
çerçevesinde konuşur ve bu, mantıkçı pozitivistin mutlak idealidir. Bunun
diğer kutbu, yüzyıllardır –belki yüzyıllardan da fazla– bir güce sahip olan
liturji ya da şiir dilidir. Onlar, yerleri doldurulamayacak şekilde ortaya
çıktıkları durumlardaki çağrışımlara sahiptir. Liturji ya da şiir dili, sadece
belirli bir anlama işaret eden işaretler olmayıp aynı zamanda gücüne
katıldıkları bir gerçekliğin yerine geçen sembollerdir.
II
Şimdi sembollerin işlevleri ile ilgili ikinci bir mütalaaya başlayalım.
Onun ilk fonksiyonu, yani temsil işlevi zaten yukarıda imâ edildi. Sembol
bizatihi kendinden başka bir şeyi temsil eder; ve o, pay aldığı şeyin güç ve
anlamının yerine geçer. Bu, her sembolün temel bir işlevidir; ve bu nedenle
eğer temsil kelimesi pek çok farklı şekillerde kullanılmamış olsaydı, o, belki
de “sembolik” olarak “temsili” diye bile çevrilebilirdi; ancak, bazı
nedenlerden dolayı bu mümkün değildir. Madem ki semboller kendilerinden
başka bir şeyin yerine geçiyor, o halde niçin “Sembollerin temsil ettiği şeye
doğrudan doğruya sahip değiliz? Sembollere niçin ihtiyaç duyarız?” Şimdi
ele alacağımız husus belki de sembolün asıl işlevidir –yani aksi halde bize
gizli kalan ve başka türlü idrak edilemeyen gerçeklik seviyelerinin
açımlanması, ifşa edilmesi.
Her sembol, sembolik olmayan konuşmanın yetersiz kaldığı bir
gerçeklik seviyesini açımlar. Gelin isterseniz bunu sanatsal sembollere
dayanarak yorumlayalım ya da açıklayalım. Sembollerin anlamına ne kadar
girmeye çalışırsak, onun, gerçeklik seviyesini açımlayan bir sanat işlevi
olduğunu o kadar fark ederiz; şiirde, görsel sanatta, müzikte başka türlü bize
kapalı kalan gerçeklik düzeyleri açımlanır. Şimdi sanatın işlevi buysa, şu
halde sanatsal yaratmalar kesinlikle sembolik karektere sahiptir. Örneğin,
Rubens’in bir resmini alırsanız, o size bir şeyin aracılığını yapar. Rubens’in
yaptığı bu tablodan başka bir yolla bu tecrübeyi kazanamayabilirsiniz. Bu
manzaranın, bazı muazzam özellikleri vardır; onda ahengin, renklerin,
tesirin, değerlerin v.b. niteliği vardır. Bütün bunlar tamamıyla görseldir.Bu
yolla sana ulaşan şey, bizzat tablo dışındaki başka bir şeyle açıklanamaz.
Aynı şey şiir ve felsefe ilişkisi için de geçerlidir. Şiire aşırı felsefî
kavramların sokulması şeklindeki ayartılma ile mesele karmaşık bir hâl
alabilir. Şimdi bu gerçekten belki de halledilemeyecek olan ciddi bir
meseledir. Biri, felsefî dil ya da bilimsel dil kullanılırsa, söz konusu
kullanım, başka her hangi bir dilin karışımı olmaksızın, gerçekten şiirsel
dilin aracılık edip taşıdığı aynı şeye aracılık etmez.
Bu örnek, “gerçeklik düzeylerinin açımlanması” ibaresi ile kastedilen
şeyi gösterebilir. Ancak bunu yapmak için, yani tin düzeylerimiz, içsel
gerçekliğimiz açılmalıdır. Bunların, bir sembolün açımladığı haricî
gerçeklikteki düzeylere tekabül etmesi gerekir. Böylece her sembolün iki
ucunun, iki kutbunun olduğu ortaya çıkmaktadır. Sembol, hem gerçekliği
hem de ruhu açımlar. Elbette, müziğin, şiirin ya da bunlardan daha fazlasının
veya görsel sanatların hiçbirinin nüfuz edemediği, açımlayamadığı insanlar
(özellikle Protestan Amerika’da) vardır. “Açımlamak”, daha derin seviyelerdeki
gerçeklik ve öznel seviyelerdeki insan ruhu olmak üzere iki kutuplu bir işlevdir.
Sembollerin fonksiyonu bu ise, o halde sembollerin başka sembollerle
yer değiştirilemeyeceği aşikârdır. Her sembolün, kendine uygun neyse o
olan, özgün bir işlevi vardır. Bu durun işaretlerden farklıdır; çünkü
işaretlerde, yerlerine başkalarının ikame edilmesi olasıdır. Muhtemelen yeşil
ışığı, mavi bir ışık kadar yeterli bulmazsak, (bu doğru değil ancak olabilir)
hiçbir şeyi değiştirmeyip sadece mavi bir ışık yerleştiririz. Ancak, sembolik
bir kelimede (mesela “Tanrı” gibi) değişikliğe gidilemez. Kendi işlevini
yerine getiren hiçbir sembolün, yeri değiştirilemez. Bundan dolayı, haklı
olarak, “Semboller nasıl zuhur eder ve son bulur?” diye sorabiliriz.
İşaretlerden farklı olarak, semboller doğarlar ve ölürler. İşaretler bilinçli
olarak yaratılıp, def edilir. Bu temel bir ayrımdır.
“Semboller nereden doğar?” Onların kaynağı, –siz hangi söylemi
tercih ederseniz edin– bugünlerde genellikle grup bilinçaltı ya da kolektif
bilinçaltı denilen yerdir. Bu şey, bu kelime, bu bayrak, ya da kendi
hesabında her ne olursa olsun, grubun kabul etmesinden zuhur eder; onlar
isteğe dayalı olarak yaratılamaz ve bazen olduğu gibi, her hangi bir sembol
bu şekilde yaratılsa bile, o, bir grubun bilinç altının sadece “evet” dediği bir
sembolden başka bir şey değildir. Bu, benim tamamen onu tasvir etmiş
olduğum anlamda, bir şeyi ifşa edebileceği mânasına gelir ve daha ziyade
şunu imâ eder: İnsan grubunun bu içsel durumu bir sembolün varlığına son
verdiği anda, demek ki o ölür. Sembol artık her hangi bir şey “ifade” etmez.
Politeistik tanrıların hepsi bu şekilde yok olmuştur. Onların zuhur ettiği
şartlar değiştiğinde ya da artık yok olduğunda, o zaman semboller de ölür.
Ancak bunlar niyet ve icat sayesinde tasvir edilemeyen olgulardır.
III
Şimdi de üçüncü düşünceyi yani dinî sembollerin doğasını görelim.
Dinî semboller, tüm diğer sembollerin yaptığı aynı şeyi, yani aksi takdirde
bize gizli kalan, hiçbir surette açılamayan bir gerçeklik seviyesini açma işini
yapar. Biz buna, diğer her boyutun, başka her derinliğin temeli o l a n
gerçekliğin boyutu yani bizzat gerçekliğin derinlik boyutu diyebiliriz. Ve bu
nedenle o, diğerlerinin yanında bir boyut olmayıp, aksine temel bir boyuttur;
bütün diğer düzlemlerin altındaki düzlemdir; yani bizzat varlık seviyesi ya
da varlığın nihaî gücüdür. Dinî semboller, insan ruhundaki bu derinlik
boyutunun tecrübesini açar. Dinî bir sembol, bu işlevini artık yerine
getirmiyorsa, bu durumda sembol ölür. Şayet yeni semboller doğarsa, onlar
varlığın nihaî temeli ile yani Kutsalla (Holy) farklı bir ilişkiden kaynaklanır.
Nihaî hakikatin boyutu, Kutsal’ın boyutudur. Bu şekilde, dinî
sembollerin kutsalın sembolü olduğunu da söyleyebiliriz. Sembolü asıl
tanımlayışımıza göre, dinî semboller Kutsal’ın kutsallığına katılırlar. Ancak
katılım özdeşlik değildir ve dinî semboller bizatihi kutsal da değildirler.
Tamamıyla aşkın olan her Kutsal, sembolünü aşar. Dini semboller, tecrübî
gerçekliğin bize verdiği malzemenin sonsuzluğundan çıkarılır. Dinler
tarihinin bazı kesitlerinde, uzam ve zamandaki her şey, Kutsal için bir
sembol olur. Bu, doğal olarak böyledir; çünkü dünyada karşılaştığımız her
şey varlığın nihaî temeline dayanır. Bu husus, dinler tarihinde oldukça
anlaşılmaz gibi görüneni açacak olan anahtardır. Başlangıçtaki primitiflerden
son gelişmelere kadar, tarihin bütün dönemlerinde, dinler tarihinin görünen
kaosuna bakanlar, bu gelişmenin çetrefil karakterine oldukça şaşıracaktır. Bu
kaosu düzenli kılan anahtar nispeten basittir. Bu anahtar şudur: İnsan zihni
ile onun kendi nihaî temeli ve anlamı arasındaki özel bir ilişkiye,
gerçeklikteki her şey, bir sembol olarak bizzat etki edebilir. Dinî semboller
hakkındaki bu kaosun görünüşteki kapalı kapılarını açmak için sadece şu
sorulmalıdır: “Sembolize edilen nihaî ile bu sembollerin ilişkisi nedir?” Bu
durumda, ortadaki anlamsızlık yok olur; ve aksine onlar, insan bilincini ve
bilinç altını kontrol eden, insan zihninin en ifşa edici, en özgün, en güçlü
yaratımları haline gelir ve bundan dolayı onlar, dinler tarihinde bütün dinî
sembollerin karakteristiği olan bu muazzam direşkenliğe sahiptirler.
Hayattaki her şey gibi din de, belirsizlik yasasına tâbiidir; “belirsizlik”
aynı zamanda hem yaratıcı hem de yıkıcılık anlamına gelir. Dinin hem
kutsallık hem de profanlık yönü vardır. Dindeki bu hem kutsallık hem de
profanlık, dinî sembolizm hakkında söylenenlerden de bellidir. Dinî
semboller kendilerini bütünüyle aşan şeye sembolik olarak işaret ederler.
Tıpkı semboller gibi, dinî semboller de işaret ettikleri şeye katıldıkları için,
onların işaret ettikleri şeyle yer değiştirme ve (elbette insan zihninde) bizzat
nihaî olma temayülü her daim vardır. Dini semboller böyle oldukları anda,
putlaşırlar. Putperestliklerin hepsi, Kutsalın sembollerinin
mutlaklaştırılmasından başka bir şey değildir ve onlar, Kutsalla bizzat
aynılaştırılmıştır. Örneğin bu şekilde, kutsal bir kişi, bir tanrı hâline geldiği
gibi, ritüeller de, sadece özel bir durumun ifadesi olmalarına rağmen, şartsız
bir geçerlilik kazanırlar. Dinin bütün ayinsel etkinliklerinde, bütün kutsal
objelerde, kutsal kitaplarda, kutsal doktrinlerde, kutsal ritüellerde,
“şeytanileştirme” (demonization) diyebileceğimiz bu tehlikeyi bulabilirsiniz.
Onlar, bizzat kutsalın şartsız ve nihaî karakterine yükseldiği anda
şeytanileşirler.