İSLAM DÜŞÜNCESİNİN BİLİM VE FELSEFENİN GELİŞMESİNDEKİ ROLÜ

H. Ömer ÖZDEN

Bilindiği üzere dumanın önemli kültür ve medeni} etlerinden biri de İslam kültür ve medeniyetidir. Bu medeniyetin sınırları. Arap Yarımadasından Çin'e. Anadolu'dan Kafkasya'ya, Balkanlardan Orta Avrupa'ya ,Kuzey Afrika'dan İspanya'ya kadar genişlemiş ve günümüzde bu sınırlar daha ötelere taşmıştır. Her medeniyetin olduğu gibi İslâm medeniyetinin de - felsefeden ahlâka, bilimsel düşünüşten tekniğe- bir düşünce yapısı vardır. Bu düşünce yapısının oluşumunda hiç şüphe yok ki İslâm dinini kabul eden milletlerden her birinin az veya çok payı bulunmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz İslâm medeniyeti, milliyetçilik hareketleriyle ortak sınırların dağılıp millî devletlerin oluşması sürecinden önceki ortak medeniyetin felsefi ve bilimsel ürünleridir.

Öncelikle İslâm düşüncesinin yapısı üzerinde kısaca durmak gerekir. İslâm düşüncesi kammı oldukça kapsamlı olup, İslâm dünyasında görülen tefsir, hukuk,tasavuf, kelâm vb.gibi dinî bilimleri, felsefe, mantık gibi akli bilimleri, fizik,kimya, astronomi gibi tabiat bilimlerini ve hatta teknikle alakalı bilimleri anlatmaktadır. Bizim özellikle üzerinde duracağımız konulan akla dayalı bilimlerle tabiat bilimleri olacaktır.

İslâm düşüncesinin önemli bir bölümünü İslâm felsefesi ve bilimi oluşturmaktadır, İslâm felsefesi ve bilimi, hem Kuran ve hadislerin akla, düşünmeye, araştırmaya büyük önem atfetmesinden dolayı , hem de müslümanların bu ayet ve hadisler doğrultusunda bilimin her milletten alınabileceği gerçeğini göz ardı etmeyerek Antik Yunan felsefesi ve tabiat bilimlerine müracaat etmeleriyle ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamberin vefatının ardından kısa bir zamanda İslâm Devletinin sınırlarının küçümsenemeyecek derecede genişlemesi, müslümanların yeni inançlar,yeni felsefeler, yeni kültürler ve yeni çevrelerle karşılaşmalarını sağlamış, bu durum beraberinde o güne. kadar bilinmeyen bazı problemleri de gündeme getirmiştir. Bu problemlerden bazıları inançla ilgili olup bunlar kelâm ekollerinin doğuşuna, bazıları hukukî olup fıkıh ekollerinin doğuşuna vesile olmuştur. Bir kısım müslümanlar ise olaylan daha farklı yaklaşımlarla değerlendirme eğilimine girmiş ve ele geçirilen bölgelerde bulunan mantık ve felsefe okullarına ilgi göstermişlerdir. Buralarda daha önce Yunanca"dan Süryanice"ye tercüme edilen bilimsel ve felsefi eserleri tanımışlardır. Müslümanların bu ilgisi, Süryanice'ye çevrilmiş eserlerin bu defa da Arapça'ya aktarılmasını sağlamıştır; bu suretle İslâm dünyasında mantık, felsefe ve tabiî bilimlerle alakalı çalışmalar başlamıştır. Ne var ki dilden düe yapılan bu tercümelerde dinî, siyasî ve sosyal sebeplerden dolayı bilerek, bazan da farkında olmayarak hatalar veya atlamalar olmuştur" İşte bu lanı olmayan tercümelerin de katkısıyla yeni bir felsefî sistem yani İslâm felsefesi ortaya çıkmıştır.

Felsefenin ortaya çıkışında insan faktörünün ve olayların ilk belirleyici unsur olduğu. İslâm düşüncesinin kaynaklarının başında Kuran ve hadislerdeki teşvik edici ifadelerin bulunduğu. İslâm düşüncesi içerisinde felsefenin yalnızca felsefe eserleri arasında değil, aynı zamanda tasavvuf, kelâm, edebiyat, tefsir, fıkıh usulü gibi alanlarda da aranması gerektiği ve İslâm medeniyeti içerisinde,felsefenin klasik problemlerini irdelemesi anlamında etkisi bulunan Yunanca eserlerin, tercüme edilmeleri sırasında yapılan yanlışlıklar dikkate alındığı zaman İslâm felsefesinin orijinal bir felsefe olduğu kendiliğinden ortaya çıkar'.

İslâm felsefe ve biliminin sırf Batt kaynaklı olduğuna dair bir kısım iddialar bulunmaktadır. Prof Dr. Fahrettin Olgunefin tesbitine göre İslâm felsefe tarihlerinde ve tabakat kitaplarında batılıların bu iddialarını doğrulayacak mahiyette, tercüme edilen eserlerin listeleri verilmiştir. Fakat yine sayın Olgunefin tesbitine göre bu listeler oldukça abartılı ve hatalıdır .

Bir fikrin orijinalliği demek, hiç bir etki almadan yepyeni bir düşünce üretmek ise o takdirde özgün denilebilecek tek bir fikir bile bulunamayabilir. Diğer taraftan evrensel olan düşünceler herhangi bir etkileşim olmaksızın dünyanın her yerinde görülebilir. Bununla birlikte her fikrin ortaya çıktıktan sonra gelişmesi ve bütün olaraTc insanlığın malı olabilmesi için başka düşüncelerle de karşılaşılması ve fikir sahibinin bu farklı düşüncelerden de istifade etmesi gereklidir. Bu tür kültür temasları, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde görülen olağan hususlardır Kanaatimize göre burada önemli olan nokta, alınan görüşün ne şekilde geliştirildiği, ona nelerin, ilave edildiği ve nasıl faydalı hale getirildiğidir.

Bu bağlamda İslâm düşünürleri ve bilim adamları hem kendi kaynaklarından ( Kuran ve hadis ). hem tercüme edilmiş ve edilen felsefi eserlerden, hem de din olarak İslâmiyet'i seçen milletlerin kültürel zenginliklerinden istifade etmiş, bu yabancı tesirleri, kendi anlayışlarına uygun hale getirerek etkilenen olduğu gibi etkileyen, değişik düşüncelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan yeni bir felsefe ve bilim oluşturmuşlardır. Zaten özgün düşünce de bu demek değil midir?

8. asrın sonları i!e 9. asrın başlarında gelişmeye başlayan İslâm düşüncesi. Orta Çağ boyunca bilim dünyasına hakim olmuş, Orta Çağ'dan sonra da yeni dönemlerin açılmasında ve bilimin gelişmesinde etkili olmuştur. Bunda Batı dünyasının Orta Çağ boyunca kilise hakimiyetine girmesinin ve zihniyet olarak statik bir yapıya bürünmesinin payı olduğu açıktır.

Orta Çağ boyunca kilise sadece dinî alanda değil aynı zamanda siyasî, ekonomik ve bilimsel alanlarda da egemen unsurdu. Oluşturulan felsefeye bile Patristik felsefe, sonrasında da Skolastik felsefe (okul felsefesi- otoritelere bağlı felsefe) deniliyordu. Bağımsız bir düşünceye rastlamak zordu: bunun bir sonucu olarak da feodal devlet yapısı ortaya çıkmıştı. Bilim alanında kavda değer bir faaliyet yoktu. Hatta bilimsel herhangi bir girişim kilise tarafından diri adına engelleniyordu.

Bütün bu olaylar meydana gelirken doğuda siyasî bakımdan sürekli büyüyen İslâm devleti. Hristiyan devletlerinin sınırlarını tehdit-eder duruma gelmişti. Roma İmparatorluğu' nun toprakları giderek daralıyordu. Müslümanlar, doğuda Çin, kuzeyde Anadolu, batıda ise Kuzey Afrika yoluyla İspanya'dan Fransa'ya ulaşmışlardı. Türkler de dahil olmak üzere bir çok millet İslâmiyet'i kabul etmişti. Kilise bu durumdan oldukça rahatsızdı. Bunu önlemek için çeşitli haçlı seferleri düzenlendi. Muhtelif aralıklarla yapılan bu seferler. Doğu ile Batının tanışmasına da vesile oldu.

Bu seferlerin yanında, gerek Doğu'da gerekse Endülüs'te açılmış olan bilim akademilerinde'' Müslümanlarla beraber bir çok Hristiyan hatta Yahudilerin tahsil görmesinin de İslâm bilim ve felsefesinin Batı'da tanınmasına önemli katkıları olmuştur .

İslâm bilim ve felsefesinin hem kendi içinde gelişmesinde, hem de Batı dünyasında tanınmasındaki önemli hususlardan biri de İslâm medeniyetindeki hoşgörü anlayışıdır. İslâm dünyasında uzun seneler her türlü bilimsel ve felsefi düşünce tartışilabilmiş ve hatta bu düşünceler taraftar bulmuştur ; buna mukabil aynı dönemlerde Batıda bu derecede serbest bir ortama rastlamak zordur. Çeşitli vesilelerle İslâm dünyasını tanıyan Batı'nın, İslâm medeniyetinden etkilendiği bir çok somut hususun yanında belki gözden kaçan en önemli konunun bu hoşgörü ortamı olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Batı insanı, gerek yönetim biçimi olarak feodal yapıdan, gerek dinin her alanda hakim güç olmasından ve bu suretle bilimsel ve felsefî faaliyetlere sinirli olarak katılabilmekten, gerekse insana insanca değer verilmemesinden ve buna bağlı olarak Engizisyonlarda yargılanmaktan rahatsızdı. İslâm dünyasındaki gelişmeleri izleyen bazı Batılılarda bu huzursuzluk ve rahatsızlık daha belirgin olup çözüm arayışları da yok değildi, öncelikle bir çok Batı memleketlerinden öğrenciler. Müslümanların çeşitli yerlerde açmış oldukları medreselerde (şimdiki üniversitelerin statüsündeki okullar) tahsil görerek kendi ülkelerinin eğilim müesseselerine ait yapı oluşturmuşlardır. Ülkelerine dönüşlerinde kurmuş oldukları müesseselerde hem mimarî üslûp hem de ders programları bakımından İslam medreselerini taklit etmişlerdir. Bu üniversite modelleri, kısa zamanda (13.yy.başları) İtalya, Fransa, Almanya ve hatta İngiltere gibi önemli Avrupa memleketlerinde kurulmuş ve buralarda İslâm bilim ve felsefesine ait eserler tercüme edilmeye başlanmıştır. E. Zekeriyya Râzi İbn-i Heysem, İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd ve daha bir çok Müslüman bilim adamı ve filozofların eserleri çeşitli Avrupa lisanlarına çevrilmiştır. Bir ömek olmak üzere İbn-i Sina'nın el-Kânûn fi't-Tıb isimli eserinin Avrupa lisanlarına 30 defadan fazla tercüme edilmiş ve XVII. asrın ikinci yarısına kadar çeşitli Batı ülkelerindeki üniversitelerin ilgili bölümlerinde okutulmuş olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır.

İslâm dünyasında yapılan -kısmen hatalı da olsa- tercüme ve buna paralel olarak yürütülen telif çalışmalarının Antik felsefenin korunması ve sonraki çağlarda bu felsefenin tanınıp Batı düşüncesine temel dayanak olarak seçilmesi bakımından da önemi vardır. Bu bağlamda Farabî ve İbn-i Sınanın yaptıkları çalışmaların ve verdikleri eserlerin önemli katkılarının olduğu rahatlıkla söylenebilir Her iki düşünür de Aristo'nun mantık ve metafiziğine en güzel yorumlan yapmış ve ilavelerde bulunmuşlardır. Mantık'ın müstakil bir disiplin halini almasında mühim paylan vardır. Farabî'nin, varlığı mümkün ve zarurî diye ikiye ayırması ve İbn-i Sina'nın da bunu benimseyerek devam ettirmesi, metafizik bahislere yeni bir açılm getirmiştir. Bu iki düşünürün metafizikte kullandıkları anahtar terimler ve bunlarla ilgili tahlilleri, kendilerinden sonra gelenleri derinden etkilemiştir. " Fransız araştırmacı Goıchon'un da dediği gibi "' İbn Sina'nın Metafizik'i. Aristo'nun Metafiziği"nden yarım- asır önce tanınmıştır. Aristo'nun Metafiziği "nin son iki kitabı diğerlerinden çok daha sonra, hatta Şifa'nın tercümesinden bir asır sonra ancak Bati'ya ulaşmıştır."

İslâm dünyasının Batı'da tanınan en önemli düşünürlerinden biri de kuşkusuz İbn-i Rüşd'dür. Çünkü Batı Aristo'yu, İbn-i Rüşd'ün tercüme ve açıklamaları sayesinde tanıma imkanı bulmuştur. Hatta Renaissence'ın felsefî akımlarından biri olan Aristotelizme bağlı olanlar, Aristo felsefesini anlayışlarında İbn-i Rüşd'e müracaat ederek onun yorumlarını esas olarak alıyorlardı; bu yüzden onlara aynı zamanda İbn-i Rüşdcüler (Averroistler) de deniliyordu .

2 Yorumlar

Adsız
23 Eylül 2010 17:03  

Felsefenin bilimlerin doğuşundaki rolünü bilen söyleyebilir mi?

aysun
24 Eylül 2010 08:34  

aristotaleste bunu çok net görebilirsiniz.kendini düşünmeye adayan insanlar,gözlemlemeye de başlıyorlar.bu da ufuklarını açıyor..newtonun yer çekimi kanununu bulmasını düşünün.dünyanın çeşitli yerlerinde her gün kimbilir kaç ton elma düşüyordur.bununla birlikte yer çekimi kanununu bulan kişi newton oldu.neden?çünkü arayış içindeydi...felsefe sürekli arayış içinde olma hali olduğu için bilimlerin doğuşunda katkılar sağlamıştır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP