ÇAĞLARA GÖRE YA DA FARKLİ METAFİZİK ANLAYIŞLARINA ÖRNEKLER - 2
|
Aynı şey, İslâm dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabî, İbni Sina ve İbni Rüşt'te, Aristotelesçi bir kavramsal çerçeve, Plotinos'tan gelen bir sudur ya da türüm öğretisiyle tamamlanır.
Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olarak değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açar. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyarerşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve ahlâk bakımından belli bir değer yükler. Ya da tersinden söylendiğinde, bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi hâline getiren ve dolayısıyla varlık
derecelerinden söz eden bu anlayışa göre, bir şey daha değerli olduğu, daha yüksek bir değere sahip olduğu sürece, varlık hiyerarşisinde daha yüksekte bir yerlerde bulunur. Söz konusu varlık hiyerarşisinin en tepesinde, doğal olarak, Tanrı bulunur. Madde ya da fiziki nesneler bu hiyerarşinin en altında bir yerlerde ortaya çıkar; insan ruhu ise. bu ikisi arasında kalır. Buna karşın, akıilar veya melekler, insan ruhunun üzerinde. Tanrı'nin altında yer işgal eder. Bu çerçeve içinde, Ortaçağ'ın teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde bulunan kabuller, varlığın ancak ve ancak varlığın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileveği ve Tanrı'nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğidir.
Modern felsefeye geçtiğimizde, bu felsefeyi belirleyen en önemli öğenin bilim olduğunu, zihindışı varlıktan hareket eden İlk ve Ortaçağ felsefesinin tersine modern felsefenin zihinden hareket ettiğini, ve dolayısıyla, bu felsefede epistemolojinin ontolojinin önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Varlığı varlık olmak bakımından değil de, bilinebilir olmak bakımından ele alan epistemoloji olarak metafizik anlayışının en iyi ifadesini Kant'ta bulmaktayız. Bununla birlikte, Kant'tan önce, özellikle onyedinci yüzyıl rasyonalizminde, bilime dayalı bir metafizik anlayışıyla karşılaşmaktayız. Daha önce de belirttiğimiz üzere. Aristoteles'in ontoloji olarak metafiziği, evrenin bir tözler çokluğundan meydana geldiğini kabul etmiştir. Böyle bir metafizik, evrende varolan çeşitli doğal varlık türlerinin özsel doğalarının keşfi olarak tasarlanan bilimsel bilgi anlayışıyla yakından ilgilidir. Bu anlayış, geleneksel Aristoteles mantığında söz konusu olan bilimsel bilgi anlayışıdır. Aristoteles'in özcülüğü ve mantığı, varolan şeylerin, tanımlanabilir doğal türler olarak sınıflanmasından oluşan bir bilimsel araştırma modeli ve programı sağladığı için modern çağlara, yeni matematik temeli fizik ortaya çıkıncaya kadar hemen tüm filozoflar tarafından kullanılmıştır.
Bu bilimsel araştırma modeli, belli ölçüler içinde çok yararlı olmuştur. Yararlı olmuştur, çünkü deneysel bilimin başlangıcından önce, varolanlar üzerine sistematik bir liste ya da katalog derlemenin zorunlu olduğu düşünülmüş, ve böyle bir sınıflama mantığına bağlı olan bilimsel bilgi, doğada ortaya çıkan özsel niteliksel farklılıkların kataloglanması olarak anlaşılmıştır. Bununla birlikte, niteliksel sınıflamadan oluşan bilimsel anlayışının temelleri, doğadaki genel niceliksel yasalara ilişkin araştırmayla belirlenen, doğanın ölçülebilir yönlerini dikkate alan matematikse! fiziğin ortaya çıkışıyla birlikte, yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, bilimin temelde sınıflamadan oluşan ilk evreleriyle birleştirilen mantıksal terminoloji. 17. yüzyıldan başlayarak yeni baştan ele alınmış ve o, giderek daha sorgulanır olmuştur. Bilimdeki bu gelişmelerin ışığında, belirli özsel özellikleri olan tözlerden meydana gelen bir bütün olarak dünya kavramı da yeni baştan değerlendirilmiş ve bir tözler çokluğunun imkânı birçok kez reddedilmiştir.
İşte bilime dayalı metafizikle, bu çerçeve içinde. Aristotelesçi bilim anlayışına uygun, tözler çokluğundan meydana gelen niteliksel bir doğa anlayışı yerine, gelişen matematik temelli fiziğin öngördüğü tek ya da iki tözlü. niceliksel bir varlık anlayışını geçiren: maddeyi temele alıp. onun ölçülebilir yönlerini ön plâna çıkartan, ikincil niteliklerin gerisindeki birincil nitelikleri temele alıp. maddeye modem fiziğin gerektirdiği hareket ve enerji gibi özellikleri yükleyen bir varlık görüşü ya da metafiziği anlamaktayız.
Bilime dayalı böyle bir metafizik, en iyi ifadesini Descartes ve Spinoza gibi rasyonalist filozoflarda bulmaktadır. Gerçekten de, özneden ya da zihinden hareket ettiği için modern felsefenin kurucusu sayılan ve bilginin yetkin örneği olarak matematiği gören Descartes, metafiziğinde kuşku yöntemini kullanarak, önce ruhun ya da zihnin varoluşunu kanıtlamış, ve daha sonra, zihnin içine sıkışıp kalmamak, zihninden dış dünyaya geçebilmek için, Tanrı'ya gitmiş ve Tanrı'nm varlığını kanıtlayarak, O'nun insanı aldatan bir varlık olmadığını göstermiştir. İşte, bundan sonra o, metafiziğin üçüncü tözüne, madde ya da dış dünyaya geçmiştir.
Ona göre, insanda bir yandan dış dünyadaki nesnelerle ilgili ideler, ve bir yandan da fizikî bir dünyanın varolduğuna inanma eğilimi var ise, söz konusu idelerin, duyum ve izlenimlerinin nedeni sırasıyla insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki nesnelerin bizzat kendileri olabilir. Descartes, bunlardan birinci alternatifi, insanda kendi deneyini, izlenimlerini dilediği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler. İkinci olasılık, dış dünya ve bu dünyadaki varlıklar varolmadığı hâlde, insandaki izlenimleri ve ideleri Tanrı'nın yaratmış olması olasılığıdır. Descartes, daha önce Tanrı'nın insanları aldatmadığını göstermiş olduğu için, ikinci ihtimali de eler. Bu durumda geriye tek bir olasılık kalır: İnsan zihnindeki dış dünyayla ve bu dünyadaki varlıklarla ilgili düşüncelerin nedeni, dünyanın bizzat kendisidir, bu dünyadaki varlıklardır.
Dış dünya ya da madde, şu hâlde, Descartes'm düalist metafiziğin ikinci tözüdür. Buna göre madde ya da res extenso, dünyadaki maddî ve mekanik değişmenin temelinde yeralan tözdür. Her tözün özünü veren temel bir özelliği vardır. Maddenin temel özelliği, modern bilimin madde tanımına uygun olarak, yer kaplamalıdır. Mum ne kadar uzun süreli yanarak şekil değiştirirse değiştirsin, geride yine yer kaplayan bir şey kalacaktır. O daha sonra, maddenin şekii, büyüklük ve hareket gibi birincil nitelikleriyle renk, ses. koku ve tat gibi ikincil nitelikleri arasında bir ayrım yapar. Onunu bu ayrımının temelinde ise, birincil nitelikleri zihnin sezgiziyle bilindiği yerde, ikincil niteliklerin, bilgisinin duyulara bağlı olması gerçeği yer alır. Öte yandan, birincil niteliklere ilişkin idelerimiz açık ve seçik oldukları için, nesnelerin bu netileklere sahip olduklarından emin oluruz, yani bu konuda bir güvencemiz vardır. Bundan dolayı, birincil niteliklerin nesnel bir varoluşa sahip oldukları söylenebilir. Birincil niteliklerle ikincil nitelikler arasındaki başka önemli bir farklılık da, ikincil niteliklerin ölçümlenemedikleri yerde, birincil niteliklerin ölçümlenebılir olmalarıdır.
Bilime dayalı metafizik anlayışı, Dcscartes'tan sonra Spinoza'da daha iyi bir biçimde ifade edilir. Descartes'ın düalizminden vazgeçip, monist bir öğreti geliştiren Spinoza'nın metafiziğine göre. evrende varolan herşey, özünü veya doğasını yalnızca düşünce ve yer kaplama gibi iki sonsuz sıfatla bilebildiğimiz, biricik ve herşeyi kuşatan tözün bir değişimi ya da farklılaşması olarak anlaşılmak durumundadır. Bunlardan yer kaplama, tek tözün, doğa alanıyla özdeş olan sonsuz ananiteliğidir. Buna göre doğayı, fizikî evreni meydana getiren tikel nesneler, maddî şeyler, Tanrı ya da doğanın, ver kaplama ananiteliği altındaki hâl ya da değişimlerinden başka hiçbir şey değildir.
Spinoza'ya göre, evrenin, herşeye yayılan, ve bu sıfatların kendilerinden doğrudan veya aracısız olarak çıkarsanabilen yönleri, onun söz konusu sıfatlardan doğrudan ve aracısız bir biçimde çıkarsanamayan yönlerinden ayırılabilir. Başka bir deyişle, sonlu cisimlerin Tanrı'nın, yer kaplama ananiteliği ya da sıfatı altında söz konusu olan modüs, görünüm ya da tezahürleri olduğunu savunan Spinoza, tümdengelimsel sisteminde, Tann ya da tek tözden hemen sonlu modüslere, doğadaki somut nesne ya da cisimlere geçmez. "Modüs" (tavır, tarz, kip) sözcüğünü tözün bir hâli, durumu olan şey için kullanan Spinoza'ya göre, tözün modül ya da hâlleri, evrenin zorunlu ve genel-geçer yönleri olarak doğrudan, sonsuz ve ezelî- ebedî modüslerle başlayıp, doğanın sınırlı, yok olup giden ve geçici farklılaşma ya da görünümleri olan sonlu montelere inecek şekilde, bir mantıksal bağımlılık düzeni içinde, sınırlanır. Sonlu ve geçici modüslenn, yani doğadaki nesnelerin özü ya da doğası, yalnızca sonsuz ve ezelî-ebedî modüslerin sonuçlan olarak türetilebilir ve onlar ancak bu şekilde anlaşılabilir; anlar, bu anlamda daha yüksek düzenin modüslerine bağlıdır.
Spinoza, sonsuz ve ezelî-ebedî modüse, yer kaplama sıfatı söz konusu olduğunda, hareket-ve- sükûnet adı verir. Daha doğru bir deyişle, doğadaki şey ya da nesneler, şekil ve büyüklük kadar, hareket ve sükûnet aracılığıyla belirlenir. Hareket ve sükûnet, yer kaplayan şeyleri belirleyen, niteleyen en temel modüs ya da hâldir. Buna göre, tek tözün, ver kaplama ananiteliği altında, mantıksal bakımdan önce olan hâli. zorunlu ve ezelî edebî yönü, hareket ve sükûnettir. Bunu. ya da hareket ve sükûnet deyiminin gerçek anlamını kavrayabilmek için, Spinoza'nın dünyaya aşkın bir Tanrı görünüşüne, ve dolayısıyla, dış ya da aşkın bir güç ya da Tanrı tarafından dünyaya hareket aktarılması imkânına karşı çıktığını anımsamamızda yarar vardır.
Descartes'in yer kaplayan töz şeklinde ifade edilen madde ya da fizikî dünya anlayışı, fizikî değişme ya da hareketin açıklanmasını yaratıcı Tanrı'nm irâdesine bırakmıştı; onda, yaratmış olduğu dünyaya aşkın ve bu dünyanın dışında olan Tanrı, yer kaplayan dünyaya, yaradılış sırasında, belli bir miktarda hareket aktarmıştır.
Spinoza, yarattığı dünyanın dışında olan, bir yaratıcı fikrini, kendi kendisiyle çelişik olduğu gerekçesiyle reddererek, Descartes'in Tanrı'nın irâdesinin bir ifadesi olarak göstermiş olduğu şeyi, doğanın, kendi yeter sistemine içkin olan, zorunlu bir yönü olarak gösterir. Yer kaplayan cisimlerin oluşturduğu sisteme, yaradılış esnasında hareket aktaran bir Tann hipotezi kabul edilemez bir hipotez ise eğer, bu taktirdede yer kaplayan dünyadaki herşeyin belli hareket ve sükûnet oranlarından meydana gelmesi gerekir. Hareket, Doğanın kendisinin temel bir özelliği olmalıdır, çünkü dünya ya da doğaya hareket verecek aşkın bir Tanrı yoktur.
Buna göre, hareket yer kaplayan şeylerin doğası için özsel olup, onların oluşumundan ayrılmaz bir özellik olarak ortaya çıkar. Hareket ve sükûnet, yer kaplayan dünyanın ilk ve temel özelliği, ezelî-ebedî bir yönü ya da modüsleri. Spinoza'nın bu anlayışına göre, sistemdeki hareket ve sükûnet oranlan bir bütün olarak sabit kalmalıdır; bununla birlikte, sistemin parçalarında, bu parçaların birbirleriyle olan karşılıklı ilişkisinde, bireysel nesnelerin kendilerinde, hareket ve sükûnet oranlan sürekli olarak değişecektir.
Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olarak değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açar. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyarerşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve ahlâk bakımından belli bir değer yükler. Ya da tersinden söylendiğinde, bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi hâline getiren ve dolayısıyla varlık
derecelerinden söz eden bu anlayışa göre, bir şey daha değerli olduğu, daha yüksek bir değere sahip olduğu sürece, varlık hiyerarşisinde daha yüksekte bir yerlerde bulunur. Söz konusu varlık hiyerarşisinin en tepesinde, doğal olarak, Tanrı bulunur. Madde ya da fiziki nesneler bu hiyerarşinin en altında bir yerlerde ortaya çıkar; insan ruhu ise. bu ikisi arasında kalır. Buna karşın, akıilar veya melekler, insan ruhunun üzerinde. Tanrı'nin altında yer işgal eder. Bu çerçeve içinde, Ortaçağ'ın teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde bulunan kabuller, varlığın ancak ve ancak varlığın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileveği ve Tanrı'nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğidir.
Modern felsefeye geçtiğimizde, bu felsefeyi belirleyen en önemli öğenin bilim olduğunu, zihindışı varlıktan hareket eden İlk ve Ortaçağ felsefesinin tersine modern felsefenin zihinden hareket ettiğini, ve dolayısıyla, bu felsefede epistemolojinin ontolojinin önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Varlığı varlık olmak bakımından değil de, bilinebilir olmak bakımından ele alan epistemoloji olarak metafizik anlayışının en iyi ifadesini Kant'ta bulmaktayız. Bununla birlikte, Kant'tan önce, özellikle onyedinci yüzyıl rasyonalizminde, bilime dayalı bir metafizik anlayışıyla karşılaşmaktayız. Daha önce de belirttiğimiz üzere. Aristoteles'in ontoloji olarak metafiziği, evrenin bir tözler çokluğundan meydana geldiğini kabul etmiştir. Böyle bir metafizik, evrende varolan çeşitli doğal varlık türlerinin özsel doğalarının keşfi olarak tasarlanan bilimsel bilgi anlayışıyla yakından ilgilidir. Bu anlayış, geleneksel Aristoteles mantığında söz konusu olan bilimsel bilgi anlayışıdır. Aristoteles'in özcülüğü ve mantığı, varolan şeylerin, tanımlanabilir doğal türler olarak sınıflanmasından oluşan bir bilimsel araştırma modeli ve programı sağladığı için modern çağlara, yeni matematik temeli fizik ortaya çıkıncaya kadar hemen tüm filozoflar tarafından kullanılmıştır.
Bu bilimsel araştırma modeli, belli ölçüler içinde çok yararlı olmuştur. Yararlı olmuştur, çünkü deneysel bilimin başlangıcından önce, varolanlar üzerine sistematik bir liste ya da katalog derlemenin zorunlu olduğu düşünülmüş, ve böyle bir sınıflama mantığına bağlı olan bilimsel bilgi, doğada ortaya çıkan özsel niteliksel farklılıkların kataloglanması olarak anlaşılmıştır. Bununla birlikte, niteliksel sınıflamadan oluşan bilimsel anlayışının temelleri, doğadaki genel niceliksel yasalara ilişkin araştırmayla belirlenen, doğanın ölçülebilir yönlerini dikkate alan matematikse! fiziğin ortaya çıkışıyla birlikte, yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, bilimin temelde sınıflamadan oluşan ilk evreleriyle birleştirilen mantıksal terminoloji. 17. yüzyıldan başlayarak yeni baştan ele alınmış ve o, giderek daha sorgulanır olmuştur. Bilimdeki bu gelişmelerin ışığında, belirli özsel özellikleri olan tözlerden meydana gelen bir bütün olarak dünya kavramı da yeni baştan değerlendirilmiş ve bir tözler çokluğunun imkânı birçok kez reddedilmiştir.
İşte bilime dayalı metafizikle, bu çerçeve içinde. Aristotelesçi bilim anlayışına uygun, tözler çokluğundan meydana gelen niteliksel bir doğa anlayışı yerine, gelişen matematik temelli fiziğin öngördüğü tek ya da iki tözlü. niceliksel bir varlık anlayışını geçiren: maddeyi temele alıp. onun ölçülebilir yönlerini ön plâna çıkartan, ikincil niteliklerin gerisindeki birincil nitelikleri temele alıp. maddeye modem fiziğin gerektirdiği hareket ve enerji gibi özellikleri yükleyen bir varlık görüşü ya da metafiziği anlamaktayız.
Bilime dayalı böyle bir metafizik, en iyi ifadesini Descartes ve Spinoza gibi rasyonalist filozoflarda bulmaktadır. Gerçekten de, özneden ya da zihinden hareket ettiği için modern felsefenin kurucusu sayılan ve bilginin yetkin örneği olarak matematiği gören Descartes, metafiziğinde kuşku yöntemini kullanarak, önce ruhun ya da zihnin varoluşunu kanıtlamış, ve daha sonra, zihnin içine sıkışıp kalmamak, zihninden dış dünyaya geçebilmek için, Tanrı'ya gitmiş ve Tanrı'nm varlığını kanıtlayarak, O'nun insanı aldatan bir varlık olmadığını göstermiştir. İşte, bundan sonra o, metafiziğin üçüncü tözüne, madde ya da dış dünyaya geçmiştir.
Ona göre, insanda bir yandan dış dünyadaki nesnelerle ilgili ideler, ve bir yandan da fizikî bir dünyanın varolduğuna inanma eğilimi var ise, söz konusu idelerin, duyum ve izlenimlerinin nedeni sırasıyla insanın kendisi, Tanrı ve dış dünyadaki nesnelerin bizzat kendileri olabilir. Descartes, bunlardan birinci alternatifi, insanda kendi deneyini, izlenimlerini dilediği gibi oluşturabilme gücü bulunmadığını söyleyerek eler. İkinci olasılık, dış dünya ve bu dünyadaki varlıklar varolmadığı hâlde, insandaki izlenimleri ve ideleri Tanrı'nın yaratmış olması olasılığıdır. Descartes, daha önce Tanrı'nın insanları aldatmadığını göstermiş olduğu için, ikinci ihtimali de eler. Bu durumda geriye tek bir olasılık kalır: İnsan zihnindeki dış dünyayla ve bu dünyadaki varlıklarla ilgili düşüncelerin nedeni, dünyanın bizzat kendisidir, bu dünyadaki varlıklardır.
Dış dünya ya da madde, şu hâlde, Descartes'm düalist metafiziğin ikinci tözüdür. Buna göre madde ya da res extenso, dünyadaki maddî ve mekanik değişmenin temelinde yeralan tözdür. Her tözün özünü veren temel bir özelliği vardır. Maddenin temel özelliği, modern bilimin madde tanımına uygun olarak, yer kaplamalıdır. Mum ne kadar uzun süreli yanarak şekil değiştirirse değiştirsin, geride yine yer kaplayan bir şey kalacaktır. O daha sonra, maddenin şekii, büyüklük ve hareket gibi birincil nitelikleriyle renk, ses. koku ve tat gibi ikincil nitelikleri arasında bir ayrım yapar. Onunu bu ayrımının temelinde ise, birincil nitelikleri zihnin sezgiziyle bilindiği yerde, ikincil niteliklerin, bilgisinin duyulara bağlı olması gerçeği yer alır. Öte yandan, birincil niteliklere ilişkin idelerimiz açık ve seçik oldukları için, nesnelerin bu netileklere sahip olduklarından emin oluruz, yani bu konuda bir güvencemiz vardır. Bundan dolayı, birincil niteliklerin nesnel bir varoluşa sahip oldukları söylenebilir. Birincil niteliklerle ikincil nitelikler arasındaki başka önemli bir farklılık da, ikincil niteliklerin ölçümlenemedikleri yerde, birincil niteliklerin ölçümlenebılir olmalarıdır.
Bilime dayalı metafizik anlayışı, Dcscartes'tan sonra Spinoza'da daha iyi bir biçimde ifade edilir. Descartes'ın düalizminden vazgeçip, monist bir öğreti geliştiren Spinoza'nın metafiziğine göre. evrende varolan herşey, özünü veya doğasını yalnızca düşünce ve yer kaplama gibi iki sonsuz sıfatla bilebildiğimiz, biricik ve herşeyi kuşatan tözün bir değişimi ya da farklılaşması olarak anlaşılmak durumundadır. Bunlardan yer kaplama, tek tözün, doğa alanıyla özdeş olan sonsuz ananiteliğidir. Buna göre doğayı, fizikî evreni meydana getiren tikel nesneler, maddî şeyler, Tanrı ya da doğanın, ver kaplama ananiteliği altındaki hâl ya da değişimlerinden başka hiçbir şey değildir.
Spinoza'ya göre, evrenin, herşeye yayılan, ve bu sıfatların kendilerinden doğrudan veya aracısız olarak çıkarsanabilen yönleri, onun söz konusu sıfatlardan doğrudan ve aracısız bir biçimde çıkarsanamayan yönlerinden ayırılabilir. Başka bir deyişle, sonlu cisimlerin Tanrı'nın, yer kaplama ananiteliği ya da sıfatı altında söz konusu olan modüs, görünüm ya da tezahürleri olduğunu savunan Spinoza, tümdengelimsel sisteminde, Tann ya da tek tözden hemen sonlu modüslere, doğadaki somut nesne ya da cisimlere geçmez. "Modüs" (tavır, tarz, kip) sözcüğünü tözün bir hâli, durumu olan şey için kullanan Spinoza'ya göre, tözün modül ya da hâlleri, evrenin zorunlu ve genel-geçer yönleri olarak doğrudan, sonsuz ve ezelî- ebedî modüslerle başlayıp, doğanın sınırlı, yok olup giden ve geçici farklılaşma ya da görünümleri olan sonlu montelere inecek şekilde, bir mantıksal bağımlılık düzeni içinde, sınırlanır. Sonlu ve geçici modüslenn, yani doğadaki nesnelerin özü ya da doğası, yalnızca sonsuz ve ezelî-ebedî modüslerin sonuçlan olarak türetilebilir ve onlar ancak bu şekilde anlaşılabilir; anlar, bu anlamda daha yüksek düzenin modüslerine bağlıdır.
Spinoza, sonsuz ve ezelî-ebedî modüse, yer kaplama sıfatı söz konusu olduğunda, hareket-ve- sükûnet adı verir. Daha doğru bir deyişle, doğadaki şey ya da nesneler, şekil ve büyüklük kadar, hareket ve sükûnet aracılığıyla belirlenir. Hareket ve sükûnet, yer kaplayan şeyleri belirleyen, niteleyen en temel modüs ya da hâldir. Buna göre, tek tözün, ver kaplama ananiteliği altında, mantıksal bakımdan önce olan hâli. zorunlu ve ezelî edebî yönü, hareket ve sükûnettir. Bunu. ya da hareket ve sükûnet deyiminin gerçek anlamını kavrayabilmek için, Spinoza'nın dünyaya aşkın bir Tanrı görünüşüne, ve dolayısıyla, dış ya da aşkın bir güç ya da Tanrı tarafından dünyaya hareket aktarılması imkânına karşı çıktığını anımsamamızda yarar vardır.
Descartes'in yer kaplayan töz şeklinde ifade edilen madde ya da fizikî dünya anlayışı, fizikî değişme ya da hareketin açıklanmasını yaratıcı Tanrı'nm irâdesine bırakmıştı; onda, yaratmış olduğu dünyaya aşkın ve bu dünyanın dışında olan Tanrı, yer kaplayan dünyaya, yaradılış sırasında, belli bir miktarda hareket aktarmıştır.
Spinoza, yarattığı dünyanın dışında olan, bir yaratıcı fikrini, kendi kendisiyle çelişik olduğu gerekçesiyle reddererek, Descartes'in Tanrı'nın irâdesinin bir ifadesi olarak göstermiş olduğu şeyi, doğanın, kendi yeter sistemine içkin olan, zorunlu bir yönü olarak gösterir. Yer kaplayan cisimlerin oluşturduğu sisteme, yaradılış esnasında hareket aktaran bir Tann hipotezi kabul edilemez bir hipotez ise eğer, bu taktirdede yer kaplayan dünyadaki herşeyin belli hareket ve sükûnet oranlarından meydana gelmesi gerekir. Hareket, Doğanın kendisinin temel bir özelliği olmalıdır, çünkü dünya ya da doğaya hareket verecek aşkın bir Tanrı yoktur.
Buna göre, hareket yer kaplayan şeylerin doğası için özsel olup, onların oluşumundan ayrılmaz bir özellik olarak ortaya çıkar. Hareket ve sükûnet, yer kaplayan dünyanın ilk ve temel özelliği, ezelî-ebedî bir yönü ya da modüsleri. Spinoza'nın bu anlayışına göre, sistemdeki hareket ve sükûnet oranlan bir bütün olarak sabit kalmalıdır; bununla birlikte, sistemin parçalarında, bu parçaların birbirleriyle olan karşılıklı ilişkisinde, bireysel nesnelerin kendilerinde, hareket ve sükûnet oranlan sürekli olarak değişecektir.