İBNİ HALDUN VE MANTIK - 2

Yine İbni Haldun'a göre Aristoteles'in mantığı İslâm dünyasında yayılmaya başladığında sözü edilen Kelâmcılar bu mantığın temelindeki ilkelerin, yani doğa veya varlık felsefesinin, kendi doğa felsefelerinin ilkeleri ile tam bir zıtlık durumunda olduğunu görmüşlerdir. Bundan ötürü onlar Aristoteles mantığına şiddetle saldırmak, onu reddetmek durumuna girmişlerdir. İbni Haldun onların Aristoteles mantığına olan bu saldırılarını gayet nüfuz edici bir biçimde açıklamaktadır: «imdi bu (Aristoteles) mantığı incelendiğinde, onun dış dünyada tümel bir doğanın varlığını kabule dayandığı görülür. (Bu tümel doğaya) beş tümele, yani cins, tür, ayrım, hassa ve genel araza bölünen zihinsel bir tümel karşılık olmaktadır. (Mantık, işte varlığı kabul edilen bu beş tümelin) birbirleriyle ilişkiye getirilmeleri üzerine dayanmaktadır. (Oysa bu Eş'ari çizgisindeki) Kelâmcılara göre bu kabul doğru değildir. Onlara göre «tümel» ve «özsel» şey, zihnin dışında herhangi bir karşılığı olmayan salt zihinsel bir kavramdan ibarettir veya «hâl» ler kuramını kabul edenlere göre o, sadece bir «hâl» dir. Bundan ötürü bu Kelâmcılara göre beş tümel, onlar üzerine dayanan tanımlar, on kategori v.b. doğru şeyler değildirler. Özü ifade eden nitelikler de mevcut değildir. Bu, burhanların kendilerine dayandığı zorunlu ve «öze ilişkin» önermelerin mevcut olamıyacağmı ve bu (önermelerden sonuçlara geçmeyi sağlayan) akılsal nedenlerin de bir gerçekliği olmadığını ifade eder. Böylece onlara göre «Burhan kitabı» geçerli değildir...»

O halde kısaca bu Kelâmcılar dış dünyada tümel bir doğanın varlığını kabul etmemektedirler. Oysa Aristoteles'in mantığı böyle bir takım doğaların veya özlerin varlığını kabule dayanmaktadır. Bundan hareket ederek bu Kelâmcılar, bu tümel doğanın zihinde kendilerine bölündüğü beş tümel kavramı da kabul etmemektedirler. Oysa Aristoteles mantığı bu beş zihinsel tümelin varlığını ve onlar arasındaki zihinsel birtakım kombinezonların imkânını kabule dayanmaktadır. Bu Kelâmcılar bunları kabul etmedikleri için, onlardan oluşturulan tanımları, önermeleri, bu önermelerden meydana getirilen kıyasları bu kıyaslarda sonuca götürücü olan akılsal «neden» leri, yani orta terimi v.b. reddetmektedirler. Netice olarak Aristoteles mantığının dayanmakta olduğu bütün temelleri yıkmaktadırlar. O zaman mantıktan geriye ne kalmaktadır? İbni Haldun'a göre birinci gurupta olduğu gibi bunlar için de mantıktan geriye sadece kıyaslar üzerinde «biçimleri» bakımından yapılan birtakım akıl yürütmeler kalmaktadır."

İbni Haldun'a göre sorunu tersinden alırsak, yani bu Aristoteles mantığının dayandığı ilkeleri kabul edecek olursak bu kez de Bakıilani fiziğinin kendisinden hareket ettiği ilkelerin yanlış olduğunu belirtmek durumunda kalırız. Zaten Bakıilani gibi Kelâmcıların Aristoteles'in mantığına o kadar şiddetle karşı çıkmalarının nedeni de bu olmuştur. Bununla birlikte acaba bu fiziğin ilkelerinin reddedilmesi, sözti edilen İslâmi inanç öğelerinin doğru olmadığını söylemek veya bunu kabul etmek anlamına gelir mi?

Bakıllani'nin görüşünde olanlar hiç kuşkusuz buna «evet» diye cevap vermektedirler. Ancak İbni Haldun'a göre Gazali'den itibaren bazı Kelâmcıiar bu soruyu «hayır» diye cevaplandırmışlardır. Başka deyişle Bakıllani'nin «bir kanıtın yanlışlığından, onun kanıtı olduğu şeyin yanlış olduğu sonucu ortaya çıkar» görüşünü reddetmişlerdir. Onlar mantıkçıların dış dünyada tümel birtakım doğalar olduğu, bu doğaların zihinsel karşılıklarının birbirleriyle birleştirilmesinin mümkün olduğu görüşünü kabul etmişlerdir. Buna paralel olarak Aristoteles'in mantığının İslâm dogmatiğinin tezlerine aykırı olmadığını söylemişlerdir. Nitekim Gazali, Aristoteles'in mantığını Kelâm'a sokan kişi olmuştur. Yine bunlar Bakıllanici fiziğin tezlerinden bir çoğunu, örneğin atomların ve boşluğun varlığını, arazların iki an devam edemiyeceklerini vb. reddetmişlerdir. Bunların yerine İsdâm'ın sözü edilen dogmalarını savunmak üzere mantık bakımından sağlam olduğunu düşündükleri başka kanıtlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar da Gazali ve Fahraidin al-Razi gibi Kelâmcılardır.

İbni Haldun bu tartışma üzerinde herhangi bir tavır almamaktadır. Yani Bakıllani'nin mi yoksa mantıkçıların ve onların görüşünü kabul ettiğini söylediği Gazali gibi Kelamcılarm mı bu konuda haklı olduğunu belirtmekten kaçınmaktadır. Bununla birlikte burada onun Bakıllani tipindeki Kelamcılarm bu Aristoteles mantığına yönelttikleri saldırıyı benimsemediğini gösteren önemli bir işaret vardır: Bu Kelâmcıiar, dış dünyada doğaların varlığım ve onların zihindeki karşılıklarını reddedince sonunda ellerinde mantıktan sadece kıyaslar üzerinde onların «biçim» i bakımından birtakım akıl yürütmeler kalmaktadır, Oysa İbni Haldun'un, mantığı bu bakımdan ele alanlara karşı olduğunu yukarda gördük. Bundan daha önemli olarak birazdan geniş bir şekilde, göreceğimiz gibi İbni Haldun bu Kelamcılarm dış dünyada herhangi bir şekilde nesnel doğalar, özler, özsel nitelikler mevcut olmadığı görüşlerini kesin olarak reddetmektedir. Çünkü o sadece fiziksel alanda değil veya fiziksel alan bir tarafa, tarihsel-toplumsal alanda dahi bu tür nesnel ve tümel doğaların varlığını kabul etmektedir. Bundan dolayıdır ki o, kendi sözleri ile bu doğaları ve bu doğalardan zorunlu olarak çıkan bazı sonuçlarını, yani öze ilişkin niteliklerini kendisine konu olarak alacak bir «umrân» biliminin varlığına inanmakta ve böyle bir bilimi, yani, çağdaş anlamda toplumbilimi yarattığını düşünmektedir.

Bundan hareketle İbni Haldun'un mantık hakkında sözünü ettiğimiz iki yanlış anlayışı eleştirdiği gibi, mantığın imkânına yöneltilmiş bu sonuncu eleştiriyi de reddettiğim söyleyebiliriz. Ama bundan onun filozoflar tarafından ortaya konduğu ve kendisi tarafından yukarda gösterdiğimiz biçimde anlaşıldığı şekli ile bu mantığı bir bütün olarak kabul ettiği sonucuna geçebilir miyiz? Daha önce de işaret ettiğimiz üzere İbni Haldun'un kendisinin de bu mantık, daha doğrusu bu bilgi kuramı veya yöntembilim hakkında bazı itirazları ve eleştirileri vardır.

İbni Haldun bu eleştirilerinde mantığı sürekli olarak doğru bilgiye veya bilime götürme iddiasında olan bir yöntem olarak göz önünde tutmaktadır. Onun bu özelliği ile filozoflar tarafından ortaya konduğu şekliyle gerçekten dış dünyadaki nesneler hakkında doğru, kesin bilgilere erişmeyi sağlayan bir araç olup olmadığını araştırmaktadır. Bu araştırmasında da sürekli olarak, filozofların mantığı gerek şeylerin özleri hakkında bilgi veren tanımları, yani tasavvurları oluşturmakta, gerekse burhanlara erişmeyi sağlayan tasdikleri kurmakta doğruyu yanlıştan ayırdetmeyi sağlayan kurallar bütünü olduğu görüşlerini ön planda tutmaktadır. İbni Haldun'un bir bilgi yöntemi olarak bu mantık hakkında bazı şüpheleri vardır. Bu şüphelerini göstermek için yeniden bilginin nasıl elde edildiği hakkında onun filozoflara atfen sergilediği kuramın kendisine dönelim:

İbni Haldun'a göre filozoflar bilginin kaynağının duyusal algılar olduğunu söylemektedirler. Bununla birlikte duyusal-bireysel nesnelerden duyular aracılığı ile alman izlenimlerin kendi başlarına bilgiyi vermediğini düşünmektedirler. Onlar insanda hayvanlardan farklı olarak bir «hayalgücü» yetisi ve «akıl» olduğunu, bunlar aracılığıyla insanın nesneler dünyasından birtakım tümeller türettiğini ve bilginin asıl konusu veya amacmm bu tümeller olduğunu söylemektedirler. Ancak onlar bu tümeller arasında da bir ayrım yapmakta ve iki tür tümelin varlığını kabul etmektedirler. Bunlardan birincisi doğrudan doğruya duyusal-bireysel nesnelerden soyutlama yolu ile elde edilmiş «form»lar veya tümellerdir ki bunlara «birinci dereceden makûller» denmektedir. Bu birinci dereceden makûllerin oluşturulmasında veya algılanmasında rolü olan yeti de özel olarak «hayalgücü» yetişidir. Ancak İbni Haldun'a göre filozoflar bunlarla yetinmemektedirler. Bu tümelleri veya tümel kavramları (ma'ani) birbirleriyle temasa getirmek ve onlar arasında ortak olarak paylaşıldığı düşünülen bir diğer nitelikten hareket etmek, bu niteliği soyutlamak suretiyle daha genel bir diğer tümele geçmek istemektedirler. Sonra bu elde edilen tümeli veya genel kavramı, aynı şekilde başka kavramlarla temasa getirerek, aynı işlemi yaparak gitgide daha genel kavramlara, sonunda kendisinden daha öteye soyutlamanın mümkün olmadığı en yüksek cinslere, kategorilere, en genel kavrama, töz kavramına gitmektedirler. İşte bu doğrudan doğruya duyusal-bireysel nesnelerden elde edilmemiş olan kavramlara da «ikinci dereceden makûller» denmektedir. İbni Haldun'a göre bu ikinci dereceden makûllerin oluşturulmasında veya algılanmasında etkin olan da artık hayalgücü değil, «akıl»ın kendisidir."

Yine daha önce temas ettiğimiz gibi İbni Haldun'a göre filozoflar, bilginin iki yolla, yani tasavvur ve tasdikle elde edildiğini söylemektedirler. Bu tümellerin oluşturulması veya algılanması birinci yol veya birinci aşamadır. İkinci aşamada ise bu elde edilen tümeller birbirleriyle birleştirilerek aralarında olumlu veya olumsuz birtakım ilişkiler kurulmaktadır. Yani akıl, burhanlar aracılığıyla bunlardan birini diğeri hakkında tasdik etmekte veya değmemektedir. Bu yargılama işlemini de Ibni Haldun tasdik yolu ile bilme olarak tanımlamaktadır.

İbni Haldun'un bu bilgi kuramına birkaç noktada itirazı vardır: Bunlardan birincisi ve belki en önemlisi bu bilimsel bilginin konusu olan tümelin nasıl bir tümel olduğu, yani birinci dereceden mi yoksa ikinci dereceden mi «makûller» olduğu konusundaki soruşturmasında yatmaktadır. İbni Haldun'a göre filozoflar bu «makûller» in daha çok ikinci dereceden makûller olduğu görüşünü ileri sürmektedirler. Mantıklarını da özel olarak bu ikinci dereceden makûller üzerinde kurmaktadırlar. İşte İbni Haldun bu noktada filozoflara ve mantığa karşı çıkmaktadır. O, dış dünyada birtakım nesnel doğaların varlığını kabul etmektedir. Dolayısıyla zihnin tümeller yaratmasındaki meşruiyetine de inanmaktadır. Bilimin konusunun tümeller olduğu görüşüne bir karşı çıkışı söz konusu değildir. Yalnız o bu tümellerin hangi tür tümeller olması gerektiği konusu üzerinde büyük bir önemle durmaktadır. Ona göre herhangi bir felsefi-bilimsel disiplin gerçekten inanılır, güvenilir bilgilere sahip olmak istiyorsa, bu birinci dereceden makûller üzerinde çalışmalı ve onları asla aşmamalıdır. İkinci dereceden makûllere gelince, onların dış dünyada herhangi bir gerçekilkleri yoktur. Dolayısı ile onları konu olarak alacak çalışmalarına herhangi bir güvenilir bilgi vermeleri beklenemez.

İbni Haldun bu görüşünü Mukaddime'de birkaç yerde mümkün olan en büyük bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Örneğin, Mukaâdime'nin çok ünlü ve felsefenin reddine ayrılmış olan «Felsefenin Reddi ve Onunla Meşgul Olanların Bozuklukları» adlı alt-bölümde bilgi değerleri bakımından bu birinci ve ikinci dereceden. makûller arasında kesin bir ayrım yapmakta ve gerçeğin bilgisini; vermekte birincilerden şüphe edilemiyeceğini, ancak ikincilerin hiç emin olmadığını söylemektedir: «Zihin bazan ikinci dereceden soyutlamanın ürünleri olan ikinci dereceden makûller üzerinde değil, hayalgücü yetisi aracılığıyla oluşturulmuş «suretler» olan ve dış dünyadaki varlıklara uygun düşen birinci dereceden makûller üzerinde tasarrufta bulunur. Bu durumda zihnin yargılan, duyusal olarak bilinen şeylerin bilgisinde olduğu gibi pekin olurlar. Çünkü birinci dereceden makûller tanımları gereği dış dünyadaki varlıklara uyduklarından ötürü dış dünya ile daha fasla bir uygunluk gösterirler. Bundan dolayı filozofların bu (birinci dereceden makûllerle ilgili) iddialarını kabul ediyoruz»."

İbni Haldun birinci ve ikinci dereceden makûller arasındaki bu ayrımı bir başka yerde yine vurgulamakta ve filozofları yine mantığı ikinci dereceden makûller üzerinde çalışan bir disiplin olarak ortaya koyduklarından ötürü eleştirmektedir. Sözünü ettiğimiz yer, İbni Haldun'un Mukaddime'de bilginlerin, insanlar arasında neden ötürü siyasetten en az anlayan insanlar olduklarını açıklamaya çalıştığı yerdir." Burada İbni Haldun Platon'un, Farabi'nin veya İbni Sina'nın düşüncelerinin tamamen tersine olarak insanlar arasında siyaset konusunda kendilerine güvenilecek kişiler arasında bilginlerin en son sırada geldiklerini söylemekte ve bu görüşünü temellendirmeye çalışmaktadır. Ona göre bunun nedeni, bilginlerin zihinsel kurgulamalara ve duyusal varlıklardan soyutlayarak oluşturdukları kavramlarla düşünmeye pek düşkün olmalarıdır. İbni Haldun'a göre bilginler bu çok soyut, genel kavramları oluştururken herhangi bir özel konuyu, söz gelimi bir kişiyi, özel bir ulusu, bir insan grubunu göz önünde tutmaz, özel olarak bunlara uygulamak üzere bu kavramları yaratmazlar. Bu kavramlarla bütün bunlar üzerinde genel olarak yargıda bulunmak isterler. Ancak daha sonra bu kavramları dış dünyadaki varlıklara uygulamak isterler. Bundan ötürü onların oluşturdukları bu kavramlar çoğunlukla ancak zihinde bir varlığı olan şeyler olarak kalmakta devam ederler. Bazı durumlarda bir araştırma sonucu dış dünyada özel bazı olay veya durumlara uygulanabilirler. Ama bazan hiç uygulanmaksızın öylece kaldıkları da olur. Oysa bu kavramların varlık ve üretilmelerinin nedeni dış dünyadaki olay veya durumlara uygulanmaları ve bu uygulamalar sonucunda onlar hakkında doğru ifadeler olduklarının gösterilmesidir. Kısaca bilginler hep zihinsel şeylerle (al-umûl aî-zihniyya), fikirlerle meşguldürler. Onlardan başkalarını bilmezler. Siyaset adamlarına gelince onlar dış dünyada meydana gelen olayların kendilerine, onların koşullarına, onlara bağlı olan diğer şeylere önem vermek zorundadırlar. Bu olaylar her zaman aynı biçimde ortaya çıkmayabilirler ve çıkmazlar da. Bundan ötürü her zaman için herhangi bir tür olayda bu olayla ilgili oluşturulmuş genel tasavvuru geçersiz kılacak bir şey olabilir. Bir uygarlıkta (umrân) ortaya çıkan koşullar, bir başka uygarlıkta veya toplumda ortaya çıkan koşullara her bakımdan benzer olmayabilir. Bu «umrân» lar bir bakıma birbirlerine benzer, bir başka bakımdan birbirlerinden farklı olabilirler.

İşte bilginler yargılarını genellemeye (ta'mim al-ahkâm) ve şeyleri birbirleriyle karşılaştırmaya, birbirlerine benzetmeye çok meraklı oldukları için siyasetle ilgili sorunlarla da uğraştıklarında etraflarında olup biten şeyleri görmeye çalışmaz, onları kendi görüşleri ve akil yürütmelerinin kalıbına sokmaya çalışırlar. Bundan ötürü de bu şeyleri anlamak ve değerlendirmekte birçok yanlışa düşerler. Yine bundan ötürü İbni Haldun'a göre sağlıklı bir yapısı ve ortalama bir zekâsı olan sıradan bir insan bu tür düşünmeye alışık olduğu için siyasette bilginlerden çok daha fazla başarı gösterir. Çünkü o her konuyu kendi özelliği içinde ele almaktan, her durumu, her bir insan gurubunu onlara has olan koşulları içinde yargılamaktan öteye gitmek istemez. Bundan dolayı onun yargıları bilginlerin yargılarında olduğu gibi, sözü edilen genellemeler, kıyaslamalarla bozulmamıştır. O, çoğunlukla düşüncelerinde «duyuları ile idrâk ettiği şeylerin (al-mavadd al-mahsusa) ötesine geçmez. Kısaca o, «yüzerken fazla uzaklara açılma, selamet kıyıdadır» diyen şairin öğüdüne uygun olarak ele aldığı bu konularda ayağını asla karadan kesmez. Bundan ötürü siyasette bu tür insanların görüşlerine güvenilebilir, ama bilginlerin sözlerine, yargılarına güvenilmez."

1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP