İBNİ HALDUN VE MANTIK - 4
|
Yine Hamelin'in işaret ettiği gibi burada da iki şık söz konusudur. Ya bu öncüllerin kendileri de daha önceki birtakım kıyasların sonuç önermeleridirler veya değildirler. Aristoteles için şüphesiz ideal olan, birinci durumdur. Yani o, geriye doğru gittiğimizde her bir kıyasın öncüllerinin, bir önceki kıyasların sonuç önermelerinden meydana geldiği bir zincirleme kıyaslar bütününden oluşan bilimsel bir yapıyı tasarlamaktadır. Bununla birlikte bunun mümkün olmadığını da bilmektedir. Çünkü son çözümde kendileri daha önce gelen kıyasların sonuç önermeleri olmayacak birtakım ilk önermelere, öncüllere ihtiyacımız olacaktır. Bu ilk öncüllerin ne şekilde oluşturulacağı hakkında ise Aristoteles bize sağlam bir yol gösterememektedir. Tümevarımı tam sayıma indirgediği veya ancak tam sayım olarak tümevarımı kabul ettiği için bu ilk öncüllerin elde edilmesinde onun rolünü çok sınırlı görmektedir. Daha ziyade o, bunun için birtakım ampirik sezgilerden, görülerden (vision) söz etmektedir. Zihnin, doğrudan doğruya özleri yakalayarak onların kavramlarım oluşturma yönündeki gücüne inanmaktadır. Bu özlerin yakalanmasında duyusal gözleme de önemli bir yer verdirmektedir. İşte biz bundan dolayı İbni Haldun'un Aristoteles'in bu bilgi kuramını belli bir ölçüde izlediğim, ancak önemli bir noktada ondan ayrıldığını söylüyoruz: Aristoteles kesin, zorunlu bilginin ancak apodiktik kıyaslar sonucunda elde edilmiş kanıtlanabilen önermelerde bulunduğunu, bir bilginin bilimselliğinin ölçütünün onun kanıtlanabilirliğine dayandığını düşündüğü halde İbni Haldun yukardaki iki pasajdaki sözlerinden açıkça ortaya çıktığı üzere bilimin ölçütünü çok basit olarak önermenin, hakkında bir bilgi olduğu nesnesi ile temasa getirilerek ona uygunluğunun deneysel olarak gösterilmesinde bulmaktadır. Şüphesiz İbni Haldun'un düzgün bir şekilde yürütüldükleri takdirde mantıksal çıkarsamaların, dedüksiyonun değerine herhangi bir şekilde karşı çıkması söz konusu değildir. Bununla birlikte yukardaki son pasajda üzerinde durduğu gibi o son çözümde bu çıkarsama ve sonuçların, bu yargıların değerini neyin vereceğini, neyin vermesi gerektiğini kendi kendisine sormaktadır. Onun için önemli olan bir nesne hakkında getirilmek istenen bir önermenin bu nesneyi ne kadar doğru yansıttığının nasıl tesbit edilebileceğidir. Herhangi bir bilimsel önermenin değeri, dedüktif olarak kanıtlanmış olup olmamasında değil, konusunu uygun bir biçimde yansıtıp yansıtmamasındadır.
Bunu anlamak için ise yapılacak şey, onu bu konusu ile ilişkiye getirmek, yani tahkik etmektir. Şimdi bir mantıksal burhanın doğruluğunu tahkik etmek için dış dünyaya dönüp gözleme baş vurduk mu onun doğruluğunun güvencesini kanıtlanmasında değil, gözlemle gösterilmiş olmasında buluruz. Eğer böyle bir yola baş vurmaz ve onun kanıtlanmış olduğunu, dolayısı ile zorunlu olarak doğru olduğunu söylersek, biri, yani İbni Haldun'un kendisi kalkıp bu tür önermelerin genel ve zihinsel olduklarını, oysa dış dünyadaki varlıkların maddi ve bireysel olduklarını, bu niteliklerinden ötürü de bunlarda bu sözü edilen uygunluklarını engelleyen bir şeylerin olmasının mümkün olduğunu söyleyebilir ve durumun böyle olmadığının gösterilmesini karşısmdakinden isteyebilir. Bunun böyle olmadığının gösterilmesi için ise yeniden başa, yani dış dünyaya, duyusal gözleme dönmekten başka çare yoktur.
O halde İbni Haldun'un mantık hakkındaki görüşlerini toparlayacak olursak şunları söyleyebiliriz. Mantık, kendisine has bir varlık alanı olan, bu alan hakkında bilgi veren, kendisi için aranan bir bilim değildir. Mantık asıl varlık hakkında bilgi vermek amacında olan bilimlere, bu bilgilere erişmenin yollarını göstermek iddiasında olan yardımcı bir disiplin, bir sanattır. Bundan ötürü onu salt olarak kıyasların biçimsel incelemelerine indirgemek isteyen eğilimler doğru değildir. Mantığı bu şekilde, doğru bilginin elde edilmesi için gerekli yolları gösteren bir yöntembilim olarak ele alırsak İbni Haldun Aristoteles'in veya filozofların onun temeline koydukları bazı ontolojik fizik postülaları kabul etmektedir. Kavramlar kavgasında îbni Haldun kesinlikle Eş'aricilerin nominalizmine karşıdır. Aristoteles gibi konseptüalisttir. Dış dünyada şeylerin kendilerinde mevcut genellere, özlere inanmaktadır. Bundan ötürü zihnin onların kavramlarını, yani zihindeki karşılıklarını oluşturmaktaki meşruiyetine de inanmaktadır. Ona göre tümel, sadece zihinde olan, zihnin dışında bir gerçekliği olmayan boş seslerden ibaret değildir. Bununla birlikte İbni Haldun zihnin her türlü soyutlamasının ürünleri olacak her türlü tümelin dış dünyada bir varlığı olduğuna inanmamaktadır. Dış dünyada gerçekten var olan ve bilimin konusunu oluşturan tümeller, ancak birinci dereceden makûllerin konusunu oluşturan tümeller, yani Aristoteles'in «form» ları, «öz»leridir. İbni Haldun bununla ilgili olarak Platon'un kavram realizmine karşıdır. Formlar dışında kalan tümeller, yani Platon tarafından tasarlandığı şekilde idealarm büyük bir bölümü salt zihinsel yapıntılardan başka şeyler değildirler.
İbni Haldun buna paralel olarak bilginin elde edilmesinde duyusal nesneyle doğrudan doğruya ilgili olan hayalgücüne, salt akıldan çok daha fazla önem vermektedir. Formları algılayan birincidir. Tasavvur ve tasdik işlemlerinde tasavvura önem verdiğini açıkça belirtmektedir. Bütün bunlar onun Aristoteles'e nazaran da daha çok deneyci, daha çok gözlem ve deneye önem veren bir yöntem taraftarı olmasını doğurmaktadır. Bu ampirizmi onu filozoflar tarafından salt dedüksiyonlardan ibaret bir disiplin olarak tanımlanan mantığı eleştiriye götürmektedir. Bu niteliği ile bir bilim yöntemi olarak mantığın bilgiye eriştirmekte yetersiz, kusurlu bir araç olduğunu düşünmektedir.
Yine buna paralel olarak Aristoteles türünde bir düşünürün doğru öncüllerden kalkarak doğru kıyaslar oluşturmak suretiyle kanıtlanmış bir önermenin otomatik olarak doğru olması gerektiği görüşüne itiraz etmektedir. Nassar'ın çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, düşünce zihin varlıklar karşısında şüphesiz mümkün olduğu kadar onlara uygun düşecek, «entité»ler yaratmak ister. Ama bu uygunluğun gerçekten mevcut olması için zihnin çalışması ile ürettiği genellerin başlangıç referanslarından kendilerini bağımsız kılmamaları gereklidir. Bunu gerçekleştirecek tek yol ise bu genellerin ve onlar üzerinde akılsal işlemler yapılarak varılan yargıların tekrar bu başlangıç referansları ile ilişkiye getirilmeleridir. Bu yapılmadıkça, İbni Haldun'a göre filozofların mantıksal akıl yürütmelerinde, burhanlarında sahip olduklarını iddia ettikleri «pekinlik» gösterilemeyen bir şey olarak kalmaya devam etmek zorundadır.
Son olarak İbni Haldun'un kendi yaratmış olduğu «Umrân İlmi»nde bütün bu görüşlerini uyguladığını gördüğümüzü belirtelim. O burada esas olarak etrafında gördüğü toplumsal olaylarla ilgili olarak kendi ve kendisinden önce gelenlerin gözlem ve tanıklıklarından yararlanarak, bu olaylardan ortak olan, tekrarlanan bir takım nitelikleri aramakta, onların kavramlarına erişmeye çalışmaktadır. Bunun sonucunda o, bu olayların, kendilerinden ötürü ortaya çıktıkları bazı «doğa»larını, "formalar"ını, ve bunlardan da zorunlu olarak çıkan bazı «araz»larını tesbit ettiğini düşünmektedir. O, bu kavramları oluştururken bu olaylar hakkında kendi gözlemlerine dayanmaktadır. Ama kendinden önce gelen çağlarla ilgili olarak da başkalarının o olaylarla ilgili olarak yapmış oldukları gözlemlerini, tanıklıklarını içeren «tarihi olay haberleri» kendisine yardımcı olmaktadır. İbni Haldun bir yandan bu olaylarla ilgili olarak Max Weber tipi «ideal modeller» in oluşturulması gerektiğini düşünmektedir. Ancak öte yandan bu modellerin sürekli olarak içlerinin doldurularak açıklayacakları olay guruplarının özelliklerine, uygun bir biçime sokulmaları gerektiği noktasını da gözden kaçırmamaktadır.
Bir örnekle bunu ifade etmek istersek, İbni Haldun «egemenlik» olayını ele aldığında onun hakkında «ideal», soyut, evrensel bir modelin oluşturulabileceğine, oluşturulması gerektiğine inanmaktadır. Çünkü insan toplumlarının hepsinde bir egemenlik olayına rastlanmaktadır ve bu egemenlik olayı her yerde belli bazı kurumları, ilişkileri, özellikleri ile ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte İbni Haldun öte yandan egemenlik olayı ve kurumlarının toplumdan topluma, çağdaş çağa bazı önemli biçim değişiklikleri gerçekleştirdiğini de görmektedir. Örneğin «dine dayanan bir siyaset rejimisnde rastlanan egemenlik türü ile «akla dayanan bir siyaset rejiminde rastlanan egemenlik türü her bakımdan aynı bir karaktere sahip değildirler. Sonra bu ikincinin iki ana tarzında da yine egemenlik birbirlerinden belli ölçüde farklı bazı özelliklerle karşımıza çıkmaktadır. O halde egemenlik olayı hakkında doğru bir bilgiye varmak istersek İbni Haldun onun bu farklı toplumlarda göstermiş olduğu farklı biçim ve özelliklerini de asla gözden uzak tutmamamız gerektiğini düşünmektedir.
Aynı şey yine mesela «umrân»m kendisi için de söz konusudur. İbni Haldun bir yandan genel bir «umrân» veya insani toplumsal örgütlenme kavramı oluşturmaktadır. Ama öte yandan bu «umrân» kavramını somutlaştırmak, onu belli tür ve aşamalarında belirlemek için sürekli bir çaba içinde bulunmaktadır. Başka deyişle İbni Haldun dış dünyada ve tarihte gerçekleşmiş olduğu şekilde umrân veya insani toplumsal örgütlenme türlerini veya aşamalarını asla gözden uzak tutmamaktadır. Bunu daha somut olarak ifade etmek istersek İbni Haldun gerçekte dış dünyada genel olarak bir umrân veya uygarlık olmadığını bilmektedir. Ona göre bir umrân, örneğin ancak ya bir «bedevi umrân» veya «hazeri umrân» olarak vardır. Hatta bunların her biri de daha özel olarak belli birtakım alt aşamalarındaki şekilleri ile mevcuttur.
İbni Haldun aynı zamanda bir tarihçi ve sosyologdur. O, tarihsel-bireysel olayların anlaşılması, anlaşılır kılınması için onlar arasında bazı tekrarlanışları, değişmezlikleri, nedensel ilişkileri bilmek gerektiğini düşünmektedir. Ancak öte yandan tarihsel olayları açıklamak için yaratılan «sosyolojik modeller»in son çözümde değerlerinin bu olaylarla temasa getirilerek onları açıklamasında olduğunu bilmektedir. Bundan ötürü o «Umrân ilmi»nde bütün bu genel, soyut modelleri oluştururken onların dış dünyada göründükleri somut, tarihsel biçimlerini gözden uzak tutmamakta, asıl var olanların bu dış dünyadaki somut biçimleri olduğunu unutmamaktadır.
Sonra İbni Haldun'un tarihsel olayların yapısı üzerindeki görüşünü iyi anlamamız gerekmektedir: İbni Haldun bir yandan kendisinden önce gelen tarihçileri, tarihsel olayların gerisinde, onların kendilerinden ötürü ortaya çıktıkları birtakım değişmez doğaları, özleri göz önüne almadıklarından, tekrarlanışlarındaki intizamları, aralarındaki nedensel bağlantıları görmediklerinden ötürü eleştirmekte, insan doğasının her yerde aynı olduğunu, şimdinin geçmişe iki su damlasının birbirlerine benzedikleri kadar benzediğini söylemektedir. Ancak öte yandan o, tarihsel-insani olayların zaman içinde belli ölçülerde değişebilme diye bir özellikleri olduğu, değişme ve gelişmenin insanın, toplumun temel bir boyutu olduğu yönünde bir görüşü de her zaman ileri sürmekten veya kabul etmekten kaçınmamaktadır. Nitekim bir yandan insan doğasının her yerde ve her zaman aynı olduğunu söylerken, öte yandan insanın, doğuştan getirdiği mizacının değil, alışkanlıklarının, yani içinde yaşadığı toplumun, kültürün bir ürünü olduğunu belirtmektedir. Yine bundan ötürü kendisinden önce gelen tarihçileri bir yandan tarihsel-insani olaylardaki birtakım değişmezlikleri, intizamları, süreklilikleri göz önüne almadıkları için suçlarken öte yandan onların en büyük kusurlarından birinin de zamanla toplumların yaşayışlarında ve kültürlerin yapılarında meydana gelen değişme ve gelişmeleri gözden kaçırmaları olduğunu söylemektedir.
Bazı yazarların ileri sürdükleri İbni Haldun'un gerçek anlamda «tarih» duygusundan ve bilincinden yoksun olduğu, çünkü tarihsel olaylar içinde değişme, gelişme imkânını kabul etmediği, tarihi sürekli bir tarzda aynı biçimde tekrarlanan adeta mantıksal, zaman-dışı birtakım süreçlere indirgemek istediği görüşü de onun derinliğine incelenmemesinden doğan üstünkörü bir görüştür. İbni Haldun bir yandan tarihte, «ümran ilmi» gibi bir bilimin konusunu oluşturabilecek nitelikte intizamlar, tekrarlar, süreklilikler, değişmezlikler olduğunu kabul etmektedir. Ancak öte yandan zamanla insanın ve toplumun bünyesinde, toplumsal kurumların kendilerinde, şüphesiz yine belli bir intizam içinde ortaya çıkacak birtakım değişmelerin, gelişmelerin varlığını gözden uzak tutmamakta ve bu değişmelerin açıklamasını vermeye çaba sarfetmektedir.
Bunu anlamak için ise yapılacak şey, onu bu konusu ile ilişkiye getirmek, yani tahkik etmektir. Şimdi bir mantıksal burhanın doğruluğunu tahkik etmek için dış dünyaya dönüp gözleme baş vurduk mu onun doğruluğunun güvencesini kanıtlanmasında değil, gözlemle gösterilmiş olmasında buluruz. Eğer böyle bir yola baş vurmaz ve onun kanıtlanmış olduğunu, dolayısı ile zorunlu olarak doğru olduğunu söylersek, biri, yani İbni Haldun'un kendisi kalkıp bu tür önermelerin genel ve zihinsel olduklarını, oysa dış dünyadaki varlıkların maddi ve bireysel olduklarını, bu niteliklerinden ötürü de bunlarda bu sözü edilen uygunluklarını engelleyen bir şeylerin olmasının mümkün olduğunu söyleyebilir ve durumun böyle olmadığının gösterilmesini karşısmdakinden isteyebilir. Bunun böyle olmadığının gösterilmesi için ise yeniden başa, yani dış dünyaya, duyusal gözleme dönmekten başka çare yoktur.
O halde İbni Haldun'un mantık hakkındaki görüşlerini toparlayacak olursak şunları söyleyebiliriz. Mantık, kendisine has bir varlık alanı olan, bu alan hakkında bilgi veren, kendisi için aranan bir bilim değildir. Mantık asıl varlık hakkında bilgi vermek amacında olan bilimlere, bu bilgilere erişmenin yollarını göstermek iddiasında olan yardımcı bir disiplin, bir sanattır. Bundan ötürü onu salt olarak kıyasların biçimsel incelemelerine indirgemek isteyen eğilimler doğru değildir. Mantığı bu şekilde, doğru bilginin elde edilmesi için gerekli yolları gösteren bir yöntembilim olarak ele alırsak İbni Haldun Aristoteles'in veya filozofların onun temeline koydukları bazı ontolojik fizik postülaları kabul etmektedir. Kavramlar kavgasında îbni Haldun kesinlikle Eş'aricilerin nominalizmine karşıdır. Aristoteles gibi konseptüalisttir. Dış dünyada şeylerin kendilerinde mevcut genellere, özlere inanmaktadır. Bundan ötürü zihnin onların kavramlarını, yani zihindeki karşılıklarını oluşturmaktaki meşruiyetine de inanmaktadır. Ona göre tümel, sadece zihinde olan, zihnin dışında bir gerçekliği olmayan boş seslerden ibaret değildir. Bununla birlikte İbni Haldun zihnin her türlü soyutlamasının ürünleri olacak her türlü tümelin dış dünyada bir varlığı olduğuna inanmamaktadır. Dış dünyada gerçekten var olan ve bilimin konusunu oluşturan tümeller, ancak birinci dereceden makûllerin konusunu oluşturan tümeller, yani Aristoteles'in «form» ları, «öz»leridir. İbni Haldun bununla ilgili olarak Platon'un kavram realizmine karşıdır. Formlar dışında kalan tümeller, yani Platon tarafından tasarlandığı şekilde idealarm büyük bir bölümü salt zihinsel yapıntılardan başka şeyler değildirler.
İbni Haldun buna paralel olarak bilginin elde edilmesinde duyusal nesneyle doğrudan doğruya ilgili olan hayalgücüne, salt akıldan çok daha fazla önem vermektedir. Formları algılayan birincidir. Tasavvur ve tasdik işlemlerinde tasavvura önem verdiğini açıkça belirtmektedir. Bütün bunlar onun Aristoteles'e nazaran da daha çok deneyci, daha çok gözlem ve deneye önem veren bir yöntem taraftarı olmasını doğurmaktadır. Bu ampirizmi onu filozoflar tarafından salt dedüksiyonlardan ibaret bir disiplin olarak tanımlanan mantığı eleştiriye götürmektedir. Bu niteliği ile bir bilim yöntemi olarak mantığın bilgiye eriştirmekte yetersiz, kusurlu bir araç olduğunu düşünmektedir.
Yine buna paralel olarak Aristoteles türünde bir düşünürün doğru öncüllerden kalkarak doğru kıyaslar oluşturmak suretiyle kanıtlanmış bir önermenin otomatik olarak doğru olması gerektiği görüşüne itiraz etmektedir. Nassar'ın çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, düşünce zihin varlıklar karşısında şüphesiz mümkün olduğu kadar onlara uygun düşecek, «entité»ler yaratmak ister. Ama bu uygunluğun gerçekten mevcut olması için zihnin çalışması ile ürettiği genellerin başlangıç referanslarından kendilerini bağımsız kılmamaları gereklidir. Bunu gerçekleştirecek tek yol ise bu genellerin ve onlar üzerinde akılsal işlemler yapılarak varılan yargıların tekrar bu başlangıç referansları ile ilişkiye getirilmeleridir. Bu yapılmadıkça, İbni Haldun'a göre filozofların mantıksal akıl yürütmelerinde, burhanlarında sahip olduklarını iddia ettikleri «pekinlik» gösterilemeyen bir şey olarak kalmaya devam etmek zorundadır.
Son olarak İbni Haldun'un kendi yaratmış olduğu «Umrân İlmi»nde bütün bu görüşlerini uyguladığını gördüğümüzü belirtelim. O burada esas olarak etrafında gördüğü toplumsal olaylarla ilgili olarak kendi ve kendisinden önce gelenlerin gözlem ve tanıklıklarından yararlanarak, bu olaylardan ortak olan, tekrarlanan bir takım nitelikleri aramakta, onların kavramlarına erişmeye çalışmaktadır. Bunun sonucunda o, bu olayların, kendilerinden ötürü ortaya çıktıkları bazı «doğa»larını, "formalar"ını, ve bunlardan da zorunlu olarak çıkan bazı «araz»larını tesbit ettiğini düşünmektedir. O, bu kavramları oluştururken bu olaylar hakkında kendi gözlemlerine dayanmaktadır. Ama kendinden önce gelen çağlarla ilgili olarak da başkalarının o olaylarla ilgili olarak yapmış oldukları gözlemlerini, tanıklıklarını içeren «tarihi olay haberleri» kendisine yardımcı olmaktadır. İbni Haldun bir yandan bu olaylarla ilgili olarak Max Weber tipi «ideal modeller» in oluşturulması gerektiğini düşünmektedir. Ancak öte yandan bu modellerin sürekli olarak içlerinin doldurularak açıklayacakları olay guruplarının özelliklerine, uygun bir biçime sokulmaları gerektiği noktasını da gözden kaçırmamaktadır.
Bir örnekle bunu ifade etmek istersek, İbni Haldun «egemenlik» olayını ele aldığında onun hakkında «ideal», soyut, evrensel bir modelin oluşturulabileceğine, oluşturulması gerektiğine inanmaktadır. Çünkü insan toplumlarının hepsinde bir egemenlik olayına rastlanmaktadır ve bu egemenlik olayı her yerde belli bazı kurumları, ilişkileri, özellikleri ile ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte İbni Haldun öte yandan egemenlik olayı ve kurumlarının toplumdan topluma, çağdaş çağa bazı önemli biçim değişiklikleri gerçekleştirdiğini de görmektedir. Örneğin «dine dayanan bir siyaset rejimisnde rastlanan egemenlik türü ile «akla dayanan bir siyaset rejiminde rastlanan egemenlik türü her bakımdan aynı bir karaktere sahip değildirler. Sonra bu ikincinin iki ana tarzında da yine egemenlik birbirlerinden belli ölçüde farklı bazı özelliklerle karşımıza çıkmaktadır. O halde egemenlik olayı hakkında doğru bir bilgiye varmak istersek İbni Haldun onun bu farklı toplumlarda göstermiş olduğu farklı biçim ve özelliklerini de asla gözden uzak tutmamamız gerektiğini düşünmektedir.
Aynı şey yine mesela «umrân»m kendisi için de söz konusudur. İbni Haldun bir yandan genel bir «umrân» veya insani toplumsal örgütlenme kavramı oluşturmaktadır. Ama öte yandan bu «umrân» kavramını somutlaştırmak, onu belli tür ve aşamalarında belirlemek için sürekli bir çaba içinde bulunmaktadır. Başka deyişle İbni Haldun dış dünyada ve tarihte gerçekleşmiş olduğu şekilde umrân veya insani toplumsal örgütlenme türlerini veya aşamalarını asla gözden uzak tutmamaktadır. Bunu daha somut olarak ifade etmek istersek İbni Haldun gerçekte dış dünyada genel olarak bir umrân veya uygarlık olmadığını bilmektedir. Ona göre bir umrân, örneğin ancak ya bir «bedevi umrân» veya «hazeri umrân» olarak vardır. Hatta bunların her biri de daha özel olarak belli birtakım alt aşamalarındaki şekilleri ile mevcuttur.
İbni Haldun aynı zamanda bir tarihçi ve sosyologdur. O, tarihsel-bireysel olayların anlaşılması, anlaşılır kılınması için onlar arasında bazı tekrarlanışları, değişmezlikleri, nedensel ilişkileri bilmek gerektiğini düşünmektedir. Ancak öte yandan tarihsel olayları açıklamak için yaratılan «sosyolojik modeller»in son çözümde değerlerinin bu olaylarla temasa getirilerek onları açıklamasında olduğunu bilmektedir. Bundan ötürü o «Umrân ilmi»nde bütün bu genel, soyut modelleri oluştururken onların dış dünyada göründükleri somut, tarihsel biçimlerini gözden uzak tutmamakta, asıl var olanların bu dış dünyadaki somut biçimleri olduğunu unutmamaktadır.
Sonra İbni Haldun'un tarihsel olayların yapısı üzerindeki görüşünü iyi anlamamız gerekmektedir: İbni Haldun bir yandan kendisinden önce gelen tarihçileri, tarihsel olayların gerisinde, onların kendilerinden ötürü ortaya çıktıkları birtakım değişmez doğaları, özleri göz önüne almadıklarından, tekrarlanışlarındaki intizamları, aralarındaki nedensel bağlantıları görmediklerinden ötürü eleştirmekte, insan doğasının her yerde aynı olduğunu, şimdinin geçmişe iki su damlasının birbirlerine benzedikleri kadar benzediğini söylemektedir. Ancak öte yandan o, tarihsel-insani olayların zaman içinde belli ölçülerde değişebilme diye bir özellikleri olduğu, değişme ve gelişmenin insanın, toplumun temel bir boyutu olduğu yönünde bir görüşü de her zaman ileri sürmekten veya kabul etmekten kaçınmamaktadır. Nitekim bir yandan insan doğasının her yerde ve her zaman aynı olduğunu söylerken, öte yandan insanın, doğuştan getirdiği mizacının değil, alışkanlıklarının, yani içinde yaşadığı toplumun, kültürün bir ürünü olduğunu belirtmektedir. Yine bundan ötürü kendisinden önce gelen tarihçileri bir yandan tarihsel-insani olaylardaki birtakım değişmezlikleri, intizamları, süreklilikleri göz önüne almadıkları için suçlarken öte yandan onların en büyük kusurlarından birinin de zamanla toplumların yaşayışlarında ve kültürlerin yapılarında meydana gelen değişme ve gelişmeleri gözden kaçırmaları olduğunu söylemektedir.
Bazı yazarların ileri sürdükleri İbni Haldun'un gerçek anlamda «tarih» duygusundan ve bilincinden yoksun olduğu, çünkü tarihsel olaylar içinde değişme, gelişme imkânını kabul etmediği, tarihi sürekli bir tarzda aynı biçimde tekrarlanan adeta mantıksal, zaman-dışı birtakım süreçlere indirgemek istediği görüşü de onun derinliğine incelenmemesinden doğan üstünkörü bir görüştür. İbni Haldun bir yandan tarihte, «ümran ilmi» gibi bir bilimin konusunu oluşturabilecek nitelikte intizamlar, tekrarlar, süreklilikler, değişmezlikler olduğunu kabul etmektedir. Ancak öte yandan zamanla insanın ve toplumun bünyesinde, toplumsal kurumların kendilerinde, şüphesiz yine belli bir intizam içinde ortaya çıkacak birtakım değişmelerin, gelişmelerin varlığını gözden uzak tutmamakta ve bu değişmelerin açıklamasını vermeye çaba sarfetmektedir.