İBNİ HALDUN VE MANTIK - 1


AHMET ARSLAN


Bu yazıda genel olarak İbni Haldun'un mantıkla ilgili görüşlerinden söz edeceğiz. Bunun için esas olarak onun ünlü eseri «Mukaddime»ye dayanacağız. Mukaddime diğer birçok önemli özelliği yanında İbni Haldun'un kendi çağına varıncaya kadar İslâm uygarlığında ortaya çıkmış ve işlenmiş çeşitli bilimlerin tarihsel ve sistematik bir analiz ve değerlendirilmesini içerir. Onun özellikle altıncı ve son bölümü — ki aynı zamanda hacim bakımından en büyük bölümüdür — bu bakımdan çok değerli ve aydınlatıcı bilgiler taşımaktadır. İşte burada esas olarak bu bölüme ve bu bölümde «Mantık bilimbne ayrılmış olan özel alt-bölüme dayanarak, İbni Haldun'un İslâm'da mantığın ortaya çıkışı, tarihsel gelişimi, mantığa yöneltilen çeşitli saldırılar, mantık hakkında ortaya çıkan çeşitli ve farklı anlayışlara ilişkin açıklamalarını isleyerek mantığı nasıl bir disiplin olarak ele aldığını göstermeye çalışacağız.

Onun mantık hakkındaki analiz ve değerlendirmelerinin bize bilgi kuramı, bilim anlayışı,bilimsel yönteme ilişkin düşünceleri üzerine önemli ipuçları ve bilgiler sağlama durumunda olduğunu göreceğiz. Nihayet bu ipuçları ve bilgilerin değerlendirilmesi de onun kurmak istediği, kurduğunu düşündüğü ve bugün de hemen herkes tarafından kurucusu olduğu kabul edilen «Umrân İlmi» veya «insani toplumsal örgütlenmeler biliminî, kısaca çağdaş deyimimizle toplumbilimini hangi yöntemsel-kuramsal temeller üzerine oturtmaya çalıştığına ilişkin bazı düşüncelerimizi sergilememize imkân verecektir.

Mantığın konusu, amacı nedir? O, ne tür bir disiplindir? İbni Haldun'un Mukaddime'de felsefi-akılsal bilimlerin incelemesine ayırdığı bölümde mantık hakkında şu tanımı verdiğini görmekteyiz: «Mantık, bilinen şeylerden bilinmeyen, bilinmesi arzu edilen şeyleri çıkarma işleminde zihni yanlışlara düşmekten koruyan bir bilimdir. Mantığın faydası bilgi peşinde koşan kişiye tasavvur ve tasdiklerde doğruyu yanlıştan ayırdetmesini sağlamasıdır. Böylece mantık sayesinde insan, düşüncesinin imkânları içinde yaratılmış varlıklar üzerinde olumlu veya olumsuz yargılarda bulunarak onların gerçeğini tahkik etme imkânını elde eder».

Özel olarak mantık biliminin incelenmesine ayrılan alt-bölümde ise İbni Haldun onun hakkında şu tanımı vermektedir: «Mantık, şeylerin özleri (mahiyya) hakkında bilgi veren tanımlarda ve tasdikleri sağlayan delillerde doğruyu yanlıştan ayırdetmeyi mümkün kılan kuralları veren bir bilimdir» .

Bu iki tanım veya açıklamadan hemencecik ortaya çıkan sonuç, İbni Haldun'un mantığı sadece zihnin işleyiş sürecini betimleyen «psikolojik» bir disiplin veya zihnin, akim ilkelerine göre tutarlı ve düzgün bir biçimde işlemesi için gerekli kuralları koyan «normatif» bir disiplin olarak almadığıdır. Bu sözlerden anlaşıldığına göre İbni Haldun için mantık, zihnin varlıklar hakkında doğru bilgilere erişmesinin yollarını, yöntemini ortaya koymaya çalışan bir disiplindir. Çünkü mantık bilinen şeylerden bilinmeyen şeyleri çıkarmanın yollarını göstermek amacındadır. O, düşüncenin imkanlan içinde zihnin gerçek hakkında nasıl doğru bilgilere erişebileceğini ortaya koyma amacındadır. Mantık, şeylerin özleri hakkında nasıl doğru tanımlar oluşturulabileceği, bu tanımlar veya tasavvurlardan hareketle şeyler hakkında kesin bilgiyi verecek yargıların nasıl elde edilebileceğini belirtmek amacındadır. Kısaca o, bugünkü deyişimizle bir yöntembilim veya bir bilgi kuramıdır.

Mantığın amacı, şeyler hakkında doğru bilgiye erişmenin yollarını göstermek olduğuna göre önce «bilgi» nin ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir. İbni Haldun bunun için filozoflar tarafından ileri sürüldüğünü belirttiği bir kuramı ayrıntılı olarak sergiler. Bu, özü itibariyle Aristotelesçi bir bilgi kuramıdır. Bu kurama göre çok genel olarak bilgi, bir varlığın olduğu gibi algılanması (idrâk), onun özünün ve özüne ait niteliklerinin bilinmesidir. İnsanda bilgi edinme sürecinin iki yolu veya daha doğrusu iki aşaması vardır. Bunlardan birincisi «tasavvur», ikincisi «tasdik» aşamasıdır. «Tasavvur», bir şeyin özünün zihin tarafından algılanması, görülmesidir. Başka deyişle bir şeyin özünün zihnin bir yargısı olmaksızın basit, ilkel ve doğrudan bir biçimde algılanmasıdır. «Tasdik» ise zihnin bir şey hakkında bir şeyi, dolaylı olarak, yani bir yargılama işlemi sonunda tasdik etmesidir.

Filozoflara atfen sergilenen bu kurama göre bilginin temeli, beş duyu aracılığıyla elde edilen duyusal algılardır. İnsanlarla hayvanlar arasında «duyusallar« ın algılanması bakımından bir fark yoktur. Ancak insanlar, hayvanlardan önemli bir özellikleri ile ayrılmaktadırlar: İnsanlar «hayalgücü» (muhayyila) denilen yetileri sayesinde, soyutlama yolu ile bu duyusal nesnelerden bir takım «tümel»ler (külli) oluşturabilirler. Bu tümellerin oluşturulma süreci de birkaç kademelidir. İnsan önce etrafında gördüğü belli bir gurup duyusal-bireysel varlıklardan onların hepsine uyan bir "form" (suret) oluşturur. Daha sonra zihin bu belli bir guruba giren nesnelerle, başka bir grup nesneler arasında ortak gördüğü bir niteliği soyutlayarak bu iki grup varlıklardan ikisine de uyan ikinci bir «form» oluşturur. Böylece bu soyutlama işlemi devam eder ve sonunda artık kendisi ile karşılaştırma yapılması mümkün bir varlık kalmayan, dolayısı ile en genel ve en basit odan bir «tümel»e varılır. Örneğin, etrafımızda gördüğümüz duyusal-bireysel insani varlıklardan hareketle, onların hepsine uyan bir «insan türü formu» elde edilir. Sonra insanlar, hayvanlarla karşılaştırılır. Onların ortak niteliklerinden «hayvan cinsi formu» elde edilir. Sonra insanlar ve hayvanlar birlikte bitkilerle karşılaştırılır v.b. ve böylece sonunda «en yüksek cins» e, yani kendisi ile karşılaştırılması mümkün bir başka varlığın kalmadığı «töz»e varılır.

Şimdi bilgi bu yolla, yani gitgide daha genelleşen bir takım formların soyutlama yolu ile elde edilmesi, böylece varlıkların özlerinin doğrudan bir görü ile algılanması yoluyla kavranması gibi bir başka yolla veya bu aşamadan sonra gelen bir başka aşama sonucunda da elde edilebilir: Zihin bir şeyi, bir başka şey hakkında bir yargılama işlemi sonucunda tasdik ederek de bilgiye varabilir. İşte bu işlemlerden birincisi tasavvur, ikincisi tasdik işlemi veya yolu'dur.

İbni Haldun tasavvur ile tasdik arası ilişkileri incelediği zaman, bilgi değeri ve amacı bakımından tasavvurun tasdikten önce geldiğini söyler. Çünkü, filozoflara göre tasavvurun faydası veya amacı, şeylerin hakikatlerinin bilgisidir. İmdi tasdikle ilgili bilginin amacı da budur. Bundan ötürü tasdikin, yani yargıda bulunmanın nihai amacı da gerçekte tasavvurun kendisidir. Kısaca tasdik, aslında tasavvur için bir araçtır.

İbni Haldun'un bu şekilde tanımladığı, konu ve amaçlarını belirlediği mantığa ve bu mantığın dayandığını düşündüğü bu bilgi kuramına bazı itirazları olacaktır. Ancak daha önce mantık hakkında İslâm'da ortaya çıkmış olan birtakım yanlış anlayışları, bu mantığa haksız olarak yapılmış olan birtakım eleştirileri bertaraf etmesi gerekmektedir. Bu yanlış anlayışlardan birini, İbni Haldun'a göre, mantığın kendisi bilgi vermeyen, fakat bilginin elde edilmesinde bir aracı ve yardımcı olan bir disiplin olduğu noktasını gözden kaçıran bazı kimseler temsil etmektedir.

İbni Haldun'a göre bilimler, bir başka açıdan «bizzat kendisi için istenen bilimler»le ('ulûm maksuda bi al-zât), bu bilimler için bir «araç ve yardımcı» olan bilimler ('ulûm vasıla âliyya li hazini al-'ulûm) olmak üzere ikiye ayrılabilirler. Örneğin Tefsir, Hadîs, Fıkıh, Kelâm gibi «şer'i» bilimler, Doğa bilimi(al-Tabiiyyat), Tanrıbilim (al-İlâhiyyat) gibi felsefi bilimler bu birinci grup bilimlerdendir. Buna karşılık Arap dili ile ilgili bilimler, aritmetik ve benzerleri bu birinci türden şer'î bilimlere, mantık ise bu birinci türden felsefi bilimlere yardımcı bilimlerdir. Şimdi bu birinci tür, yani kendileri için istenen bilimlerde istenildiği kadar derinleşilebilir, onların konuları, sorunları istenildiği kadar ayrıntılı olarak ele alınıp işlenebilir. Ancak Arap dili ile ilgili bilimler, aritmetik, mantık ve benzerleri gibi asıl bu birinci türden bilimlere yardımcı, onlar için bir araç olan bilimlerde böyle bir şey doğru değildir. Bunlar ancak diğer bilimlere yardımcı olmaları bakımından ve bu ölçüde işlenmelidirler. Bunun tersini yapmak, onların varlık nedenlerine ve amaçlarına aykırı düşer. Ancak İbni Haldun'a göre son zamanlarda İslâm'da yetişen bazı bilginler «gramer» le, mantıkla, «Fıkhın Esasları» (Usûl al-Fıkh) ile, yani bu yardımcı ve araç bilimlerle ilgili olarak bu yanlış yola sapmışlar, bu bilimleri gereğinden fazla işleyerek birer araç olmaktan çıkarıp adeta birer amaç haline getirmişlerdir. Yani onlar gerçek bilgi yerine yöntem bilgisi ile, gerçek bilimler yerine yöntembilimle ilgilenmeye başlamışlardır.

İbni Haldun'a göre mantık hakkında diğer bir yanlış anlayışı veya tutumu, onunla bilgi veya bilim arasındaki ilişkiyi kopararak, mantığı sadece formel çıkarsama ilkelerine, biçimsel akıl yürütmeleri indirgemek isteyen Fahr al-din al-Razi ve Afzal al-din al-Hunaci gibi yine «son zamanlarda ortaya çıkan birtakım bilginler» temsil etmektedir. İbni Haldun bu olayı da şöyle sergilemektedir: mantığı sistemleştirerek ortaya koymuş olan Aristoteles'in mantıkla ilgili sekiz kitabı vardır. Bu kitaplardan ilk üçü, kıyasın «biçim» (sürat), geri kalan beşi ise kıyasın «içerik»i (madde) üzerinedir. Bu ne demektir? İbni Haldun'a göre mantıkta kıyas, bazan götürdüğü, verdiği sonuç bakımından incelenir. Bazan ise bu sonucun kendisi göz önüne alınmaksızın, bu sonuca nasıl götürdüğü bakımından incelenir. Birinci bakımdan kıyasın incelenmesine mantıkta onun içeriği yani götürdüğü sonucun «pekin» (yakınî) veya «olası» (zannî) herhangi bir bilgiyi vermesi bakımından incelenmesi denir. İkinci bakımdan kıyasın incelenmesine ise, onun «biçim» i bakımından, yani herhangi bir özel bilgi sonucuna götürmesi bakımından değil de mutlak, genel olarak bir sonuca nasıl götürdüğü bakımından incelenmesi denir.

Yine İbni Haldun'a göre Aristoteles, mantık kitaplarının ilk üçünde sırasıyla «en yüksek cinsler» i, yani kategorileri (Kitab al-makûlât), yargıları ve çeşitlerini (Kitab al-'İbara), kıyası ve genel olarak onun nasıl sonuca götürdüğünü (Kitab al-kıyâs) incelemiştir. Böylece bu üç kitapta kıyasın «biçim» i bakımından incelenmesi tamamlanmıştır. Geri kalan beş kitapta ise kıyas, götürdüğü sonuçların asıl bilgi değeri, yani «içerik»i bakımından bir incelemeye tâbi tutulmuştur. Kıyas sonucunda elde edilmek istenen bilgi ya «pekin» bir bilgidir veya farklı düzeylerde «olası» bilgilerden ibaret olacaktır. İşte dördüncü kitap (Kitab al-burhân) bu pekin bilgiye götürmesi bakımından kıyası ele alır ve böyle bir bilgiye götürmek için onu öncüllerinin hangi nitelikte olması gerektiği v.b. türünden sorunları inceler. Geri kalan dört kitapta da kıyas, bu kez pekin olmayan, çeşitli düzeylerdeki «olası» bilgilere götürmesi, yani yine «içerik»i bakımından incelenir.

İbni Haldun'a göre Aristoteles'in mantıkla ilgili bu sekiz kitabı ve «beş tümel» le ilgili İsâgucî Arapçaya çevrildikten sonra bunlar üzerinde Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt gibi filozoflar çeşitli çalışmalar yapmışlar, bunlara şerhler, telhisler yazmışlardır. Bunlardan sonra gelen ve «son zamanlarda ortaya çıkan birtakım bilginler» ise kıyasın bu «içerik» i bakımından incelemesini ihmal veya tamamen terk ederek, onu sadece «biçim» i bakımından incelemeye başlamışlardır. Böylece Aristoteles'in mantıkla ilgili son beş kitabına çok az ilgi göstermişler, genellikle sanki onlar hiç yokmuş gibi çalışmalarını tamamen ilk üç kitap üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunun sonunda bu kişiler mantığı, aslında bilimler için bir araç olarak almaktan uzaklaşıp, onu kendi başına işlenmesi gereken bir disiplin gibi görmeye başlamışlardır.

İbni Haldun onların bu mantık anlayışlarına ve tutumlarına şiddetle karşı çıkmaktadır. Çünkü ona göre kıyasın «içerik» i bakımından incelenmesi ve bununla ilgili kitaplar mantığın önemli bir kısmını, asıl amacını teşkil etmektedir. Mantığın faydası, meyveleri asıl kıyasın bu götürdüğü sonuçların, uygulandığı içeriğin bilgi değeri üzerinde olan araştırmalarda yatmaktadır. Kıyasları veya mantığı amaçlanan bir bilgiye, doğru bilgiye götürmeleri bakımından değil de birtakım sonuçlara nasıl götürdükleri bakımından, yani salt formel (sûrî) bakımdan incelemek doğru değildir."

İbni Haldun'un yukarda birinci olarak zikrettiğimiz, mantığı asıl bilimler için bir yardımcı, bir araç olarak görmeyip, kendisi için istenen bir bilim olarak gören kişilerle, buradaki bu, mantıkla bilgi veya bilim arasındaki ilişkileri kopararak onu salt bir formel disiplin kılmak isteyen kişileri kastediyor olması çok olasıdır. Çünkü bu ikinciler de «sonradan ortaya çıkan birtakım bilginler» dir ve mantığı, bilgiye erişmek için bir araç olarak değil, kendi başına işlenmesi gereken bir bilim dalı olarak görmektedirler. Ne olursa olsun, İbni Haldun açıkça bu kişilere ve mantık hakkında böyle bir anlayışa karşıdır. İbni Haldun için mantık, daha önce de söylediğimiz gibi zihnin formel olarak nasıl işlediğini, nasıl tutarlı çıkarsamalarda bulunduğunu araştıran bir disiplin değildir. O amacı doğru bilgiye eriştirecek yöntemleri ortaya koymak olan bir yöntembilimdir.

İbni Haldun'un İslâm'da mantık tanındıktan sonra onun imkânım reddetmek üzere ortaya çıkan diğer bir tutuma, bu kez Aristoteles mantığının bizzat kendisine yöneltilmiş diğer bir eleştiriye de karşı çıktığı görülmektedir. Bu eleştiri ile de nominalist Eş'ari kelâmcılarmm, özellikle Bakıllani ve Ebu İshak al-İsüarayini'nin Aristoteles mantığına yapmış oldukları görülen bir eleştirilerini kastediyoruz. Bu eleştiri hakkındaki bilgiyi de yine İbni Haldun'dan alıyoruz.

İbni Haldun'a göre, Eş'ari'den sonra gelen Bakıllani'de Eş'ari Kelâmı önemli bir gelişme kaydetmiştir. Bakıllani, Eş'ari'nin Kelâm'ın belli başlı sorunları üzerindeki ana görüşlerini ve tezlerini desteklemek üzere bir doğa felsefesi geliştirmeye gitmiştir. Bu doğa felsefesi, atomcu bir felsefedir. Belli başlı tezleri atomların ve boşluğun varlığı, cisimlerin arazlarla varlıkta durdukları, arazların ve atomların yaratılmış oldukları vb.dir. Bakıllani bu doğa felsefesi aracılığıyla Eş'ari'nin Kelâmla ilgili tezlerini desteklemek, onlara temel sağlamak istemiştir.

Yine İbni Haldun'a göre Bakıllani ve diğer Eş'ari çizgisindeki Kelâmcılar, ayrıca, bu atomcu doğa felsefesinin tezleri, bu tezlerin dayandıkları ilkelerle, onlarla desteklemek amacında oldukları İslâm «dogmatik» i arasında karşılıklı ve birbirlerine dönüşlü bir ilişki kurmak istemişlerdir. Bunun için Bakıllani bir tür aksiyom değerinde olmak üzere şöyle bir görüş ortaya atmıştır: «Bir kanıtın yanlışlığı, bu kanıtın işaret ettiği şeyin yanlışlığını gerektirir». İmdi burada söz konusu edilen kanıt, Bakıllani'nin doğa felsefesinde dayandığı ilkeler ve ileri sürdüğü tezlerdir. Bu kanıtın işaret ettiği şey ise, Eş'ari Kelâmcıları tarafından anlaşıldıkları şekilde İslâm dogmatiğinin ana tezleridir. Bakıllani burada İslâm dogmatiğinin ana tezlerinin ancak kendi ortaya atmış olduğu doğa felsefesinin ilkeleri ile kanıtlanabileceği, eğer ou ilkeler kabul edilmezse onların sallantıda kalacağı görüşünü tesis etmek istemiştir. Bu durumda, yine Bakıllani'ye göre, bu doğa felsefesinin kendisine, ilkelerine yöneltilebilecek herhangi bir eleştiri, onların kabul edilmemesi, ancak onlarla kanıtlanabilme, temellendirilebilme imkânında olan sözü edilen dogmatiğin kabul edilemiyeceği, onun yanlış olduğu anlamına gelecektir. Böylece İbni Haldun'a göre Bakıllani, bu doğa felsefesine, onunla desteklemek istediği İslâm dogmatiğinin kendisi gibi bir tür dokunulmazlık verdirmek istemiştir.

1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP