DİL - 2
|
5. yüzyıl yaşamında dil, belirli, somut; kılgısal amaçlar için bir araç olmuştu. O, büyük siyasal savaşımlarda en güçlü silahtı. Bu araca sahip olmayan hiç kimse önder rolünü oynamayı bekleyemezdi. Dili doğru biçimde kullanmak ve sürekli olarak geliştirip güçlendirmek yaşamsal önem taşıyordu. Sofistler bu amaç için yeni bir bilgi dalı yarattılar. Dilbilgisi veya kökenbilim değil, söylevcilik (rhetonic) onların gerçek ilgi alanı oldu. Sofistlerin bilgi (sophia) tanımında söylevcilik odak noktayı tutmakta dır. Terimlerin veya adların ‘’doğruluk» veya “doğru oluş”larına ilişkin tüm tartışmalar yararsız ya da yüzeysel tartışmalar haline geldi. Çünkü sofistlere göre adlar nesnelerin doğasını dile getirmek üzere kullanılmazlar, nesnel karşılıkları yoktur. Onların gerçek görevi, nesneleri betimlemek değil, insanda duygular uyandırmak; yalnızca düşün ve düşünceler taşımakla kalmayıp insanları belli eylemlere itmektir.
Şimdiye dek söylencebilimsel, metafiziksel ve kullanımsal olmak üzere dilin işlev ve değerine ilişkin üç tür anlâyışla karşılaştık: Ama tüm bu değerlendirmeler bir anlamda konu dışında kalıyorlar, çünkü hepsi de dilin en önemli özelliklerinden birini göz önüne almıyorlar. En temel insansal deyiler yalnızca keyfi göstergeler olmadıkları gibi fiziksel nesnelere göndermede bulunmazlar. Füsei on)doğadan varolan) veya thesei on (sonradan konmuş olan) seçeneği onlara uygulanmaz. Onlar “yapma” olmayıp “doğal”dırlar; amâ dış nesnelerin doğası ile hiç bir bağlantıları yoktur. Yalnızca kanı, âdet veya alışkanlıklara dayanmazlar; kökleri çok daha derinlerdedir. Qnlar insan duygularının istençsiz anlatımları, ünlemler ve ansızdan ansızın çıkıveren sözcüklerdir. Bu ünlemsel kuramın bir doğabilimcisi, Grek düşünürleri içindeki en büyük bilgin tarafından sunulmuş olması bir rastlantı değildi.
Demokritos, insan dilinin duygusal Özyapıdaki belli seslerden kaynaklandığı savını ilk ortaya atan düşünürdü, Daha sonra, Epicuros ve Lucretius 'da Demokritos'un yetkisine dayanarak aynı görüşü savundular. Bu görüşün dil kuramı üzerinde sürekli .bir etkisi oldu. Üstelik 18. yüzyıla değin hemen hemen aynı biçimde Vico veya Rousseau gibi düşünürlerce de savunuldu. Bu ünlemsel savın büyük yararlarını bilimsel görüş açısından anlamak kolaydır. Burada bizim artık yalnızca kurguya (speculation) dayanmak zorunda olmadığımız görülüyor. Biz pekiştirilebilir bazı olguları ortaya çıkarmış bulunmaktayız ve bu olgular insansal olanla sınırlanmış değiller. İnsan konuşması (dili) doğâca tüm canlı yaratıklara verilmiş temel bir içgüdüye indirgenebilir. Yeğin korku, öfke, acı ya da sevinç çığlıkları insana özgü özellikler değildirler: Onları hayvansal dünyanın her yanında buluruz. Toplumsal konuşma olgusunu geriye bu dirimbilimsel nedene götürmekten daha usa yatkın bir şey olamazdı. Eğer Demokritos'un öğrencilerinin ve izleyicilerin savını benimsersek anlambilim artık ayrı bir bilgi alanı olamaz. Dirimbilim ve fizyolojinin alanı hale gelir.
Buna karşın ünlemsel kuram, dirimbilimin kendisi yeni bir bilimsel temel buluncaya değin olgunlaşamazdı. İnsan konuşmasını belli dirimbilimsel olgularla birleştirmek yeterli değildi. Bu bağlantının evrensel bir ilke ile temellendirilmesi gerekiyordu. Böyle bir ilke, evrim kuramınca sağlândı.
DARWİN
Darwin'in kitabı çıktığında yalnız bilim adamları ve filozoflarca değil, dilbilimcilerce de büyük bir coşkunlukla karşılandı. İlk yazıları ile Hegel'e bağlı ve 0'nun öğrencisi olduğunu gösteren August Schleicher Darwin'in yandaşı oldu. Darwin'in kendisi konusunu kesinlikle bir doğalcının görüş açısıyla ele almıştı. Ama genel yöntemi dilbilimsel olaylara da kolaylıkla uygulanabildiği için O, dilbilim alanında, araştırılmamış bir yönden söz açmış gibi göründü. İnsan ve Hayvanlardaki Duygııların Anlatımı' başlıklı kitabında Darwin dile getirici ses ya da edimlerin kesin dirimbilimsel gereksinmelerce buyurulduklarını ve belirli dirimbilimsel kurallara göre kullanıldıklarını göstermiştir. Bu açıdan yaklaşıldıkta dilin kökenine ilişkin eski bilmece, kesinlikle deneysel ve bilimsel bir tutumla ele alınabilirdi. Böylece insan dili devlet içinde bir devlet olmaktan çıktı ve genel bir doğal yetenek oldu.
Ama burada temel bir güçlük yine yerinde kalıyordu. Dilin kökenine ilişkin dirimbilimsel kuramların yaratıcıları ağâçları yüzünden ormanı görmekte başarısızlığa düştüler, onlar ünlemden konuşmayâ giden dolaysız bir yol bulunduğu varsayımı ile işe başladılar. Ama bu, sorunu çözümlemek değil, kanıtlanmış olduğunu varsaymaktı. Açıklanması gereken yalnızca insan konuşması olgusu olmayıp bu olgunun yapısıydı.
DUYGUSAL DİL - ÖNERME DİLİ
Bu yapının çözümlenmesi duygusal dille önerme dili arasında köktenci bir ayrım bulunduğunu ortaya çıkarır. Bu iki dil aynı düzeyde değildirler. Onları genetik olarak birleştirme olanağı bulunsaydı bile, birinden karşıtı olan ötekine geçiş her zaman mantıksal açıdan bir metabasis eis allo genos, yani bir cinsten bir başka cinse geçiş olarak kalmak zorundadır. Görebildiğim kadarıyla hiçbir dirimbilimsel kuramın mantıksal ve yapısal ayrımı ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Önermesel dille duygusal dili ayıran sınır çizgisini herhangi bir hayvanın aşmış olup olmadığı konusunda hiçbir ruh- bilimsel kanıtımız yok. «Hayvan dili> olarak adlandırılan dil, her zaman tümüyle öznel bir dil olarak kalır; çeşitli duygu durumlarım dile getirir ama nesneleri ayırıp betimleyemez°. Öte yandan, kültürünün en aşağı evrelerinde bile insanın yalnızca duygusal bir dile ya da bir jestler diline indirgendiği konusunda da hiç bir tarihsel kanıt yok. Eğer biz kesinlikle deneysel olan bir yöntem izlemeyi istiyorsak olasılıkları düşünülebilsek bile en azından kuşkulu ve koşullu olan bu türden varsayımlardan vazgeçmemiz gerekir.
OTTO JESPERSEN
Gerçekten de bu kuramları daha yakından incelediğimiz zaman dayandıkları temel ilkenin kuşku, götürür bir ilke olduğunu görüyoruz. Bu kuramların savunucuları kısa bir süre sonra ilk bakışta yadsır ya da en azından küçümser gibi göründükleri aynı ayrımı onaylamak ve vurgulamak zorunda kalıyorlar. Bu olguyu gösterebilmek için birincisi dilbilimden ikincisi ruhbilimsel ve felsefî yazından alınmış iki somut örnek seçeceğim. Otto Jespersen dılin kökeni gibi eski bir soruna büyük bir ilgi duymayı sürdüren modern dilbilimcilerden sonuncusuydu belki de. 0, bu soruna ilişkin önceki tüm çözümlerin yetersizliklerini yadsımıyordu. Ger,çekte o, daha başarılı olacağını umduğu ve enine boyuna açıkladığı yeni bir,yöntemi bulmuş olduğuna inanmaktaydı. Jespersen diyor ki: Öğütlediğim ve ilk kez tarafımdan tatarlı bir şekilde uygulanan yöntem, kullandığımız modern dilleri tarihin ve gereçlerimizin elverdiği ölçüde geriye doğru izlemektir... Eğer bu şüreçle sonunda artık gerçek bir dil olarak değil de dil öncesi bir şey olarak adlandırabileceğimiz, ağızdan çıkan sesler betimlemesine ulaşırsak o zaman sorunumuz çözümlenmiş olacaktır. Çünkü, hiçlikten bir şey yaratma, insan anlığı tarafından hiçbir zaman kavranamadığı halde, değişim anlayabileceğimiz bir şeydir.
Bu kurama göre, böylesine bir değişim, başlangıçta duygusal çığlıklar ya.' da belki de müzikal anlatımlardan başka bir şey olmayan insansal sözler, adlar olarak kullanıldıklarında başgösterdi. Bâşlangıçta karmakarışık anlamsız seslerden ibaret olan bir şey, bu şekilde bir düşünce aracı haline geldi. Örneğin yenilgiye uğratılıp öldürülen bir düşman üzerine belli bir melodi ve bir sesler birleşimi olarak söylenen bir yengi ezgisi, bu özel olay ya da düşmanını öldüren insan için uygun bir ada dönüştürülebilirdi. Ve artık bu gelişme, anlatımın benzer durumlara eğretilemelere dayanarak aktarılması ile sürdürülebilirdi. Ama, tüm sorunumuzu cok dar bir şekilde içeren kesinlikle bu eğretilemelere dayanan aktarımdır. Böyle bir ortamın şimdiye değin yalnızca birer çığlık, güçlü duyguların istenç dışı boşalımları olmuş olan sesli sözlerin tümüyle yeni bir görev görmekte oldukları anlamına gelir. Onlar, belirli bir anlam taşıyan simgeler olarak kullanılmaktadırlar: Jespersen, Benfey'in ünlemle sözcük arasında ünlemin dilin olumsuzlanması olduğunu söylememize yetecek kadar büyük bir uçurum bulunduğu konusundaki bir gözleminden söz ediyor. Ünlem dilin olumsuzlanmasıdır, çünkü biz ünlemleri ya konuşamadığımız ya da konuşmayacağımız zaman kullanırız. Jespersen'e göre dil, ünlemle anlatımın yerine, bildirişme geçtiğinden doğmuştur. Ama bu önemli adımın nedeni, bu kuramca açıklanmamış yalnızca böyle bir şey olduğu varsayılmıştır.
Aynı eleştiri Grace de Laguna'nın kitabı Speech. Its Function and Develozımeni (Konuşma, İşlevi ve Gelişmesi)'da geliştirdiği sav için de geçerlidir. Burada sorunun çok daha ayrıntılı ve özenle hazırlanmış bir değerlendirmesini buluyoruz. Jespersen'ın kitabında zaman zaman rastladığımız daha çok düşsel olan kavramlar, burada ortadan kaldırılıyorlar.
Çığlıktan konuşmaya geçiş aşamalı bir dışlaştırma (objectification) süreci olarak betimleniyor. Duruma ilişkin ilkel duygusal nitelikler, tüm olarak değişikliğe uğradıkları gibi, durumun algılanan özelliklerinden de ayrılıyorlar. ’’... hissedilmekten çok bilinen nesneler ortaya çıkıyorlar... Bu artan koşulluluk dizgesel bir biçim alıyor... sonunda... gerçekliğin nesnel düzeni ortaya çıkıp dünya gerçekten bilinir hale geliyor’’, Bu dışlaştırma ve dizgeleştirme gerçekte insan dil'inin en temel ve en önemli görevidir. Ama yalnızca ünlemsel bir kuramın bu kesin adımı nasıl açıklayabileceğini anlayamıyorum. Ayrıca, Profesör de Laguna'nın açıklamasında ünlemlerle adlar arasındaki aralık kapatılmamıştır; tersine çok daha kesin bir biçimde göze çarpmaktadır. Genel olarak konuşuldukta, konuşmanın salt ünlemlerden gelişme yoluyla oluşmuş olduğuna inanmaya eğilim göstermiş olan yazarların sonunda ünlemlerle adlar arasındaki ayrımın aralarında varolduğu sanılan özdeşlikten çok daha büyük' ve çok daha önemli olduğu sonucuna itilmeleri dikkate değer bir olgudur. Örneğin, Gardiner insan ve hayvan dili arasında «temelli bir türdeşlik bulunduğu açıklaması ile işe başlıyor: Ama, kuramını geliştirirken hayvan dili ile insan konuşması arasında bu temelli türdeşliği hemen hemen gölgede bırakacak kadar canalıcı bir ayrım bulunduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Görünüşteki benzerlik gerçekte yalnızca biçimsel, işlevsel ayrı cinstenliği dışta bırakmayıp tersine önemle dile getiren özdeksel bir bağlantıdır.
DİLİN KÖKENİ
Dilin kökeni sorusu insan anlığı için her zaman garip ve büyüleyici etkisi olan bir soru olmuştur. Anlığının ilk pırıltılarıyla birlikte insan, bu sorun üzerinde düşünmeye başlamıştır. Söylencebilimsel öykülerin çoğundan insanın Tanrıdan ya da göksel bir öğretmenin yardımıyla konuşmayı nasıl öğrendiği konusunda bilgi alırız. Eğer söylencebilimsel düşüncenin ilk öncüllerini kabul edersek dilin kökenine duyulan bu ilgi kolaylıkla anlaşılabilir. Söylence fiziksel ve insansal dünyanın şimdiki durumunu uzak geçmişe geri gidip nesnelerin bu ilkel evresinden çıkarmaktan başka bir açıklama biçimi bilmez. Ama aynı eğilimin felsefi düşüncede hâlâ egemen olduğunu görmek hem şaşırtıcı hem de aykırı-kanısal bir durumdur. Burada dizgesel soru yüzyıllar boyunca genetik tarafından gölgede bırakılmıştır. Bir kez genetik soru çözümlenirse bunun kaçınılmaz sonucu olarak tüm öteki sorunların da hemen çözümleneceği düşünülmüştü. Ama genel bilgikuramsal görüş açısından bu asılsız bir varsayımdı. Bilgi kuramı bize genetikle dizgesel sorunlar arasına her zaman kesin bir sınır' çizgisi çizmemiz gerektiğini öğretmiştir. Bu iki tipin karıştırılması yanıltıcı ve tehlikelidir. Öteki bilgi dallarında kesinlikle yerleşmiş olduğu görülen bu yöntembilimsel kural nasıl olup da dilbilimsel sorunlarla uğraşılırken unutulmuştur?
Şimdiye dek söylencebilimsel, metafiziksel ve kullanımsal olmak üzere dilin işlev ve değerine ilişkin üç tür anlâyışla karşılaştık: Ama tüm bu değerlendirmeler bir anlamda konu dışında kalıyorlar, çünkü hepsi de dilin en önemli özelliklerinden birini göz önüne almıyorlar. En temel insansal deyiler yalnızca keyfi göstergeler olmadıkları gibi fiziksel nesnelere göndermede bulunmazlar. Füsei on)doğadan varolan) veya thesei on (sonradan konmuş olan) seçeneği onlara uygulanmaz. Onlar “yapma” olmayıp “doğal”dırlar; amâ dış nesnelerin doğası ile hiç bir bağlantıları yoktur. Yalnızca kanı, âdet veya alışkanlıklara dayanmazlar; kökleri çok daha derinlerdedir. Qnlar insan duygularının istençsiz anlatımları, ünlemler ve ansızdan ansızın çıkıveren sözcüklerdir. Bu ünlemsel kuramın bir doğabilimcisi, Grek düşünürleri içindeki en büyük bilgin tarafından sunulmuş olması bir rastlantı değildi.
Demokritos, insan dilinin duygusal Özyapıdaki belli seslerden kaynaklandığı savını ilk ortaya atan düşünürdü, Daha sonra, Epicuros ve Lucretius 'da Demokritos'un yetkisine dayanarak aynı görüşü savundular. Bu görüşün dil kuramı üzerinde sürekli .bir etkisi oldu. Üstelik 18. yüzyıla değin hemen hemen aynı biçimde Vico veya Rousseau gibi düşünürlerce de savunuldu. Bu ünlemsel savın büyük yararlarını bilimsel görüş açısından anlamak kolaydır. Burada bizim artık yalnızca kurguya (speculation) dayanmak zorunda olmadığımız görülüyor. Biz pekiştirilebilir bazı olguları ortaya çıkarmış bulunmaktayız ve bu olgular insansal olanla sınırlanmış değiller. İnsan konuşması (dili) doğâca tüm canlı yaratıklara verilmiş temel bir içgüdüye indirgenebilir. Yeğin korku, öfke, acı ya da sevinç çığlıkları insana özgü özellikler değildirler: Onları hayvansal dünyanın her yanında buluruz. Toplumsal konuşma olgusunu geriye bu dirimbilimsel nedene götürmekten daha usa yatkın bir şey olamazdı. Eğer Demokritos'un öğrencilerinin ve izleyicilerin savını benimsersek anlambilim artık ayrı bir bilgi alanı olamaz. Dirimbilim ve fizyolojinin alanı hale gelir.
Buna karşın ünlemsel kuram, dirimbilimin kendisi yeni bir bilimsel temel buluncaya değin olgunlaşamazdı. İnsan konuşmasını belli dirimbilimsel olgularla birleştirmek yeterli değildi. Bu bağlantının evrensel bir ilke ile temellendirilmesi gerekiyordu. Böyle bir ilke, evrim kuramınca sağlândı.
DARWİN
Darwin'in kitabı çıktığında yalnız bilim adamları ve filozoflarca değil, dilbilimcilerce de büyük bir coşkunlukla karşılandı. İlk yazıları ile Hegel'e bağlı ve 0'nun öğrencisi olduğunu gösteren August Schleicher Darwin'in yandaşı oldu. Darwin'in kendisi konusunu kesinlikle bir doğalcının görüş açısıyla ele almıştı. Ama genel yöntemi dilbilimsel olaylara da kolaylıkla uygulanabildiği için O, dilbilim alanında, araştırılmamış bir yönden söz açmış gibi göründü. İnsan ve Hayvanlardaki Duygııların Anlatımı' başlıklı kitabında Darwin dile getirici ses ya da edimlerin kesin dirimbilimsel gereksinmelerce buyurulduklarını ve belirli dirimbilimsel kurallara göre kullanıldıklarını göstermiştir. Bu açıdan yaklaşıldıkta dilin kökenine ilişkin eski bilmece, kesinlikle deneysel ve bilimsel bir tutumla ele alınabilirdi. Böylece insan dili devlet içinde bir devlet olmaktan çıktı ve genel bir doğal yetenek oldu.
Ama burada temel bir güçlük yine yerinde kalıyordu. Dilin kökenine ilişkin dirimbilimsel kuramların yaratıcıları ağâçları yüzünden ormanı görmekte başarısızlığa düştüler, onlar ünlemden konuşmayâ giden dolaysız bir yol bulunduğu varsayımı ile işe başladılar. Ama bu, sorunu çözümlemek değil, kanıtlanmış olduğunu varsaymaktı. Açıklanması gereken yalnızca insan konuşması olgusu olmayıp bu olgunun yapısıydı.
DUYGUSAL DİL - ÖNERME DİLİ
Bu yapının çözümlenmesi duygusal dille önerme dili arasında köktenci bir ayrım bulunduğunu ortaya çıkarır. Bu iki dil aynı düzeyde değildirler. Onları genetik olarak birleştirme olanağı bulunsaydı bile, birinden karşıtı olan ötekine geçiş her zaman mantıksal açıdan bir metabasis eis allo genos, yani bir cinsten bir başka cinse geçiş olarak kalmak zorundadır. Görebildiğim kadarıyla hiçbir dirimbilimsel kuramın mantıksal ve yapısal ayrımı ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Önermesel dille duygusal dili ayıran sınır çizgisini herhangi bir hayvanın aşmış olup olmadığı konusunda hiçbir ruh- bilimsel kanıtımız yok. «Hayvan dili> olarak adlandırılan dil, her zaman tümüyle öznel bir dil olarak kalır; çeşitli duygu durumlarım dile getirir ama nesneleri ayırıp betimleyemez°. Öte yandan, kültürünün en aşağı evrelerinde bile insanın yalnızca duygusal bir dile ya da bir jestler diline indirgendiği konusunda da hiç bir tarihsel kanıt yok. Eğer biz kesinlikle deneysel olan bir yöntem izlemeyi istiyorsak olasılıkları düşünülebilsek bile en azından kuşkulu ve koşullu olan bu türden varsayımlardan vazgeçmemiz gerekir.
OTTO JESPERSEN
Gerçekten de bu kuramları daha yakından incelediğimiz zaman dayandıkları temel ilkenin kuşku, götürür bir ilke olduğunu görüyoruz. Bu kuramların savunucuları kısa bir süre sonra ilk bakışta yadsır ya da en azından küçümser gibi göründükleri aynı ayrımı onaylamak ve vurgulamak zorunda kalıyorlar. Bu olguyu gösterebilmek için birincisi dilbilimden ikincisi ruhbilimsel ve felsefî yazından alınmış iki somut örnek seçeceğim. Otto Jespersen dılin kökeni gibi eski bir soruna büyük bir ilgi duymayı sürdüren modern dilbilimcilerden sonuncusuydu belki de. 0, bu soruna ilişkin önceki tüm çözümlerin yetersizliklerini yadsımıyordu. Ger,çekte o, daha başarılı olacağını umduğu ve enine boyuna açıkladığı yeni bir,yöntemi bulmuş olduğuna inanmaktaydı. Jespersen diyor ki: Öğütlediğim ve ilk kez tarafımdan tatarlı bir şekilde uygulanan yöntem, kullandığımız modern dilleri tarihin ve gereçlerimizin elverdiği ölçüde geriye doğru izlemektir... Eğer bu şüreçle sonunda artık gerçek bir dil olarak değil de dil öncesi bir şey olarak adlandırabileceğimiz, ağızdan çıkan sesler betimlemesine ulaşırsak o zaman sorunumuz çözümlenmiş olacaktır. Çünkü, hiçlikten bir şey yaratma, insan anlığı tarafından hiçbir zaman kavranamadığı halde, değişim anlayabileceğimiz bir şeydir.
Bu kurama göre, böylesine bir değişim, başlangıçta duygusal çığlıklar ya.' da belki de müzikal anlatımlardan başka bir şey olmayan insansal sözler, adlar olarak kullanıldıklarında başgösterdi. Bâşlangıçta karmakarışık anlamsız seslerden ibaret olan bir şey, bu şekilde bir düşünce aracı haline geldi. Örneğin yenilgiye uğratılıp öldürülen bir düşman üzerine belli bir melodi ve bir sesler birleşimi olarak söylenen bir yengi ezgisi, bu özel olay ya da düşmanını öldüren insan için uygun bir ada dönüştürülebilirdi. Ve artık bu gelişme, anlatımın benzer durumlara eğretilemelere dayanarak aktarılması ile sürdürülebilirdi. Ama, tüm sorunumuzu cok dar bir şekilde içeren kesinlikle bu eğretilemelere dayanan aktarımdır. Böyle bir ortamın şimdiye değin yalnızca birer çığlık, güçlü duyguların istenç dışı boşalımları olmuş olan sesli sözlerin tümüyle yeni bir görev görmekte oldukları anlamına gelir. Onlar, belirli bir anlam taşıyan simgeler olarak kullanılmaktadırlar: Jespersen, Benfey'in ünlemle sözcük arasında ünlemin dilin olumsuzlanması olduğunu söylememize yetecek kadar büyük bir uçurum bulunduğu konusundaki bir gözleminden söz ediyor. Ünlem dilin olumsuzlanmasıdır, çünkü biz ünlemleri ya konuşamadığımız ya da konuşmayacağımız zaman kullanırız. Jespersen'e göre dil, ünlemle anlatımın yerine, bildirişme geçtiğinden doğmuştur. Ama bu önemli adımın nedeni, bu kuramca açıklanmamış yalnızca böyle bir şey olduğu varsayılmıştır.
Aynı eleştiri Grace de Laguna'nın kitabı Speech. Its Function and Develozımeni (Konuşma, İşlevi ve Gelişmesi)'da geliştirdiği sav için de geçerlidir. Burada sorunun çok daha ayrıntılı ve özenle hazırlanmış bir değerlendirmesini buluyoruz. Jespersen'ın kitabında zaman zaman rastladığımız daha çok düşsel olan kavramlar, burada ortadan kaldırılıyorlar.
Çığlıktan konuşmaya geçiş aşamalı bir dışlaştırma (objectification) süreci olarak betimleniyor. Duruma ilişkin ilkel duygusal nitelikler, tüm olarak değişikliğe uğradıkları gibi, durumun algılanan özelliklerinden de ayrılıyorlar. ’’... hissedilmekten çok bilinen nesneler ortaya çıkıyorlar... Bu artan koşulluluk dizgesel bir biçim alıyor... sonunda... gerçekliğin nesnel düzeni ortaya çıkıp dünya gerçekten bilinir hale geliyor’’, Bu dışlaştırma ve dizgeleştirme gerçekte insan dil'inin en temel ve en önemli görevidir. Ama yalnızca ünlemsel bir kuramın bu kesin adımı nasıl açıklayabileceğini anlayamıyorum. Ayrıca, Profesör de Laguna'nın açıklamasında ünlemlerle adlar arasındaki aralık kapatılmamıştır; tersine çok daha kesin bir biçimde göze çarpmaktadır. Genel olarak konuşuldukta, konuşmanın salt ünlemlerden gelişme yoluyla oluşmuş olduğuna inanmaya eğilim göstermiş olan yazarların sonunda ünlemlerle adlar arasındaki ayrımın aralarında varolduğu sanılan özdeşlikten çok daha büyük' ve çok daha önemli olduğu sonucuna itilmeleri dikkate değer bir olgudur. Örneğin, Gardiner insan ve hayvan dili arasında «temelli bir türdeşlik bulunduğu açıklaması ile işe başlıyor: Ama, kuramını geliştirirken hayvan dili ile insan konuşması arasında bu temelli türdeşliği hemen hemen gölgede bırakacak kadar canalıcı bir ayrım bulunduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Görünüşteki benzerlik gerçekte yalnızca biçimsel, işlevsel ayrı cinstenliği dışta bırakmayıp tersine önemle dile getiren özdeksel bir bağlantıdır.
DİLİN KÖKENİ
Dilin kökeni sorusu insan anlığı için her zaman garip ve büyüleyici etkisi olan bir soru olmuştur. Anlığının ilk pırıltılarıyla birlikte insan, bu sorun üzerinde düşünmeye başlamıştır. Söylencebilimsel öykülerin çoğundan insanın Tanrıdan ya da göksel bir öğretmenin yardımıyla konuşmayı nasıl öğrendiği konusunda bilgi alırız. Eğer söylencebilimsel düşüncenin ilk öncüllerini kabul edersek dilin kökenine duyulan bu ilgi kolaylıkla anlaşılabilir. Söylence fiziksel ve insansal dünyanın şimdiki durumunu uzak geçmişe geri gidip nesnelerin bu ilkel evresinden çıkarmaktan başka bir açıklama biçimi bilmez. Ama aynı eğilimin felsefi düşüncede hâlâ egemen olduğunu görmek hem şaşırtıcı hem de aykırı-kanısal bir durumdur. Burada dizgesel soru yüzyıllar boyunca genetik tarafından gölgede bırakılmıştır. Bir kez genetik soru çözümlenirse bunun kaçınılmaz sonucu olarak tüm öteki sorunların da hemen çözümleneceği düşünülmüştü. Ama genel bilgikuramsal görüş açısından bu asılsız bir varsayımdı. Bilgi kuramı bize genetikle dizgesel sorunlar arasına her zaman kesin bir sınır' çizgisi çizmemiz gerektiğini öğretmiştir. Bu iki tipin karıştırılması yanıltıcı ve tehlikelidir. Öteki bilgi dallarında kesinlikle yerleşmiş olduğu görülen bu yöntembilimsel kural nasıl olup da dilbilimsel sorunlarla uğraşılırken unutulmuştur?