DİL - 4
|
PRAG DİLBİLİM ÇEVRESİ
Prag dilbilim çevresinin çalışmaları ve Trubetzkoy'un yapıtlarında geliştiği şekille modern yapısalcılık soruna çok değişik bir açıdan yaklaştı. İnsan, konuşmasına ilişkin 'olaylarda bir zorunluluklar bulma umudundan vazgeçmedi; tersine bu zorunluluğu vurguladı. Ama yapısalcılık için zorunluluk kavramı yeniden tanımlanması ve yalnızca nedensel olmaktan çok ereksel anlamında da anlaşılması gereken bir kavramdı. Dil, yalnızca bir sesler ve sözcükler kümesi olmayıp bir dizge idi. Öte yandan onun dizgesel' düzeni fiziksel ya da tarihsel nedensellik aracılığıyla betimlenemezdi. Her özel deyim (idiom) hem biçimsel hem de içeriksel anlamda kendine özgü bir yapıya sahiptir. Eğer apayrı dillerin sesbirimlerini incelersek tek biçimli ve kesin bir şema altında toplanamayacak değişik tiplerle karşılaşırız. Bu sesbirimlerinin seçiminde değişik diller kendi bireysel ayırtkanlıklarını gösterirler. Bununla birlikte belli bir dilin ses birimleri arasında tam bir bağ olduğu her zaman gösterilebilir. Bu bağ saltık olmayıp göreli, zorunlu olmayıp koşulludur. Onu önsel olarak genel mantıksal kurallardan çıkaramayiz; bu konuda deneysel verilerimize dayanmak zorundayız. Ama bu veriler de içsel bir uyum gösterirler.Temel verileri bir kez bulduktan sonra artık onlardan kendilerine değişmez şekilde bağlı öteki verileri çıkarabiliriz.
BRÖNDAL
V. Bröndal, bu yeni yapısalcılığın izlencesini şöyle dile getiriyor: «Il faudrait etudier, les Conditions de la structure linguistique, distinguer dans les Systemes phonologiques et morpho- logiques ce qui est possible de ce qui est impossible, le contingent du necessaire. (Dilbilimsel yapının koşullarını incelemek, biçimbilimsel ve sesbilimsel dizgeler içinde olanaklı ile olanaksızı, olumsalla zorunlu olanı ayırdetmek gerekir).Eğer bu görüşü onaylarsak, insan konuşmasının içeriksel temelinin giderek sesçil olayların kendilerinin bile yeni bir yöntem ve değişik bir görüş açısıyla incelenmeleri gerekecektir. Gerçekte, artık yalnızca içeriksel bir temel olduğunu söyleyemeyiz. Biçim ve içerik arasındaki ayrım yapma ve yetersiz kalıyor. Konuşma biçim ve içerik gibi iki ayrı ve bağımsız etkene bölünemeyecek, çözümlenemeyecek bir birliktir. İşte yeni sesbilim ile daha önceki sesbilgisi tipleri arasındaki ayrım tam bu ilkede bulunmaktadır.
Sesbilimde incelediğimiz şeyler fiziksel olmayıp anlamlı seslerdir. Dilbilim seslerin doğası ile değil onların anlamsal işlevi ile ilgilenir. On dokuzuncu yüzyılın olgucu okulları ses bilgısı anlambilimin ayrı yöntemlere göre ayrı ayrı incelenmeleri gerektiğine inanmışlardı. Konuşma sesleri fizik veya fizyoloji aracılığıyla betimlenebilen gerçekte betimlenmeleri gereken fiziksel olaylar olarak kabul edilirler yalnızca. Yeni Dilbilgicilerin genel yöntembilimsel görüş açılarına göre böyle bir düşünce yalnız anlaşılır olmakla kalmaz aynı zamanda zorunludur da... Çünkü onların sesçil yasaların ayrallık (istisna) kabul etmediklerine ilişkin temel savları sesçil değişmenin sesçil olmayan etkenlerden bağımsız olduğu varsayımı üzerinde temellendirilmişti. Ses değişikliği eklemleme alışkanlığındaki bir değişmeden başka bir şey olmadığından onun bir sesbirimini her ortaya çıkışında içinde ortaya çıktığı özel dilbilimsel biçimin doğası göz önüne alınmaksızın etkilemesi gerektiği düşünüldü. Bu ikilik yeni dilbilimde ortadan kalkmıştır. Sesbilgisi artık ayrı bir alan değildir. 0~'şimdi anlambilimin bir parçası ve bölümü haline gelmiştir. Çünkü sesbirimi bir fiziksel birim olmayıp biranlam birimidir. 0 avırıcı ses-özelliğinin en küçük birimi olarak tanımlanmıştır, Herhangi bir sözün kaba işitsel özellikleri arasında anlamlı olan belli özellikler vardır. Çünkü bunlar anlam ayrılıklarını dile getirmek üzere kullanılırlar. Oysa ötekiler ayırıcı değildirler.Her dilin kendine özgü bir sesbirimleri dizgesi yani ayırıcı sesleri vardır. Çincede sözcüklerin anlamlarını değiştirmede kullanılan en önemli araç ses tonundaki değişmedir. Oysa başka dillerde böyle bir değişme önemsizdirler. Her dil belirsiz sayıdaki olanaklı fiziksel sesler cokluğundan belli sayıda sesleri kendi sesbirimleri olarak şeçer. Ama bu seçim gelişigüzel yapılmaz, çünkü sesbirimler ' uyumlu bir bütün oluştururlar. Onlar -genel tiplere belli sesbilgisel örneklere indirgenebilirler, Bu sesbilgisel örneklerin dilin en sürekli ve ayırtkan özellikleri arasında olduklarını görüyoruz. Sapir her dilin sesçil örneğini bütün tutma konusunda kuvvetli bir eğilimi bulunduğu olgusunu vurguluyor. ’Dilbilimsel biçimdeki -sesçil örnek ve biçimbilimdeki- ana uygunluk ve ayrımları şimdi bu biçimde sonra şu biçimde toplanan tek ve yayılmış özelliklerin karmaşık etkisine değil dilin özerk eğilimine bağlayacağız. Tüm toplumsal olaylar içinde dil belki de en çok kendi kendine yeteni, en kesiksiz biçimde dirençli olanıdır. Onu yok etmek bireysel biçimini küçük parcalara ayırmaktan daha kolaydır.
Ama, dilin sözkonusu olan bu «bireysel biçiminin gerçekten ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamak çok güçtür. Bu soru ile yüzyüze geldiğimizde her zaman bir . ikilemle karşı karşıyayızdır Yani burada kaçınmamız gereken iki aşırılık, bir anlamda ikisi de yetersiz olan iki köktenci çözüm var. Eğer her dilin kendi bireysel biçimî vardır savı insan konuşmasında ortak özellikler aramanın boş olduğu anlamına geliyorsa o zaman bir dil felsefesi düşüncesinin kumdan bir şato olduğunu onaylamak zorunda kalırız. Ama deneysel görüş açısından karşı çıkışlara açık olan şey bu ortak özelliklerin varlığından çok, açık seçik bir şekilde dile getirilmeleridir. Grek felsefesinde logos terimi her zaman konuşma edimi ile düşünce edimi arasında temel bir özdeşlik düşüncesini öne sürüp desteklemiştir. Dilbilgisi ve mantık konuları aynı olan iki ayrı bilgi dalı olarak düşünülmüşlerdir. Giderek dizgeleri klasik Aristotelesçi mantıktan büyük ölçüde sapmış olan modern mantıkçılar da hâlâ aynı görüştedirler. “Tümevarımcı mantığın» kurucusu olan John Stuart Mill, dilbilgisinin mantığın en ögesel bölümü olduğunu çünkü dilbilgisinin düşünce sürecini incelemenin başlangıcı sayıldığını öne sürmüştür.
Mill'e göre, dilbilgisinin ilkeleri ve kuralları dilin biçimlerinin kendileriyle evrensel düşünce biçimlerine karşılık kılındığı araçlardır. Ama, Mill bu düşüncesiyle yetinmedi. 0 özel bir dilin bölümleri dizgesinin -Latin ve Grek dilbilgilerinden çıkarılmış olan bir dizgenin- genel ve nesnel bir geçerliği olduğunu da varsaymaktaydı. Mill dilin çeşitli bölümleri, adların durumları, fiillerin kipleri ve zamanları ortaçların (participle) işlevleri arasındaki ayrımların yalnız sözcüklerde değil düşüncede olan ayrımlar olduklarına inanmaktaydı. 0, ccHer tümcenin yapısının bir mantık dersi olduğunu” öne sürer. Dilbilimsel araştırmanın gelişimi bu görüşü gittikçe daha onaylanamaz bir duruma sokmuştur. Çünkü, söz bölümleri (parts of speech) dizgesinin~ belirlenmiş ve tek biçimli bir özyapıda olmayıp dilden dile değiştiği genellikle onaylanmıştır. Bundan başka Latinceden çıkmış olan .dillerin bile Latin dilbilgisinin alışılmış terim ve deyileri (kategori) aracılığıyle yeterince dile getirilemeyecek pek çok özellikleri bulunduğu gözlemlenmiştir. Fransızca öğrencileri eğer Aristoteles'in çömezlerince yazılmamış olsaydı Fransız dil- bilgisinin çok ayrı bir biçime sahip olmuş olacağını çok kez vurgulamışlardır. Onlar Latin dilbilgisinin ayrımlarının İngilizce veya Fransızcaya uygulanmasının çok büyük yanlışlara yol açtığını ve dilbilimsel olayların önyargısız betimlemelerinde önemli bir engel olarak ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Temel ve zorunlu olduğunu sandığımız pek çok dilbilgisel ayrımlar biz Hint-Avrupa ailesinden başka dilleri inceler incelemez değerlerini yitirir ya da en azından çok kuşku götürür duruma girerler. ‘’Söz bölümlerinin ussal konuşma ve düşüncenin zorunlu ögesi olarak kabul edilecek tek ve belli bir dizgesi olması gerektiğine ilişkin düşüncenin aldatıcı’’ bir görüş olduğu ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar zorunlu olarak eski bir grammaire generale et raiisonne tasarım.ından. yani, ussal ilkeler üzerinde temellendirilmiş bir genel dilbilgisinden vazgeçmemiz gerektiğini kanıtlamaz. Ama bu tasarımı yeniden tanımlayıp, yeni bir anlayışıla dile getirmemiz gerekir. Tüm dilleri Procrustes'in yatağına'~ uzatıp söz bölümlerini tek bir dizge içinde ele almaya çalışmak boş bir 'çaba olurdu. Modern dilbilimcilerden pek çoğu genel dilbilgisinin bilimsel bir ülküden . çok bir idolayı temsil ettiğini düşünerek bizi’’genel dilbilgisi’’ terimine karşı uyaracak kadar ileri gitmişlerdir'. ' Ama böylesine uzlaşmaz köktenci bir tutum bu alanın tüm öğrencilerince paylaşılmamıştır. Bir felsefi dilbilgisi tasarımını öne sürüp savunmak için ~ciddi girişimlerde bulunulmuştur. Otto Jespersen özellikle dilbilgisi, felsefesine adanmış bir kitap yazmış ve bu kitapta gerçekten bulunduğu şekliyle her dilin yapısına dayanan sözdizimsel deyilerin yanında ya da üstünde veya arkasında, varolan dillerin ilineksel olgularından az veya çok bağımsız olan bazı deyiler bulunduğunu kanıt amaya çalışmıştır. bu deyiler tüm dillere uygulanabilir olduklarında evrenseldir. Jespersen bu deyileri ‘’kavramsal’’ diye adlandırmayı önermiş ve kavramsal deyilerle sözdizimsel deyiler arasında bağıntıyı araştırmanın her durumda dilbilgisi uzmanının görevi olduğunu düşünmüştür. Aynı görüş örneğin Hjemstev ve Bröndal gibi başka bilginler tarafından da dile getirilmiştir.
İKİLİ BİR TUTUMLA YOLA DEVAM ETMEK:
İnsan konuşmasının karmaşık ve şaşırtıci labirenti içinde bize yol gösterecek Ariadneinkine benzer bir ipucu bulabilmek 'için yolumuza ikili bir tutumla devam etmemiz gerekir. Bir_ mantıksal ve dizgesel ya da bir süredizimsel ve genetik düzen bulmaya çalışabiliriz. İkinci durumda tek tek deyimleri ve çeşitli dilbilimsel tipleri geriye, daha önceki göreli olarak basît ve biçimsiz evreye doğru izlemeye çalışırız. 19. yüzyıl dilbilimcileri çok kez bu türden girişimlerde bulunmuşlardır. Çünkü bu yüzyılda, insan konuşmasının şimdiki biçimine erişmeden önce, içinde hiçbir belirli sözdizimsel ya da biçimbilimsel biçimin bulunmadığı bir evreden geçmek zorunda kalmış olduğu kanısı yaygındı. Diller başlangıçta basit ögelerden tek heceli sesleden oluşmuşlardı. Romantizm bu görüşü tuttu. A.W. Schlegel; dilin daha önceki düzenlenmemiş şekilsiz bir durumdan geliştiğini savunan bir kuram ortaya attı. Dil bu durumdan belirli bir düzene, başka daha gelişmiş evrelere, bir soyutlayıcı, bir birleştirici, bir bütünleyici evreye geçmiştir. Schlegel'e göre bütünleyici diller bu' evrim içinde son basamaktırlar; onlar gerçek organik dillerdir. Tam bir betimsel çözümleme bu kuramların kendisine dayandığı kanıtı pek çok durumlarda ortadan kaldırmıştır. Genellikle tek heceli köklerden oluşan bir dil örneği...olarak sözü edilen Çince ele alındıkta bu dilin şimdiki soyutlayıcı evresinden önce bükünleyici bir evrenin- geldiğini göstermek olasılığı vardır. Biçimsel ilişkilerin anlâtımı örneğin özne ile tümleç, nitelik ve yüklem arasındaki ayrım dilden dile büyük ölçüde değiştiği halde biçimsel veya yapısal öğelerden yoksun hiçbir dil bilmiyoruz. Biçim olmaksızın dil yalnızca çok kuşku götürür bir tarihsel yapı görünümüne sahip olmakla kalmaz aynı zamanda çelişik bir terim de olur. En uygarlaşmamış ulusların dilleri bile kesinlikle biçimsel değildir. Tersine bu diller pek çok örneklerde çok karmaşık bir yapı sergilerler. Dünya dillerine ilişkin çok geniş bir bilgiye sahip modern bir dilbilimci olan A. Millet, bilinen hiçbir deyimin bize ilkel dilin nasıl bir dil olabileceği konusunda en ufak bir fikir bile vermediğini öne sürmüştür. İnsân konuşmasının tüm biçimleri insansal duygu ve düşünceleri açık' ve yerinde bir tutumla dile getirmeyi başardıkları sürece yetkindirler. Nasıl bizim kendi dillerimiz incelmiş ve özentili kültürümüzün amaçları ile uygunluk içindeyseler ilkel denilen diller de aynı şekilde ilkel uygarlığın koşulları ve ilkel anlığın genel eğilimi ile uygunluk içindedirler.
Örneğin Bantu ailesinden olan dillerde her ad belirli bir sınıfa aittir ve bu sınıflardan her biri kendine özgü bir örnekle karakterize edilir: Bu örnekler yalnızca adların kendilerinde görünmekle kalmazlar, tümcenin ada ilişkin tüm öteki bölümlerinde de çok karmaşık bir uyumlar ve uygunluklar dizgesine uygun olarak yinelenmeleri gerekir.
Tek tek deyimlerin çeşitliliği ve dilbilimsel tiplerin aynı cinstenliği onlara felsefi ya da bilimsel bir görüş açısından bakmamıza göre çok ayrı bir ışık altında görünür. Dilbilimci bu çeşitlilik içinde neşelenir; insan konuşmasının okyanusuna gerçek derinliğini bulmayı ummaksızın dalar. Felsefe ise her çağda bunun karşıtı olacak şekilde hareket etmiştir. Leibniz, bir Characteristica generalis olmaksızın hiçbir zaman bir Scientia Generalis bulamayacağımızı Vurgulamıştır. Modern simgesel mantık aynı eğilimi izlemektedir. Ama bu görev yerine getirilseydi bile, bir insan kültür felsefesi yine aynı sorunla karşılaşmak zorunda kalacaktı. Bir insan kültür araştırmasında biz olguları tüm çeşitlilik ve ayrımlarıyla kendi somut biçimleri içinde kabul etmek zorundayız. Dil felsefesi burada her simgesel biçimin incelenmesinde ortaya çıkan aynı ikilemle karşı karşıyadır. Bütün bu biçimlerin en yüksek, gerçekte de biricik görevleri insanları birleştirmektir. Ama hiçbiri bu birliği insanları aynı zamanda bölüp ayırmaksızın oluşturamaz. Böylece kültürün uyumunu güvence altına almak amacıyla yapılan şey, en derin uyumsuzlukların ve anlaşmazlıkların kaynağı olur. Bu, büyük çatışkı, dinsel yaşamın diyalektiğidir. Aynı diyalektik insan konuşmasında da görülür. Konuşma olmasaydı hiçbir insan toplumu olamazdı. Buna karşın, böyle bir toplum için konuşmaların çeşitliliğinden daha önemli bir engel de olamaz. Söylence (myth) ve din, bu çeşitliliği zorunlu ve kaçınılmaz ' bir olgu olarak görmeyi yadsır. Bu insanın özgün yapısı ve nesnelerin doğasından çok insanın bir yanlışına yada suçuna yükler. Söylencebilimlerin çoğunda İncil'deki Babil Kulesi öyküsüne şaşırtıcı benzerliklerle karşılaşmaktayız. Modern dönemlerde bile insan, içinde tüm insanlığın tek dile sahip olduğu o altın çağ için büyük bir özlem duymayı hep sürdürmüştür. 0, geriye ilk durumuna sanki yitirilmiş bir cennete bakarmış gibi bakar. Şimdi eski bir düş olan Lingua Ademica (Adem dili) yani yalnızca uzlaşımsal göstergelerden oluşmayıp nesnelerin asıl doğa ve özlerini dile getiren bir dil olarak insanın ilk atalarının gerçek dili artık felsefe alanında bile tümüyle ortadan kalkar. Bu Lingua Ademica sorunu 17. yüzyılın felsefeci düşünürleri ve gizemcileri tarafından (mistik) tartışılması önemle sürdürülen bir konu olmuştur.
Yine de gerçek dil birliği, eğer böyle bir birlik varsa özdeksel bir birlik olamaz; bu birlik daha çok işlevsel bir birlik olarak tanımlanmalıdır. Böyle bir birlik özdeksel veya biçimsel bir özdeşliği önceden varsaymaz. İki ayrı dil karşıt aşırılıkları kendi sesbilgisel dizgelerine ve kendi söz bölümleri dizgelerine göre dile getirebilirler.
Bu, onların konuşan bir toplumun yaşamında aynı görevi başarmalarını engellemez. Burada önemli olan nokta, araçların çeşitliliği. olmayıp erek için yeterlilikleri ve ereğe olan uygunluklarıdır. Bu ortak ereğe bir dilbilimsel tipte bir başka ,dilbilimsel tiptekinden daha yetkin bir şekilde erişildiğini düşünebiliriz. Özel deyimlerin değeri üzerinde yargı vermekte isteksiz olan Humboldt bile genel olarak konuşuldukta bükünlü (Flexional) dilleri bir tür örnek hem de yetkin örnek sayıyordu. 0'na göre bükünlü biçim, die einzig gesetzmüssige form, yani tümüyle tutarlı olup kesin kurallar izleyen biricik biçimdir. Modern dilbilimciler bizi bu türden yargılara karşı uyarmışlardır. Onlar bize dilbilimsel tipleri değerlendirmek icin ortak ve tek bir ölçü'tümüz olmadığını söylerler.. Tipleri karşılaştırırken biri ötekilere göre belirli üstünlüklere sahipmiş gibi görünebilir ama daha yakından bir inceleme bizi genellikle belli_bir tipin ekşikliği olarak adlandırdığımız şeyin başka değerlerle denkleştirilip_dengelenebileceğine inandırır. Sapir eğer dili anlamayı istiyorsak kendimizi alışılmış değerlemelerden kurtarıp İngilizceye de Hotanto diline de aynı serinkanlı amâ meraklı tarafsızlıkla bakmamız gerektiğini öne sürüyor~. Eğer nesnelerin verilen ya da hazır düzenini eşlemlemek ya da öykünmek dilin görevi olsaydı böyle bir tarafsızlığı çok güç sağlayabilirdik. İki ayrı eşlemden biri daha iyi; yani özgününe daha yakın öteki ise daha uzaktır gibi bir sonuçtan kaçınamazdık. Ama eğer konuşmaya yalnızca üretici bir işlevden çok zenğinleştirici ve yapıcı bir işlev verirsek hayli değişik bir yargılama yapabiliriz. Böyle bir durumda en büyük önemi dilin ‘’işi’’ değil ama ‘’gücü’’ taşır.'İnsan bu gücü ölçmek için yalnızca ortaya koyduklarını, ürünü ve kesin sonuçlarını inceleme~ yerine; dilbilimsel sürecin kendisini araştırmalıdır.
Prag dilbilim çevresinin çalışmaları ve Trubetzkoy'un yapıtlarında geliştiği şekille modern yapısalcılık soruna çok değişik bir açıdan yaklaştı. İnsan, konuşmasına ilişkin 'olaylarda bir zorunluluklar bulma umudundan vazgeçmedi; tersine bu zorunluluğu vurguladı. Ama yapısalcılık için zorunluluk kavramı yeniden tanımlanması ve yalnızca nedensel olmaktan çok ereksel anlamında da anlaşılması gereken bir kavramdı. Dil, yalnızca bir sesler ve sözcükler kümesi olmayıp bir dizge idi. Öte yandan onun dizgesel' düzeni fiziksel ya da tarihsel nedensellik aracılığıyla betimlenemezdi. Her özel deyim (idiom) hem biçimsel hem de içeriksel anlamda kendine özgü bir yapıya sahiptir. Eğer apayrı dillerin sesbirimlerini incelersek tek biçimli ve kesin bir şema altında toplanamayacak değişik tiplerle karşılaşırız. Bu sesbirimlerinin seçiminde değişik diller kendi bireysel ayırtkanlıklarını gösterirler. Bununla birlikte belli bir dilin ses birimleri arasında tam bir bağ olduğu her zaman gösterilebilir. Bu bağ saltık olmayıp göreli, zorunlu olmayıp koşulludur. Onu önsel olarak genel mantıksal kurallardan çıkaramayiz; bu konuda deneysel verilerimize dayanmak zorundayız. Ama bu veriler de içsel bir uyum gösterirler.Temel verileri bir kez bulduktan sonra artık onlardan kendilerine değişmez şekilde bağlı öteki verileri çıkarabiliriz.
BRÖNDAL
V. Bröndal, bu yeni yapısalcılığın izlencesini şöyle dile getiriyor: «Il faudrait etudier, les Conditions de la structure linguistique, distinguer dans les Systemes phonologiques et morpho- logiques ce qui est possible de ce qui est impossible, le contingent du necessaire. (Dilbilimsel yapının koşullarını incelemek, biçimbilimsel ve sesbilimsel dizgeler içinde olanaklı ile olanaksızı, olumsalla zorunlu olanı ayırdetmek gerekir).Eğer bu görüşü onaylarsak, insan konuşmasının içeriksel temelinin giderek sesçil olayların kendilerinin bile yeni bir yöntem ve değişik bir görüş açısıyla incelenmeleri gerekecektir. Gerçekte, artık yalnızca içeriksel bir temel olduğunu söyleyemeyiz. Biçim ve içerik arasındaki ayrım yapma ve yetersiz kalıyor. Konuşma biçim ve içerik gibi iki ayrı ve bağımsız etkene bölünemeyecek, çözümlenemeyecek bir birliktir. İşte yeni sesbilim ile daha önceki sesbilgisi tipleri arasındaki ayrım tam bu ilkede bulunmaktadır.
Sesbilimde incelediğimiz şeyler fiziksel olmayıp anlamlı seslerdir. Dilbilim seslerin doğası ile değil onların anlamsal işlevi ile ilgilenir. On dokuzuncu yüzyılın olgucu okulları ses bilgısı anlambilimin ayrı yöntemlere göre ayrı ayrı incelenmeleri gerektiğine inanmışlardı. Konuşma sesleri fizik veya fizyoloji aracılığıyla betimlenebilen gerçekte betimlenmeleri gereken fiziksel olaylar olarak kabul edilirler yalnızca. Yeni Dilbilgicilerin genel yöntembilimsel görüş açılarına göre böyle bir düşünce yalnız anlaşılır olmakla kalmaz aynı zamanda zorunludur da... Çünkü onların sesçil yasaların ayrallık (istisna) kabul etmediklerine ilişkin temel savları sesçil değişmenin sesçil olmayan etkenlerden bağımsız olduğu varsayımı üzerinde temellendirilmişti. Ses değişikliği eklemleme alışkanlığındaki bir değişmeden başka bir şey olmadığından onun bir sesbirimini her ortaya çıkışında içinde ortaya çıktığı özel dilbilimsel biçimin doğası göz önüne alınmaksızın etkilemesi gerektiği düşünüldü. Bu ikilik yeni dilbilimde ortadan kalkmıştır. Sesbilgisi artık ayrı bir alan değildir. 0~'şimdi anlambilimin bir parçası ve bölümü haline gelmiştir. Çünkü sesbirimi bir fiziksel birim olmayıp biranlam birimidir. 0 avırıcı ses-özelliğinin en küçük birimi olarak tanımlanmıştır, Herhangi bir sözün kaba işitsel özellikleri arasında anlamlı olan belli özellikler vardır. Çünkü bunlar anlam ayrılıklarını dile getirmek üzere kullanılırlar. Oysa ötekiler ayırıcı değildirler.Her dilin kendine özgü bir sesbirimleri dizgesi yani ayırıcı sesleri vardır. Çincede sözcüklerin anlamlarını değiştirmede kullanılan en önemli araç ses tonundaki değişmedir. Oysa başka dillerde böyle bir değişme önemsizdirler. Her dil belirsiz sayıdaki olanaklı fiziksel sesler cokluğundan belli sayıda sesleri kendi sesbirimleri olarak şeçer. Ama bu seçim gelişigüzel yapılmaz, çünkü sesbirimler ' uyumlu bir bütün oluştururlar. Onlar -genel tiplere belli sesbilgisel örneklere indirgenebilirler, Bu sesbilgisel örneklerin dilin en sürekli ve ayırtkan özellikleri arasında olduklarını görüyoruz. Sapir her dilin sesçil örneğini bütün tutma konusunda kuvvetli bir eğilimi bulunduğu olgusunu vurguluyor. ’Dilbilimsel biçimdeki -sesçil örnek ve biçimbilimdeki- ana uygunluk ve ayrımları şimdi bu biçimde sonra şu biçimde toplanan tek ve yayılmış özelliklerin karmaşık etkisine değil dilin özerk eğilimine bağlayacağız. Tüm toplumsal olaylar içinde dil belki de en çok kendi kendine yeteni, en kesiksiz biçimde dirençli olanıdır. Onu yok etmek bireysel biçimini küçük parcalara ayırmaktan daha kolaydır.
Ama, dilin sözkonusu olan bu «bireysel biçiminin gerçekten ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamak çok güçtür. Bu soru ile yüzyüze geldiğimizde her zaman bir . ikilemle karşı karşıyayızdır Yani burada kaçınmamız gereken iki aşırılık, bir anlamda ikisi de yetersiz olan iki köktenci çözüm var. Eğer her dilin kendi bireysel biçimî vardır savı insan konuşmasında ortak özellikler aramanın boş olduğu anlamına geliyorsa o zaman bir dil felsefesi düşüncesinin kumdan bir şato olduğunu onaylamak zorunda kalırız. Ama deneysel görüş açısından karşı çıkışlara açık olan şey bu ortak özelliklerin varlığından çok, açık seçik bir şekilde dile getirilmeleridir. Grek felsefesinde logos terimi her zaman konuşma edimi ile düşünce edimi arasında temel bir özdeşlik düşüncesini öne sürüp desteklemiştir. Dilbilgisi ve mantık konuları aynı olan iki ayrı bilgi dalı olarak düşünülmüşlerdir. Giderek dizgeleri klasik Aristotelesçi mantıktan büyük ölçüde sapmış olan modern mantıkçılar da hâlâ aynı görüştedirler. “Tümevarımcı mantığın» kurucusu olan John Stuart Mill, dilbilgisinin mantığın en ögesel bölümü olduğunu çünkü dilbilgisinin düşünce sürecini incelemenin başlangıcı sayıldığını öne sürmüştür.
Mill'e göre, dilbilgisinin ilkeleri ve kuralları dilin biçimlerinin kendileriyle evrensel düşünce biçimlerine karşılık kılındığı araçlardır. Ama, Mill bu düşüncesiyle yetinmedi. 0 özel bir dilin bölümleri dizgesinin -Latin ve Grek dilbilgilerinden çıkarılmış olan bir dizgenin- genel ve nesnel bir geçerliği olduğunu da varsaymaktaydı. Mill dilin çeşitli bölümleri, adların durumları, fiillerin kipleri ve zamanları ortaçların (participle) işlevleri arasındaki ayrımların yalnız sözcüklerde değil düşüncede olan ayrımlar olduklarına inanmaktaydı. 0, ccHer tümcenin yapısının bir mantık dersi olduğunu” öne sürer. Dilbilimsel araştırmanın gelişimi bu görüşü gittikçe daha onaylanamaz bir duruma sokmuştur. Çünkü, söz bölümleri (parts of speech) dizgesinin~ belirlenmiş ve tek biçimli bir özyapıda olmayıp dilden dile değiştiği genellikle onaylanmıştır. Bundan başka Latinceden çıkmış olan .dillerin bile Latin dilbilgisinin alışılmış terim ve deyileri (kategori) aracılığıyle yeterince dile getirilemeyecek pek çok özellikleri bulunduğu gözlemlenmiştir. Fransızca öğrencileri eğer Aristoteles'in çömezlerince yazılmamış olsaydı Fransız dil- bilgisinin çok ayrı bir biçime sahip olmuş olacağını çok kez vurgulamışlardır. Onlar Latin dilbilgisinin ayrımlarının İngilizce veya Fransızcaya uygulanmasının çok büyük yanlışlara yol açtığını ve dilbilimsel olayların önyargısız betimlemelerinde önemli bir engel olarak ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Temel ve zorunlu olduğunu sandığımız pek çok dilbilgisel ayrımlar biz Hint-Avrupa ailesinden başka dilleri inceler incelemez değerlerini yitirir ya da en azından çok kuşku götürür duruma girerler. ‘’Söz bölümlerinin ussal konuşma ve düşüncenin zorunlu ögesi olarak kabul edilecek tek ve belli bir dizgesi olması gerektiğine ilişkin düşüncenin aldatıcı’’ bir görüş olduğu ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar zorunlu olarak eski bir grammaire generale et raiisonne tasarım.ından. yani, ussal ilkeler üzerinde temellendirilmiş bir genel dilbilgisinden vazgeçmemiz gerektiğini kanıtlamaz. Ama bu tasarımı yeniden tanımlayıp, yeni bir anlayışıla dile getirmemiz gerekir. Tüm dilleri Procrustes'in yatağına'~ uzatıp söz bölümlerini tek bir dizge içinde ele almaya çalışmak boş bir 'çaba olurdu. Modern dilbilimcilerden pek çoğu genel dilbilgisinin bilimsel bir ülküden . çok bir idolayı temsil ettiğini düşünerek bizi’’genel dilbilgisi’’ terimine karşı uyaracak kadar ileri gitmişlerdir'. ' Ama böylesine uzlaşmaz köktenci bir tutum bu alanın tüm öğrencilerince paylaşılmamıştır. Bir felsefi dilbilgisi tasarımını öne sürüp savunmak için ~ciddi girişimlerde bulunulmuştur. Otto Jespersen özellikle dilbilgisi, felsefesine adanmış bir kitap yazmış ve bu kitapta gerçekten bulunduğu şekliyle her dilin yapısına dayanan sözdizimsel deyilerin yanında ya da üstünde veya arkasında, varolan dillerin ilineksel olgularından az veya çok bağımsız olan bazı deyiler bulunduğunu kanıt amaya çalışmıştır. bu deyiler tüm dillere uygulanabilir olduklarında evrenseldir. Jespersen bu deyileri ‘’kavramsal’’ diye adlandırmayı önermiş ve kavramsal deyilerle sözdizimsel deyiler arasında bağıntıyı araştırmanın her durumda dilbilgisi uzmanının görevi olduğunu düşünmüştür. Aynı görüş örneğin Hjemstev ve Bröndal gibi başka bilginler tarafından da dile getirilmiştir.
İKİLİ BİR TUTUMLA YOLA DEVAM ETMEK:
İnsan konuşmasının karmaşık ve şaşırtıci labirenti içinde bize yol gösterecek Ariadneinkine benzer bir ipucu bulabilmek 'için yolumuza ikili bir tutumla devam etmemiz gerekir. Bir_ mantıksal ve dizgesel ya da bir süredizimsel ve genetik düzen bulmaya çalışabiliriz. İkinci durumda tek tek deyimleri ve çeşitli dilbilimsel tipleri geriye, daha önceki göreli olarak basît ve biçimsiz evreye doğru izlemeye çalışırız. 19. yüzyıl dilbilimcileri çok kez bu türden girişimlerde bulunmuşlardır. Çünkü bu yüzyılda, insan konuşmasının şimdiki biçimine erişmeden önce, içinde hiçbir belirli sözdizimsel ya da biçimbilimsel biçimin bulunmadığı bir evreden geçmek zorunda kalmış olduğu kanısı yaygındı. Diller başlangıçta basit ögelerden tek heceli sesleden oluşmuşlardı. Romantizm bu görüşü tuttu. A.W. Schlegel; dilin daha önceki düzenlenmemiş şekilsiz bir durumdan geliştiğini savunan bir kuram ortaya attı. Dil bu durumdan belirli bir düzene, başka daha gelişmiş evrelere, bir soyutlayıcı, bir birleştirici, bir bütünleyici evreye geçmiştir. Schlegel'e göre bütünleyici diller bu' evrim içinde son basamaktırlar; onlar gerçek organik dillerdir. Tam bir betimsel çözümleme bu kuramların kendisine dayandığı kanıtı pek çok durumlarda ortadan kaldırmıştır. Genellikle tek heceli köklerden oluşan bir dil örneği...olarak sözü edilen Çince ele alındıkta bu dilin şimdiki soyutlayıcı evresinden önce bükünleyici bir evrenin- geldiğini göstermek olasılığı vardır. Biçimsel ilişkilerin anlâtımı örneğin özne ile tümleç, nitelik ve yüklem arasındaki ayrım dilden dile büyük ölçüde değiştiği halde biçimsel veya yapısal öğelerden yoksun hiçbir dil bilmiyoruz. Biçim olmaksızın dil yalnızca çok kuşku götürür bir tarihsel yapı görünümüne sahip olmakla kalmaz aynı zamanda çelişik bir terim de olur. En uygarlaşmamış ulusların dilleri bile kesinlikle biçimsel değildir. Tersine bu diller pek çok örneklerde çok karmaşık bir yapı sergilerler. Dünya dillerine ilişkin çok geniş bir bilgiye sahip modern bir dilbilimci olan A. Millet, bilinen hiçbir deyimin bize ilkel dilin nasıl bir dil olabileceği konusunda en ufak bir fikir bile vermediğini öne sürmüştür. İnsân konuşmasının tüm biçimleri insansal duygu ve düşünceleri açık' ve yerinde bir tutumla dile getirmeyi başardıkları sürece yetkindirler. Nasıl bizim kendi dillerimiz incelmiş ve özentili kültürümüzün amaçları ile uygunluk içindeyseler ilkel denilen diller de aynı şekilde ilkel uygarlığın koşulları ve ilkel anlığın genel eğilimi ile uygunluk içindedirler.
Örneğin Bantu ailesinden olan dillerde her ad belirli bir sınıfa aittir ve bu sınıflardan her biri kendine özgü bir örnekle karakterize edilir: Bu örnekler yalnızca adların kendilerinde görünmekle kalmazlar, tümcenin ada ilişkin tüm öteki bölümlerinde de çok karmaşık bir uyumlar ve uygunluklar dizgesine uygun olarak yinelenmeleri gerekir.
Tek tek deyimlerin çeşitliliği ve dilbilimsel tiplerin aynı cinstenliği onlara felsefi ya da bilimsel bir görüş açısından bakmamıza göre çok ayrı bir ışık altında görünür. Dilbilimci bu çeşitlilik içinde neşelenir; insan konuşmasının okyanusuna gerçek derinliğini bulmayı ummaksızın dalar. Felsefe ise her çağda bunun karşıtı olacak şekilde hareket etmiştir. Leibniz, bir Characteristica generalis olmaksızın hiçbir zaman bir Scientia Generalis bulamayacağımızı Vurgulamıştır. Modern simgesel mantık aynı eğilimi izlemektedir. Ama bu görev yerine getirilseydi bile, bir insan kültür felsefesi yine aynı sorunla karşılaşmak zorunda kalacaktı. Bir insan kültür araştırmasında biz olguları tüm çeşitlilik ve ayrımlarıyla kendi somut biçimleri içinde kabul etmek zorundayız. Dil felsefesi burada her simgesel biçimin incelenmesinde ortaya çıkan aynı ikilemle karşı karşıyadır. Bütün bu biçimlerin en yüksek, gerçekte de biricik görevleri insanları birleştirmektir. Ama hiçbiri bu birliği insanları aynı zamanda bölüp ayırmaksızın oluşturamaz. Böylece kültürün uyumunu güvence altına almak amacıyla yapılan şey, en derin uyumsuzlukların ve anlaşmazlıkların kaynağı olur. Bu, büyük çatışkı, dinsel yaşamın diyalektiğidir. Aynı diyalektik insan konuşmasında da görülür. Konuşma olmasaydı hiçbir insan toplumu olamazdı. Buna karşın, böyle bir toplum için konuşmaların çeşitliliğinden daha önemli bir engel de olamaz. Söylence (myth) ve din, bu çeşitliliği zorunlu ve kaçınılmaz ' bir olgu olarak görmeyi yadsır. Bu insanın özgün yapısı ve nesnelerin doğasından çok insanın bir yanlışına yada suçuna yükler. Söylencebilimlerin çoğunda İncil'deki Babil Kulesi öyküsüne şaşırtıcı benzerliklerle karşılaşmaktayız. Modern dönemlerde bile insan, içinde tüm insanlığın tek dile sahip olduğu o altın çağ için büyük bir özlem duymayı hep sürdürmüştür. 0, geriye ilk durumuna sanki yitirilmiş bir cennete bakarmış gibi bakar. Şimdi eski bir düş olan Lingua Ademica (Adem dili) yani yalnızca uzlaşımsal göstergelerden oluşmayıp nesnelerin asıl doğa ve özlerini dile getiren bir dil olarak insanın ilk atalarının gerçek dili artık felsefe alanında bile tümüyle ortadan kalkar. Bu Lingua Ademica sorunu 17. yüzyılın felsefeci düşünürleri ve gizemcileri tarafından (mistik) tartışılması önemle sürdürülen bir konu olmuştur.
Yine de gerçek dil birliği, eğer böyle bir birlik varsa özdeksel bir birlik olamaz; bu birlik daha çok işlevsel bir birlik olarak tanımlanmalıdır. Böyle bir birlik özdeksel veya biçimsel bir özdeşliği önceden varsaymaz. İki ayrı dil karşıt aşırılıkları kendi sesbilgisel dizgelerine ve kendi söz bölümleri dizgelerine göre dile getirebilirler.
Bu, onların konuşan bir toplumun yaşamında aynı görevi başarmalarını engellemez. Burada önemli olan nokta, araçların çeşitliliği. olmayıp erek için yeterlilikleri ve ereğe olan uygunluklarıdır. Bu ortak ereğe bir dilbilimsel tipte bir başka ,dilbilimsel tiptekinden daha yetkin bir şekilde erişildiğini düşünebiliriz. Özel deyimlerin değeri üzerinde yargı vermekte isteksiz olan Humboldt bile genel olarak konuşuldukta bükünlü (Flexional) dilleri bir tür örnek hem de yetkin örnek sayıyordu. 0'na göre bükünlü biçim, die einzig gesetzmüssige form, yani tümüyle tutarlı olup kesin kurallar izleyen biricik biçimdir. Modern dilbilimciler bizi bu türden yargılara karşı uyarmışlardır. Onlar bize dilbilimsel tipleri değerlendirmek icin ortak ve tek bir ölçü'tümüz olmadığını söylerler.. Tipleri karşılaştırırken biri ötekilere göre belirli üstünlüklere sahipmiş gibi görünebilir ama daha yakından bir inceleme bizi genellikle belli_bir tipin ekşikliği olarak adlandırdığımız şeyin başka değerlerle denkleştirilip_dengelenebileceğine inandırır. Sapir eğer dili anlamayı istiyorsak kendimizi alışılmış değerlemelerden kurtarıp İngilizceye de Hotanto diline de aynı serinkanlı amâ meraklı tarafsızlıkla bakmamız gerektiğini öne sürüyor~. Eğer nesnelerin verilen ya da hazır düzenini eşlemlemek ya da öykünmek dilin görevi olsaydı böyle bir tarafsızlığı çok güç sağlayabilirdik. İki ayrı eşlemden biri daha iyi; yani özgününe daha yakın öteki ise daha uzaktır gibi bir sonuçtan kaçınamazdık. Ama eğer konuşmaya yalnızca üretici bir işlevden çok zenğinleştirici ve yapıcı bir işlev verirsek hayli değişik bir yargılama yapabiliriz. Böyle bir durumda en büyük önemi dilin ‘’işi’’ değil ama ‘’gücü’’ taşır.'İnsan bu gücü ölçmek için yalnızca ortaya koyduklarını, ürünü ve kesin sonuçlarını inceleme~ yerine; dilbilimsel sürecin kendisini araştırmalıdır.