DİL - 1

Ernst Cassirer
Çeviri: Nejla Arat

DİL VE SÖYLENCE

Dil ve söylence (mythos) yakın akrabadırlar. İnsan kültürünün ilk evrelerinde dil ve söylencenin ilişkisi öylesine yakın ve işbirlikleri öylesine apaçıktır ki birini ötekinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Onlar bir ve aynı kökten çıkan iki ayrı girişimdirler. İnsana rastladığımız her yerde onu konuşma yeteneğine sahip ve söylence yapma işlevinin etkisi altında buluyoruz. Bu nedenle insanbilimsel bir felsefenin bu açıkça belirtilmiş insansal özelliklerin her ikisini de ortak bir başlık altında toplâması imrendirici bir işti. Çok kez bu yönde girişimlerde bulunulmuştur. F.Max Müller, içinde söylencenin yalnızca dilin bir yan ürünü olarak açıklandığı ilginç bir kuram geliştirmiştir. 0, söylenceyi nedenleri konuşma yeteneğinde aranması gereken bir tür düşünsel hastalık olarak kabul etmişti. Dil, gerçek doğası ve özü gereği eğretilemelere(istiare) dayanır. Nesneleri doğrudan doğruya betimleyemediği için dolaylı betimleme biçimlerine, belirsiz ve iki anlamlı terimlere başvurur:İşte Max Müller'e göre söylence, kökenini dildeki bu belirsizliğe borçlu olup düşünsel besinini her zâman bu belirsizlikten sağlamıştır.

Müller diyor ki: Söylencebilim (mitoloji) sorunu gerçekte bir ruhbilim sorunu ve ruhumuz genellikle dil aracılığıyla nesnelleştiği için dilbiliminin bir sorunu haline gelmiştir. Bu benim söylenceyi bir düşünce hastalığı yerine neden... bir dil hastalığı olarak adlandırdığımı açıklayacaktır... Dil ve düşünce birbirlerinden ayrılamazlar ve... bu nedenle de bir dil hastalığı bir düşünce hastalığının eşidir. En yetkin Tanrıyı her türden suçu işleyen, insanlar tarafından aldatılan, karısına kızan ve çocuklarına karşı çok sert olan bir varlık olarak tanıtmak hiç kuşkusuz bir hastalık belirtisi, düşüncenin alışılmamış koşulu ya da daha açık konuşursak gerçek bir çılgınlıktır... Söylencebilimsel hastalığın bir örneğidir.

Antik dil, özellikle dinsel amaçlar için kullanılması güç bir dildir. İnsan dilinde soyut kavramları eğretilemeler olmaksızın dile getirmek olanaksızdır. Ve eğer antik dinin tüm sözlüğü eğretilemelerden oluşmuştu dersek durumu pek abartmış sayılmayız... İşte gerek dinde gerekse antik dünyanın söylencebiliminde yer almış. olan pek çok yanlış anlamaların değişmez kaynağı buradadır ama, bir temel insan etkinliğini yalnızca bir bozukluk, bir düşünsel hastalık türü olarak görmek pek uygun bir yorum olarak kabul edilemez. İlkel anlığına göre söylence ve dilin ikiz kardeşmişler gibi ele alındığını görmemiz için bu türden garip ve zorlanmış kuramlara gereksinmemiz yok, Söylence de dil de insanlığın çok genel ve çok önceki bir deneyi üzerinde temellenirler. Bu deney fiziksel olmaktan çok toplumsal özellikte bir deneydir. Çocuk daha konuşmayı öğrenmeden çok önce başka insanlarla bildirişmenin daha basit araçlarını bulmuştur. Organik dünyanın tümü için de bulduğumuz rahatsızlık, acı, açlık veya, korku sesleri çocukta yeni bir biçim almaya başlarlar. Onlar artık basit içgüdüsel tepkiler değildirler. Çünkü daha bilinçli ve isteyerek kullanılırlar:.-Çocuk yalnız bırakıldığında aşağı yukarı anlaşılabilen seslerle annesini veya dadısını ister ve bu isteklerinin istediği etkiyi yarattığının bilincine varır. İlkel insan bu ilk temel toplumsal deneyi doğa bütünlüğüne aktarır. Onun için doğa ve toplum yalnızca en yakın bağlarla içten bağlantılı olmakla kalmazlar aynı zamanda uyumlu ve ayrılamaz bir bütün oluştururlar: Bu iki alanı ayıracak hiçbir kesin sınır çizgisi yoktur. Doğanın kendisi yaşamın toplamından başka bir şey olmayan büyük bir toplumdur. Bu açıdan ele alındıkta büyülü sözcüğün kullanımını ve özgül işlevini kolaylıkla anlayabiliriz. Büyüye inanma, yaşam dayanışmasına duyulan derin inanç üzerinde temellendirilmiştir. İlkel anlığı için sözcüğün sayısız durumlarda denenmiş olan toplumsal gücü; doğal, giderek doğaüstü bir güç haline gelir: İlkel insan, kendisini,her türden görünür ve görünmez tehlikelerle çevrelenmiş hisseder. 0, bu tehlikeleri yalnızca fiziksel araçlarla alt edebileceğini umamaz. Dünya, ona göre cansız veya dilsiz bir sey olmayıp, işitebilen ve anlayabilen bir şeydir. Bu nedenle doğanın güçleri eğer kendilerinden uygun şekilde istenirse yardımlarını esirgemezler. Hiçbir şey büyülü Sözcüğe karşı duramaz, carmina ved coelo possunt deducere lunam.(ilahiler gökten ayı bile indirebilir).

İnsan, büyüye giden yolu engelleyen ama aynı zamanda bir başka ve daha umut verici bir yol açan yeni bir tinsel güç geliştirmemiş olsaydı bu zorlukları hemen hemen hiç yenemeyecekti. Doğaya büyülü sözcük aracılığıyla boyun eğdirtmek umutlarının tümü boşa çıkmıştı. Ama bunun sonucu olarak insan, dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi daha başka bir ışık altında görmeye başladı. Sözcüğün büyüsel işlevi ortadan kalkmış ve yerine anlambilimsel işlevi geçmişti. Sözcük artık giz dolu güçler taşımıyordu; artık doğrudan doğruya fiziksel ya da doğa-üstü bir etkisi yoktu. Nesnelerin doğasını değiştiremediği gibi tanrıların veya demonların istencini de zorlayamıyordu. Bununla birlikte o, ne anlamsız ne de güçsüzdü. Yani, yalnızca bir Flatus vocis, salt bir hava soluğu değildi. Ama kesin özelliği fiziksel olmayıp mantıksal öz yapısı. Fiziksel yandan sözcüğün güçsüz olduğu öne sürülebilir, ancak mantıksal yönden o, daha yükseğe gerçekten en yüksek yere çıkarılmıştır. Logos (söz) evrenin ve insan bilgisinin ilk ilkesi olmuştur.

GREK FELSEFESİNDE

Bu geçiş Grek felsefesinin başlangıçlarında yer aldı. Bununla birlikte Herakleitos, Aristoteles'in Metafizik’inde kendilerinden eski doğabilimciler diye söz edilen Grek düşünürleri grubuna girer. O'nun tüm ilgisi görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşmıştı. O, görüngüler dünyasının ‘’oluşun’’ dünyasının üzerinde daha yüksek bir alanın, salt "varlığın" ideal veya öncesiz sonrasız düzeninin bulunduğunu kabul etmez, yalnızca değişme olgusunu yeterli bulmaz; değişmenin ilkesini arar. Herakleitos'a göre bu ilke, özdeksel bir şeyde bulunamaz. Evrensel düzenin doğru yorumunun ipucu özdeksel değil, insansal dünyadır. Bu insansal dünyada konuşma yetisi odak noktasında oluşturmaktadır. Bu nedenle, eğer evrenin anlamını kavramak istiyorsak konuşmanın ne anlama geldiğini anlamamız gerekir. Eğer bu yaklaşımı -yani fiziksel görüngülerden çok, dil aracılığıyla yaklaşımı- bulmada başarısızlığa uğrarsak felsefeye açılan kapıyı da yitirmiş oluruz. Herakleitos'un düşüncelerinde bile sözcük yani logos yalnızca insanbilimsel bir görüngü değildir. Genelgeçer evrensel bir doğruluğa sahip olduğu için o kendi insansal dünyamızın dar sınırları içinde sınırlandırılmamıştır. Ama sözcük büyülü bir güç olarak değil, kendi anlambilimsel (semantik) ve simgeşel işlevi içinde kavranmıştır. Herakleitos, .Beni değil, sözcüğü (logosun sesini) dinleyin ve bütün şeylerin bir tek şey olduğunu açıkça söyleyin diye yazıyor..

İlk Grek düşüncesi bir doğa felsefesinden bir dil felsefesine böylece geçmiştir. Ama o burada yeni ve önemli güçlüklerle karşılaşmıştır. Anlamın anlamından daha şaşırtıcı ve anlaşılması güç bir sorun olamayacağı konusunda kuşkuya yer yoktıır. Günümüzde bile dilbilimci, ruhbilimcı ve felsefeciler bu konu üzerinde birbirinden çok ayrı görüşler öne sürüyorlar.

Antik felsefe bu karmaşık sorunun tüm yönleriyle doğrudan doğruya uğraşamazdı. Ancak bir çözüm denemesi yapabilirdi. Bu çözüm ise ilk Grek düşüncesinde genellikle kabul edilmiş ve kesinlikle yerleşmiş görünen bir ilke üzerinde temelleniyordu. Tüm değişik okullar -Diyalektikçiler kadar Fizyologlar da bilen özne ile ,bilinen gerçeklik arasında bir özdeşlik olmaksızın bilgi olgusunun açıklanamayacağı varsayımından yola. çıkıyorlardı. İdealizm ve Realizm bu ilkeyi uygulayışlarında her ne kadar ayrılıyorlarsa da ilkenin doğruluğunu onaylamada uyuşuyorlardı. Parmenides, bir ve aynı şey olduklarından, varlıkla ,düşünceyi ayıramayacağımızı dile getirdi. Doğa filozofları bu özdeşliği kesinlikle özdeksel bir anlamda anlayıp yorumladılar. Eğer biz insanın doğasını çözümlersek fiziksel dünyanın her yanında ortaya çıkan aynı ögeler bileşkesini buluruz. Küçük bir dünya ve evrenin tam karşılığı olan insan evrene ilişkin bilgilerımizi olanaklı kılar. Empedokles diyor ki: Çünkü biz toprakla toprağı; suyla suyu; hava aracılığıyla tanrıçça Hâvayı, ateş aracılığı ile yokedici Ateş'i .görürüz. Sevgiyi görmemiz sevgi .aracılığıyla; Nefret'i görmemiz ise somurtkan nefret aracılığıyla olur.

Bu genel kuram onaylandığında anlamın anlamı nedir? Anlam, ilkin ve her şeyden önce varlık aracılığıyla açıklanmalıdır; çünkü varlık ya da töz doğruluk (hakikat) ve gerçekliği (realite) bağlayıp birbirine birleştiren en evrensel deyidir (kategori). Bir sözcük, eğer dile getirdiği şeyle kendisi arasında en azından bir özdeşlik olmasaydı o şey anlamına gelemezdi. Simge ile nesnesi arasındaki bağlantı yalnızca uzlaşımsal değil, doğal bir bağlantı olmak zorundadır. Böylesine doğal .bir bağlantı olmadan insan diline özgü bir sözcük görevini yerine getiremez; kavranılamaz duruma, gelir. Eğer bir dil kuramından çok, genel bilgi kuramından kaynaklanan bu önvarsayımı (presupposition) kabul edersek hemen yansıtıcı uyumla yapılmış sözcükler öğretisi ile karşı karşıya geliriz. Adlarla nesneler arasındaki gediği tek başına bu öğretinin kapatmaya gücü varmış gibi görünür. Öte yandan adlarla nesneler arasına kurulan köprü daha onu ilk kullanma girişimimizde yıkılır.

PLATON

Platon'un bu savı çürütmesi için onu tüm sonuçlarını gösterecek şekilde geliştirmesi yeterli 'olmuştur. Kratylos diyaloğunda Sokrates bu savı ironik bir biçimde kabul eder. Ama bu onaylamanın nedeni, yalnızca bu savı yapısındaki saçmalık aracılığıyla yıkma isteğidir. Tüm dilin ses öykünmesinden kaynaklandığını öne süren kuramı Platon'un değerlendirmesi, konuyu gülünçleştirip alaya almasıyla sonuçlanır. Sözcüklerin ses öykünmesiyle yapıldığını öne süren sav yüzyıllar boyunca egemen olmuştur. Giderek yeni yazında bile kesin olarâk ortadan kalkmamıştır. Ancak artık Platon'un Kraiylos da örneklerini verdiği bön biçimlerde ortaya çıkmamaktadır.

Bu sava yapılan en açık karşı çıkış, bizim ortak-dilin sözcüklerini çözümlerken seslerle nesneler arasında varolduğu öne sürülen benzerliği bulmada genellikle büyük bir şaşkınlığa düştüğümüz olgusudur. Ama bu güçlük, insan dilinin başlangıçtan beri değişme ve bozulmaya konu olmuş olduğuna değinilerek ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle dilin şimdiki durumu bizim için yeterli olamaz. eğer nesneleri ile kendilerini birleştiren bağı araştırmak istiyorsak. terimlerimizi geriye kökenlerine doğru izlememiz, türetilmiş sözcüklerden -geriye, ilk ya da kök sözcüklere gitmemiz gerekir. Yani her terimin kökenini (etymon), doğru ve özgün biçimini. bulmamız gerekir. Bu ilkeye göre, kökenbilim yalnızca dilbilimin odağı olmakla kalmamakta aynı zamanda dil felsefesinin de temel taşlarından biri olmaktadır. Grek gramercileri ve filozofları tarafından kullanılmış olan ilk kökenbilgiler hiçbir kuramsal ya da tarihsel kaygıdan zarar görmediler.

Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına gelinceye değin bilimsel ilkeler üzerinde temellendirilen bir kökenbilim ortaya çıkmadı. Bu tarihe gelinceye değin her şey olanaklıydı ve en düşsel ve garip açıklamalar seve seve onaylanıyorlardı. Olumlu kökenbilimlerin yanında Liıcus a non lucendo*" türün den ünlü olumsuz kökenbilimler de vardı. Bu şemalar yerlerini korudukları sürece adlar ve nesneler arasındaki doğal ilişki kuramı, felsefi bakımdan haklı çıkarılabilir bir kuram olarak göründü. Ama daha başlangıçtan bu kurama uygun olmayan başka genel düşünceler vardı. Grek sofistleri bir anlamda Herakleitos'un öğrencileriydiler. Platon, Theaitetos diyaloğunda sofistlerin bilgi kuramının hiçbir özgünlüğü olmadığını söyleyecek kadar ileri gitti. 0, bu kuramın Herakleitos'un herşeyin akışı öğretisinin zorunlu sonucu ve ürünü olduğunu öne sürdü. Ama Herakleitos'la sofistler arasında ortadan kaldırılması olanaksız bir ayrım vardı. Herakleitos'a göre Logos, yani sözcük evrensel metafiziksel. bir ilke idi. Bu ilkenin genel doğruluğu ve nesnel geçerliliği vardı. Ama sofistler artık Herakleitos'un tüm nesnelerin, evrensel ve ahlaksal düzenin kökeni ve ilk ilkesi olarak savunduğu kutsal sözcüğü kabul etmiyorlardı. Dil kuramın- da baş rolü metafizik değil, insanbilim (antropolöji) oynuyordu. İnsan evrenin odağı olmuştu. Protagoras'ın özdeyişine göre «Her şeyin ölçüsü insandır. Var-olanlar var oldukları, varolmayanlar var olmadıkları için... Bu nedenle fiziksel nesnelerin dünyasında dil için bir açıklamâ aramak boş ve yararsızdır.

Sofistler insan diline yeni ve daha basit bir yaklaşım şekli bulmuşlardı. Onlar dilbilimsel ve dilbilgisel sorunları dizgesel olarak ilk ele alanlardı. Yine de onlar bu sorunlarla yalnızca kuramsal anlamında ilgilenmekteydiler. Bir dil kuramının yerine getirmesi gereken başka ve daha ivedi görevleri vardır. 0 bize kendi günlük toplumsal ve siyasal dünyamızda nasıl konuşacağımızı ve eylemde bulunacağımızı öğretmek zorundadır.

1 | 2 | 3 | 4 | 5

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP