FELSEFE TARİHÎNİN GENEL BÖLÜNÜMÜ
|
G. W. F. HEGEL
Çeviren: Selâhattin Hilâv
Şöyle diyorduk: felsefe düşüncedir; felsefe, içeriği de genel olan geneldir. Öyleyse, felsefesel düşüncenin içeriği, yalnızca öz¬nel değildir, aynı zamanda tüm varlığı da kapsar. Gerçekten de, genelin belirlenmemiş olduğunu düşünebiliriz ilkin; [ama] genelin belirlenmiş olması gerekir ya da daha çok, kendini, kendisi tarafından belirlemesi gerekir; ve felsefe tarihi, belirlenimlerin, soyut genelde adım adım nasıl ortaya çıktığını; bu genelliğin, kendini, gittikçe daha fazla ve daha derinlemesine, kendinde nasıl belirlediğini gösterecektir. Bu belirlenim ilkin, atomcularda görüldüğü gibi, dünyanın özünün, Mutlağın, ilkselin [ilkbaştakinin], bir olarak ortaya konmasından [ileri sürülmesinden] başka şey olmayacaktır. Daha sonra da genel, yalnızca belirlenmiş olarak değil, kendini belirleyen olarak düşünülür ( - yalnızca belirlenmiş olarak değil, bir olarak değil). Ve genelin bu somut kavramı, bu somut belirlenimi, genelin yüksek ve daha doğru [hakiki] belirlenimidir ya da en azından onun başlangıcıdır. Felsefesinin içeriği [maddesi] ve biçimi [formu], geneldir öyleyse. Şimdilik, bu kavramla yetinebiliriz.
Bundan sonra üzerinde durmamız gereken, şu sorudur: Felsefe ve tarihi nerede başlar? Felsefeyle ilişkili [ona benzer] her şeyi bir yana ayırdıktan ve felsefenin kavramını tanımladıktan sonra şimdi saptayacağımız budur.
I. FELSEFE TARİHİNİN BAŞLANGICI
Bundan sonraki sorumuz şu: felsefe tarihi nereden başlamalıdır? Bunun karşılığı, daha önce söylenenlerde dolaysız olarak kapsanmış bulunuyor. Felsefe tarihi, içine batmış [gömülmüş, saplanmış] olduğu doğadan, doğayla birliğinden kurtulduğu [sıyrıldığı] zaman, özgürlüğü içindeki düşüncenin varoluştuğu [varoluş edindiği] yerde başlar; düşünce o zaman, kendini kendisi için kurar; düşünce kendine döner [gider] ve kendi yanında [yuvasında, yurdunda] (bei sîch) yerleşir [kalır, oturur].
Daha önce söylenenler uyarınca verilecek genel karşılık şudur: felsefe, düşüncenin, her şeyi kapsayan genel olarak, varolan olarak kendisi için kavrandığı [düşünüldüğü] ya da varolanın (das Seiende) genel biçim [form] içinde kavrandığı; düşüncenin düşüncesinin, kendisini gerçek varlık oJarak düşünen genelin ortaya çıktığı ya da dünyanın, tümelliğin biçimi içinde [tümellik içinde] tasarımlandığı [düşünüldüğü, kavrandığı] yerde başlar.
Gerçek anlamıyla felsefenin başlangıcı, Mutlağın artık tasarım [imge, görüntü]olarak var olmadığı, ama özgür düşüncenin - ki yalnızca Mutlağı düşünür -, Mutlağın İde'sini kavradığı; yani, şeylerin özü olarak, her şeyin mutlak bütünselliği ve içkin özü olarak Varlık'ı (ki düşüncenin kendisi olabilir) kavradığı - ve bu bir dış varlık olsa da, düşünce olarak kavradığı yere yerleştirilmelidir. Bundan ötürü, Musevilerin tanrı olarak düşündükleri - her din düşünmedir - yalın ve duyumlanabilir olmayan varlık, felsefenin bir nesnesi [ele aldığı, irdelediği konusu] değildir; örneğin şu önermeler: şeylerin özü ya da ilkesi sudur, ya da ateştir, ya da düşüncedir [felsefenin nesnesidir].
Ortaya çıkan ilk soru şudur: felsefe tarihine nereden başlamamız gerekir? Felsefe tarihi, düşüncenin katışıksızlığı içinde ortaya çıktığı, genel olduğu; bu katışıksızhğm, bu tümelliğin özsel, doğru [hakiki], Mutlak olduğu, her şeyin özü olduğu yerde başlar; nesnesi, katışıksız, genel düşünce olan bilim, mantıktır. Mantıkta, öznel düşünceden, bilinçli düşünce biçimi içindeki düşünceden başka şey görmemek, yaygın bir alışkanlıktır kuşkusuz; düşüncenin, ancak, özneyle ilişkili oluşu bakımından değer taşıdığı sanılır. Felsefede, düşünce de nesne olarak [inceleme konusu olarak] ele alınır kuşkusuz; ama düşünce, yalnızca öznel bir şey olarak, bir iç etkinlik olarak değil, tam tersine, nesnel ve genel olması bakımından ele almır; böylece düşünce ve tümellik, aynı şeydir. Bir şeyin nasıl kurulmuş olduğunu [doğasını, yapısını], gerçekte nasıl olduğunu bilmek istersek, o şeyi düşünürüz [o şey üzerine düşünürüz], bu konuda düşünceler üretiriz, onun özünü, bir genel şeyi görüp tanırız [kavrarız].
Düşünceyi üretmek, özü tanımaktır [kavramaktır]. Ereği öz olan [özü bulmak olan] bir genel-düşünsei içbakıştır bu. Felsefede, düşünceler kendileri, öz yerine geçerler [öz yerini tutarlar]; mitos biçimine bürünmüş, özün duyumlanabilir tasarımı biçimim edinmiş doğru [hakikat] bir yana atılır [elenir]. Nitekim din de, katışıksız düşünce biçimi içindeki doğruyu [hakikati] değil, tasarımdaki [tasarım olarak] doğruyu kapsar. Öyleyse felsefe, şeylerin özünün, katışıksız düşünce biçiminde bilince geldiği [ulaştığı] yerde başlar; Grek dünyasında, işte bu durum söz konusudur.
Tinin [Geist'ın] bu ortaya çıkışı, tarihsel bakımdan, siyasal özgürlüğün çiçeklenme dönemine bağlanır; ve siyasal özgürlük, devlette özgürlük, bireyin kendini birey olarak duyduğu [algıladığı]; öznenin, kendini özne olarak genellik içinde duyduğu ya da dahası, kişiliğin [kişi-olmanm] bilincinin, kendinde bir sonsuz değer bulunduğu bilincinin ortaya çıktığı yerde, - kendimi, yalnızca kendim için değer taşıyan olarak koyduğum [gördüğüm] zaman başlar. Nesneyi, mutlak nesneyi, geneli ve özseli özgürlük içinde düşünmek te, ancak burada söz konusudur. Düşünmek, genelleştirmektir; öyleyse kendini düşünmek te, kendini genel bir tarzda [biçimde] belirlemek, bir genel şey olarak bilmek - kendimin, bir tümel, bir sonsuz şey olduğunu bilmek - ya da dahası, kendini, kendine denk düşen bir özgür varlık olarak düşünmektir. Siyasal özgürlük, pratik özgürlük uğrağı da buradadır [özgürlüğe de burada rastlanır]. Felsefesel düşünce de, tümel nesnenin düşüncesi olması bakımından hemen ona bağlanır [onunla ilinti kurar]; düşünce, genel olarak belirler kendini, yani:
a) geneli, nesnesi haline getirir ya da nesne olanı genelleştirir. Düşünce, duyusal [duyumlanabilir] bilinçte oldukları durumlarıyla doğanın şeylerinin tikel karakterini genel olarak, bir düşünce olarak, bir nesnel düşünce olarak belirler. Nesnel olan, ama bir düşünce olarak nesnel olan işte budur, b) İkinci belirlenim de, bugenel öğeyi görüp-tanımamdır, düşüncenin bilmesidir, bunun gerçekleşmesidir. Genele yönelik bu bilen, tanıyan sıkı ilişki, bu şey benim için nesnel olarak var olduğu ölçüde, ben kendimi, kendim için var kıldığım, sürdürdüğüm ölçüde ortaya çıkar. Ben onu düşünürüm ve o, bu ölçüde benimdir; bu, benim düşüncem olmasına rağmen, benim için yine de mutlak tümeldir; bunun nesnel olarak ortada bulunmakhğı dolayısıyla, kendimi onda düşünmüşümdür, bu sonsuzun içindeyimdir ve aynı zamanda bunun bilincindeyimdir. Böylece, bilgi'nin bakış açısına olduğu gibi nesnelliğin bakış açısına da yerleştiririm kendimi, ve bu bakış açısını benimserim. Siyasal özgürlüğü, düşüncenin özgürlüğünün ortaya çıkışma bağlayan [onunla birleştiren] genel bağ işte buradadır.
Bu genel belirlenim (Bestimmung), felsefenin başlangıcının soyut belirlenmişliğidir (Bestîmmtheit), ama bu ikincisi aynı zamanda tarihseldir; ilkesi bu belirlenimi içinde taşıyan [içeren] ve dolayısıyla ilkesi, özgürlük bilincini kuran bir halkın somut biçimidir. Böyle bir halk, somut varlığını bu ilke üzerinde kurar. Bir halkın anayasasının, yasalarının, tüm durumunun temeli, tinin kendisini kavrayış tarzındadır, kendini bilişini [bilmekliğini] sağlayan kategorilerindedir ancak. Öyleyse, felsefenin ortaya çıkışı, özgürlüğün bilincini gerekli kılar dediğimizde, bundan, felsefenin, varoluşunu bu ilke üzerinde temellendiren bir halkın bulunmaklığını gerekli kıldığı sonucu çıkıyor; ve bu açıdan, düşüncenin, kendi yanında [yuvasında, yurdunda] bulunması, yani düşüncenin doğal ortamdan sıyrılmış olması; maddenin, sezginin [duyumların] ve isteğin içine, yani doğanın içine batmışlık [gömülmüşlük] durumunda bulunmaması zorunludur diyoruz. Demek ki, bu dereceden [düzeyden] önceki biçim, yukarda söylediklerimize göre, tin ile doğanın birliğidir. Bu birlik, ilksel olması ve başlangıçta bulunması dolayısıyla gerçek [hakiki] birlik değildir. Tin ile doğanın birliğini, bilincin en iyi durumu olarak görenlerin tümü de yanılmaktadır. Bu düzey [derece], en aşağıda yer alan, en az gerçek [hakiki] olan düzeydir. Genellikle Doğu'nun durumudur bu. Ne var ki, özgür, tinsel (geistig) kendibilincin ilk biçimi ve dolayısıyla felsefenin başlangıcı [da], Greklerde bulunmaktadır.
Şimdi, genellikle ilksel biçim üzerine birkaç açıklama yapacağız.
Demek ki felsefe, tarih içinde, özgür kurumların bulunduğu yerde ortaya çıkar. Önce, Doğu'ya değineceğiz. Doğu dünyasında, tam anlamıyla felsefe söz konusu olamaz; çünkü, bu dünyanın ayırt edici özelliğine [karakterine] kısaca değinmek gerekirse, diyebiliriz ki, tin Doğu'da ortaya çıkar, ama Doğu'da durum öyledir ki, özne, bireysellik, kişi [kişilik] değildir; nesne içinde kaybolup gitmeye yargılıdır. Doğu'da egemen olan, tözsel ilişkidir.
Töz, Doğu'da, ya duyuüstü olarak, düşünce olarak ya da daha maddesel bir tarzda tasarımlanır [kavranır]. Bireyin, tikelin durumu, tözsele oranla [ona ilişkisinde], yalnızca olumsuz olmaktır [olumsuzluktur]. Bu tür bir bireyin ulaşabileceği en yüksek nokta, bireyin, tözde kaybolup gitmesinden, bilincin silinmesinden ve dolayısıyla öznenin yok olmasından ve töz ile özne arasındaki farkın da ortadan kalkmasından başka şey olmayan öncesiz-sonrasız mutluluktur. Demek ki, en yüksek durum, bilinçsizlik [duyarlıksızlık] durumudur [burada]. Öyleyse, bireyler bu mutluluğa ulaşmadıkça ve dünyasal bir varoluş içinde bulundukça, tözsel ile bireyselin bu birliğinin dışındadırlar; tinden yoksunluk durumu olan durumdadırlar, belirlenimdedirler; tözden yoksundurlar; ve siyasal özgürlük bakımından da haklardan yoksundurlar. İrade burada, hiç mi hiç tözsel değildir, ama doğanın keyfiliği ve olumsallığı ile belirlenmiştir [sınırlanmıştır] (örneğin, kastlarla belirlenmiştir) ; - bilinçten içsel olarak yoksun (bewusstlos) bir durumdur [yoksunluk durumudur] bu.
Doğu karakterinin temel koşulu da işte buradadır. Olumlu yalnızca tözdür; bireysel ise tözsüz olandır, ilinekseldir; siyasal özgürlük, hukuk, özgür ahlaklılık, katışıksız bilinç, düşünce yoktur burada; bütün bunların ortaya çıkması için öznenin, töz karşısında kendini bilinç olarak koyması ve bilinç olarak tamnıp-kabullenilmesi gerekir. Kendüçin bilgi, Doğu karakterinde söz konusu değildir. Öznenin, kendüçin varoluşu yoktur ve özne, kendi-bilincinde, kendisi için hiçbir değer taşımaz. Doğulu özne, ulu, soylu, yüce olabilir kuşkusuz; ama önemli olan nokta, bireyin, hak diye bir şeye sahip olmamasıdır ve kendisini şu ya da bu yapmasının [haline getirmesini], doğanın ya da keyfiliğin bir belirlenimi [belirlemesi] olmasıdır. Gönül yüceliği, ruh ululuğu ve en büyük yatkınlıklar, Doğuluda, karakter keyfiliğinden ve dolayısıyla rastlantıdan başka şey değildir. Belirlenimleri nesnel ve somut olan; herkesin saygı duyması gereken, herkes için geçerli olan ve herkesin [bir birey, bir insan olarak] tanınıp-kabullenilmesînin zeminini oluşturan hukuk ve ahlaklılık yoktur Doğu'da. Hiçbir şey saptanmış ve belirlenmiş olmadığı için Doğulu, davranışlarda bulunurken [eylerken] yetkin bir bağımsızlıktan yararlanır. Tözü ne kadar özgür ve belirlenmemişse, o da, keyfilik ve bağımsızlıktan o kadar çok yararlanır. Bu özgür töz, genellikle herkes için geçerli olan nesnellik karakterine [nesnelliğe], özgürlüğünün sahip olduğu ölçüde az sahiptir. Bizim gözümüzde, hukuğu, toplumsal ahlakı, devleti oluşturan şeyler; Doğu'da, tözsel, doğal, babaerkil bir biçimde, yani öznel özgürlükten yoksun olarak vardır. Vicdan dediğimiz şey, [yani] ahlaklılık da yoktur [orada]. Bu durum, kötünün-kötüsünün yanı sıra, en yüksek soyluluğu da içinde barındıran [kabullenen] donmuş [taşlaşmış] bir doğal düzendir. En yüce keyfilik, en yüksek yere geçip oturmuştur [orada].
İlkin tin ile doğanın birliği görülüyor, demiştik. Bu, daha kesin anlamıyla ne demektir? Tin, kendibMincidir ve böyle olması dolayısıyla nesnelerin, ereklerin, vs., bilincidir; yani, tasarımlayan, isteyen ve dileyen bilinçtir. [Oysa bu ilk] derecede [düzeyde] bulunduğu sürece, isteminin içeriği kadar tasarımının alanı [sphere!] da sonludur bilincin; öyleyse [bilincin] kendi de sonludur. Doğa içine batmış durumdaki tin, zekânm ve iradenin sonluluğunu dolayımsız olarak kendinde taşır. Doğunun belirlenimi de buradadır işte; bu birliği en yetkin durum olarak görmemek için bilmek gerekir bunu; bu durum, en yüksek [en katmerli] sonluluk durumudur. Gerçekten de, bu tür bir bilinç, ne gibi erekler benimseyebilir ki? Doğu'da, bu ereklerde, kendi için genel hiçbir şey bulunmaz henüz. Hukuğu, toplumsal ahlaklılığı, iyiyi istediğim zaman, genel bir şey istemiş olurum; çünkü hukuk, toplumsal ahlaklılık, vs., genel şeylerdir, doğal tikellikler olmaktan çıkmış [kurtulmuş] şeylerdir. İradenin, [dayanacağı] temel olarak bu genellik karakterine [niteliğine] sahip olması gerekir. Bir halkın, hukuk üzerinde temellenmiş yasaları varsa, bu durumda genel, nesne haline girmiştir; bu da, düşüncenin pekişmiş olması olasılığım dile getirir. Böyle bir halk, genel şeyler ister ve düşünür. İrade geneli isterse, halk, o zaman özgür olmaya başlar; çünkü genel irade, düşüncenin (yani genelin) genele ilişkililiğini içinde taşır. Düşünce, [yani], kendi yanında [evinde, yurdunda] bulunan tin, özgürdür bu durumda. Yasa isteyen, özgürlüğüne sahip olmayı ister. Özgür olmak isteyen bir halk, isteklerini, tikel ereklerini, çıkarlarını, genel iradeye, yani yasaya bağımlı kılar. Bunun tersine, iradenin nesnesi genel olmadığı zaman, özgürlüğün görüş açısı da henüz yok demektir; istenen şey tikel bir nesneyse, irade sonludur; ve iradenin bu sonluluğu, Doğulunun karakterinde bulunan [içerilmiş olan] bir şeydir. İradenin özgürlüğü, düşüncenin, kendisi için özgür hale geldiği, genel-olanın ortaya çıktığı yerde başlar ancak. Doğaya batmış [gömülmüş] tin olan Doğulu karakteri, irade bakımından ele alındığında, sonluluğa boyun eğmiş durumdadır öyleyse.
Çeviren: Selâhattin Hilâv
Şöyle diyorduk: felsefe düşüncedir; felsefe, içeriği de genel olan geneldir. Öyleyse, felsefesel düşüncenin içeriği, yalnızca öz¬nel değildir, aynı zamanda tüm varlığı da kapsar. Gerçekten de, genelin belirlenmemiş olduğunu düşünebiliriz ilkin; [ama] genelin belirlenmiş olması gerekir ya da daha çok, kendini, kendisi tarafından belirlemesi gerekir; ve felsefe tarihi, belirlenimlerin, soyut genelde adım adım nasıl ortaya çıktığını; bu genelliğin, kendini, gittikçe daha fazla ve daha derinlemesine, kendinde nasıl belirlediğini gösterecektir. Bu belirlenim ilkin, atomcularda görüldüğü gibi, dünyanın özünün, Mutlağın, ilkselin [ilkbaştakinin], bir olarak ortaya konmasından [ileri sürülmesinden] başka şey olmayacaktır. Daha sonra da genel, yalnızca belirlenmiş olarak değil, kendini belirleyen olarak düşünülür ( - yalnızca belirlenmiş olarak değil, bir olarak değil). Ve genelin bu somut kavramı, bu somut belirlenimi, genelin yüksek ve daha doğru [hakiki] belirlenimidir ya da en azından onun başlangıcıdır. Felsefesinin içeriği [maddesi] ve biçimi [formu], geneldir öyleyse. Şimdilik, bu kavramla yetinebiliriz.
Bundan sonra üzerinde durmamız gereken, şu sorudur: Felsefe ve tarihi nerede başlar? Felsefeyle ilişkili [ona benzer] her şeyi bir yana ayırdıktan ve felsefenin kavramını tanımladıktan sonra şimdi saptayacağımız budur.
I. FELSEFE TARİHİNİN BAŞLANGICI
Bundan sonraki sorumuz şu: felsefe tarihi nereden başlamalıdır? Bunun karşılığı, daha önce söylenenlerde dolaysız olarak kapsanmış bulunuyor. Felsefe tarihi, içine batmış [gömülmüş, saplanmış] olduğu doğadan, doğayla birliğinden kurtulduğu [sıyrıldığı] zaman, özgürlüğü içindeki düşüncenin varoluştuğu [varoluş edindiği] yerde başlar; düşünce o zaman, kendini kendisi için kurar; düşünce kendine döner [gider] ve kendi yanında [yuvasında, yurdunda] (bei sîch) yerleşir [kalır, oturur].
Daha önce söylenenler uyarınca verilecek genel karşılık şudur: felsefe, düşüncenin, her şeyi kapsayan genel olarak, varolan olarak kendisi için kavrandığı [düşünüldüğü] ya da varolanın (das Seiende) genel biçim [form] içinde kavrandığı; düşüncenin düşüncesinin, kendisini gerçek varlık oJarak düşünen genelin ortaya çıktığı ya da dünyanın, tümelliğin biçimi içinde [tümellik içinde] tasarımlandığı [düşünüldüğü, kavrandığı] yerde başlar.
Gerçek anlamıyla felsefenin başlangıcı, Mutlağın artık tasarım [imge, görüntü]olarak var olmadığı, ama özgür düşüncenin - ki yalnızca Mutlağı düşünür -, Mutlağın İde'sini kavradığı; yani, şeylerin özü olarak, her şeyin mutlak bütünselliği ve içkin özü olarak Varlık'ı (ki düşüncenin kendisi olabilir) kavradığı - ve bu bir dış varlık olsa da, düşünce olarak kavradığı yere yerleştirilmelidir. Bundan ötürü, Musevilerin tanrı olarak düşündükleri - her din düşünmedir - yalın ve duyumlanabilir olmayan varlık, felsefenin bir nesnesi [ele aldığı, irdelediği konusu] değildir; örneğin şu önermeler: şeylerin özü ya da ilkesi sudur, ya da ateştir, ya da düşüncedir [felsefenin nesnesidir].
Ortaya çıkan ilk soru şudur: felsefe tarihine nereden başlamamız gerekir? Felsefe tarihi, düşüncenin katışıksızlığı içinde ortaya çıktığı, genel olduğu; bu katışıksızhğm, bu tümelliğin özsel, doğru [hakiki], Mutlak olduğu, her şeyin özü olduğu yerde başlar; nesnesi, katışıksız, genel düşünce olan bilim, mantıktır. Mantıkta, öznel düşünceden, bilinçli düşünce biçimi içindeki düşünceden başka şey görmemek, yaygın bir alışkanlıktır kuşkusuz; düşüncenin, ancak, özneyle ilişkili oluşu bakımından değer taşıdığı sanılır. Felsefede, düşünce de nesne olarak [inceleme konusu olarak] ele alınır kuşkusuz; ama düşünce, yalnızca öznel bir şey olarak, bir iç etkinlik olarak değil, tam tersine, nesnel ve genel olması bakımından ele almır; böylece düşünce ve tümellik, aynı şeydir. Bir şeyin nasıl kurulmuş olduğunu [doğasını, yapısını], gerçekte nasıl olduğunu bilmek istersek, o şeyi düşünürüz [o şey üzerine düşünürüz], bu konuda düşünceler üretiriz, onun özünü, bir genel şeyi görüp tanırız [kavrarız].
Düşünceyi üretmek, özü tanımaktır [kavramaktır]. Ereği öz olan [özü bulmak olan] bir genel-düşünsei içbakıştır bu. Felsefede, düşünceler kendileri, öz yerine geçerler [öz yerini tutarlar]; mitos biçimine bürünmüş, özün duyumlanabilir tasarımı biçimim edinmiş doğru [hakikat] bir yana atılır [elenir]. Nitekim din de, katışıksız düşünce biçimi içindeki doğruyu [hakikati] değil, tasarımdaki [tasarım olarak] doğruyu kapsar. Öyleyse felsefe, şeylerin özünün, katışıksız düşünce biçiminde bilince geldiği [ulaştığı] yerde başlar; Grek dünyasında, işte bu durum söz konusudur.
Tinin [Geist'ın] bu ortaya çıkışı, tarihsel bakımdan, siyasal özgürlüğün çiçeklenme dönemine bağlanır; ve siyasal özgürlük, devlette özgürlük, bireyin kendini birey olarak duyduğu [algıladığı]; öznenin, kendini özne olarak genellik içinde duyduğu ya da dahası, kişiliğin [kişi-olmanm] bilincinin, kendinde bir sonsuz değer bulunduğu bilincinin ortaya çıktığı yerde, - kendimi, yalnızca kendim için değer taşıyan olarak koyduğum [gördüğüm] zaman başlar. Nesneyi, mutlak nesneyi, geneli ve özseli özgürlük içinde düşünmek te, ancak burada söz konusudur. Düşünmek, genelleştirmektir; öyleyse kendini düşünmek te, kendini genel bir tarzda [biçimde] belirlemek, bir genel şey olarak bilmek - kendimin, bir tümel, bir sonsuz şey olduğunu bilmek - ya da dahası, kendini, kendine denk düşen bir özgür varlık olarak düşünmektir. Siyasal özgürlük, pratik özgürlük uğrağı da buradadır [özgürlüğe de burada rastlanır]. Felsefesel düşünce de, tümel nesnenin düşüncesi olması bakımından hemen ona bağlanır [onunla ilinti kurar]; düşünce, genel olarak belirler kendini, yani:
a) geneli, nesnesi haline getirir ya da nesne olanı genelleştirir. Düşünce, duyusal [duyumlanabilir] bilinçte oldukları durumlarıyla doğanın şeylerinin tikel karakterini genel olarak, bir düşünce olarak, bir nesnel düşünce olarak belirler. Nesnel olan, ama bir düşünce olarak nesnel olan işte budur, b) İkinci belirlenim de, bugenel öğeyi görüp-tanımamdır, düşüncenin bilmesidir, bunun gerçekleşmesidir. Genele yönelik bu bilen, tanıyan sıkı ilişki, bu şey benim için nesnel olarak var olduğu ölçüde, ben kendimi, kendim için var kıldığım, sürdürdüğüm ölçüde ortaya çıkar. Ben onu düşünürüm ve o, bu ölçüde benimdir; bu, benim düşüncem olmasına rağmen, benim için yine de mutlak tümeldir; bunun nesnel olarak ortada bulunmakhğı dolayısıyla, kendimi onda düşünmüşümdür, bu sonsuzun içindeyimdir ve aynı zamanda bunun bilincindeyimdir. Böylece, bilgi'nin bakış açısına olduğu gibi nesnelliğin bakış açısına da yerleştiririm kendimi, ve bu bakış açısını benimserim. Siyasal özgürlüğü, düşüncenin özgürlüğünün ortaya çıkışma bağlayan [onunla birleştiren] genel bağ işte buradadır.
Bu genel belirlenim (Bestimmung), felsefenin başlangıcının soyut belirlenmişliğidir (Bestîmmtheit), ama bu ikincisi aynı zamanda tarihseldir; ilkesi bu belirlenimi içinde taşıyan [içeren] ve dolayısıyla ilkesi, özgürlük bilincini kuran bir halkın somut biçimidir. Böyle bir halk, somut varlığını bu ilke üzerinde kurar. Bir halkın anayasasının, yasalarının, tüm durumunun temeli, tinin kendisini kavrayış tarzındadır, kendini bilişini [bilmekliğini] sağlayan kategorilerindedir ancak. Öyleyse, felsefenin ortaya çıkışı, özgürlüğün bilincini gerekli kılar dediğimizde, bundan, felsefenin, varoluşunu bu ilke üzerinde temellendiren bir halkın bulunmaklığını gerekli kıldığı sonucu çıkıyor; ve bu açıdan, düşüncenin, kendi yanında [yuvasında, yurdunda] bulunması, yani düşüncenin doğal ortamdan sıyrılmış olması; maddenin, sezginin [duyumların] ve isteğin içine, yani doğanın içine batmışlık [gömülmüşlük] durumunda bulunmaması zorunludur diyoruz. Demek ki, bu dereceden [düzeyden] önceki biçim, yukarda söylediklerimize göre, tin ile doğanın birliğidir. Bu birlik, ilksel olması ve başlangıçta bulunması dolayısıyla gerçek [hakiki] birlik değildir. Tin ile doğanın birliğini, bilincin en iyi durumu olarak görenlerin tümü de yanılmaktadır. Bu düzey [derece], en aşağıda yer alan, en az gerçek [hakiki] olan düzeydir. Genellikle Doğu'nun durumudur bu. Ne var ki, özgür, tinsel (geistig) kendibilincin ilk biçimi ve dolayısıyla felsefenin başlangıcı [da], Greklerde bulunmaktadır.
Şimdi, genellikle ilksel biçim üzerine birkaç açıklama yapacağız.
Demek ki felsefe, tarih içinde, özgür kurumların bulunduğu yerde ortaya çıkar. Önce, Doğu'ya değineceğiz. Doğu dünyasında, tam anlamıyla felsefe söz konusu olamaz; çünkü, bu dünyanın ayırt edici özelliğine [karakterine] kısaca değinmek gerekirse, diyebiliriz ki, tin Doğu'da ortaya çıkar, ama Doğu'da durum öyledir ki, özne, bireysellik, kişi [kişilik] değildir; nesne içinde kaybolup gitmeye yargılıdır. Doğu'da egemen olan, tözsel ilişkidir.
Töz, Doğu'da, ya duyuüstü olarak, düşünce olarak ya da daha maddesel bir tarzda tasarımlanır [kavranır]. Bireyin, tikelin durumu, tözsele oranla [ona ilişkisinde], yalnızca olumsuz olmaktır [olumsuzluktur]. Bu tür bir bireyin ulaşabileceği en yüksek nokta, bireyin, tözde kaybolup gitmesinden, bilincin silinmesinden ve dolayısıyla öznenin yok olmasından ve töz ile özne arasındaki farkın da ortadan kalkmasından başka şey olmayan öncesiz-sonrasız mutluluktur. Demek ki, en yüksek durum, bilinçsizlik [duyarlıksızlık] durumudur [burada]. Öyleyse, bireyler bu mutluluğa ulaşmadıkça ve dünyasal bir varoluş içinde bulundukça, tözsel ile bireyselin bu birliğinin dışındadırlar; tinden yoksunluk durumu olan durumdadırlar, belirlenimdedirler; tözden yoksundurlar; ve siyasal özgürlük bakımından da haklardan yoksundurlar. İrade burada, hiç mi hiç tözsel değildir, ama doğanın keyfiliği ve olumsallığı ile belirlenmiştir [sınırlanmıştır] (örneğin, kastlarla belirlenmiştir) ; - bilinçten içsel olarak yoksun (bewusstlos) bir durumdur [yoksunluk durumudur] bu.
Doğu karakterinin temel koşulu da işte buradadır. Olumlu yalnızca tözdür; bireysel ise tözsüz olandır, ilinekseldir; siyasal özgürlük, hukuk, özgür ahlaklılık, katışıksız bilinç, düşünce yoktur burada; bütün bunların ortaya çıkması için öznenin, töz karşısında kendini bilinç olarak koyması ve bilinç olarak tamnıp-kabullenilmesi gerekir. Kendüçin bilgi, Doğu karakterinde söz konusu değildir. Öznenin, kendüçin varoluşu yoktur ve özne, kendi-bilincinde, kendisi için hiçbir değer taşımaz. Doğulu özne, ulu, soylu, yüce olabilir kuşkusuz; ama önemli olan nokta, bireyin, hak diye bir şeye sahip olmamasıdır ve kendisini şu ya da bu yapmasının [haline getirmesini], doğanın ya da keyfiliğin bir belirlenimi [belirlemesi] olmasıdır. Gönül yüceliği, ruh ululuğu ve en büyük yatkınlıklar, Doğuluda, karakter keyfiliğinden ve dolayısıyla rastlantıdan başka şey değildir. Belirlenimleri nesnel ve somut olan; herkesin saygı duyması gereken, herkes için geçerli olan ve herkesin [bir birey, bir insan olarak] tanınıp-kabullenilmesînin zeminini oluşturan hukuk ve ahlaklılık yoktur Doğu'da. Hiçbir şey saptanmış ve belirlenmiş olmadığı için Doğulu, davranışlarda bulunurken [eylerken] yetkin bir bağımsızlıktan yararlanır. Tözü ne kadar özgür ve belirlenmemişse, o da, keyfilik ve bağımsızlıktan o kadar çok yararlanır. Bu özgür töz, genellikle herkes için geçerli olan nesnellik karakterine [nesnelliğe], özgürlüğünün sahip olduğu ölçüde az sahiptir. Bizim gözümüzde, hukuğu, toplumsal ahlakı, devleti oluşturan şeyler; Doğu'da, tözsel, doğal, babaerkil bir biçimde, yani öznel özgürlükten yoksun olarak vardır. Vicdan dediğimiz şey, [yani] ahlaklılık da yoktur [orada]. Bu durum, kötünün-kötüsünün yanı sıra, en yüksek soyluluğu da içinde barındıran [kabullenen] donmuş [taşlaşmış] bir doğal düzendir. En yüce keyfilik, en yüksek yere geçip oturmuştur [orada].
İlkin tin ile doğanın birliği görülüyor, demiştik. Bu, daha kesin anlamıyla ne demektir? Tin, kendibMincidir ve böyle olması dolayısıyla nesnelerin, ereklerin, vs., bilincidir; yani, tasarımlayan, isteyen ve dileyen bilinçtir. [Oysa bu ilk] derecede [düzeyde] bulunduğu sürece, isteminin içeriği kadar tasarımının alanı [sphere!] da sonludur bilincin; öyleyse [bilincin] kendi de sonludur. Doğa içine batmış durumdaki tin, zekânm ve iradenin sonluluğunu dolayımsız olarak kendinde taşır. Doğunun belirlenimi de buradadır işte; bu birliği en yetkin durum olarak görmemek için bilmek gerekir bunu; bu durum, en yüksek [en katmerli] sonluluk durumudur. Gerçekten de, bu tür bir bilinç, ne gibi erekler benimseyebilir ki? Doğu'da, bu ereklerde, kendi için genel hiçbir şey bulunmaz henüz. Hukuğu, toplumsal ahlaklılığı, iyiyi istediğim zaman, genel bir şey istemiş olurum; çünkü hukuk, toplumsal ahlaklılık, vs., genel şeylerdir, doğal tikellikler olmaktan çıkmış [kurtulmuş] şeylerdir. İradenin, [dayanacağı] temel olarak bu genellik karakterine [niteliğine] sahip olması gerekir. Bir halkın, hukuk üzerinde temellenmiş yasaları varsa, bu durumda genel, nesne haline girmiştir; bu da, düşüncenin pekişmiş olması olasılığım dile getirir. Böyle bir halk, genel şeyler ister ve düşünür. İrade geneli isterse, halk, o zaman özgür olmaya başlar; çünkü genel irade, düşüncenin (yani genelin) genele ilişkililiğini içinde taşır. Düşünce, [yani], kendi yanında [evinde, yurdunda] bulunan tin, özgürdür bu durumda. Yasa isteyen, özgürlüğüne sahip olmayı ister. Özgür olmak isteyen bir halk, isteklerini, tikel ereklerini, çıkarlarını, genel iradeye, yani yasaya bağımlı kılar. Bunun tersine, iradenin nesnesi genel olmadığı zaman, özgürlüğün görüş açısı da henüz yok demektir; istenen şey tikel bir nesneyse, irade sonludur; ve iradenin bu sonluluğu, Doğulunun karakterinde bulunan [içerilmiş olan] bir şeydir. İradenin özgürlüğü, düşüncenin, kendisi için özgür hale geldiği, genel-olanın ortaya çıktığı yerde başlar ancak. Doğaya batmış [gömülmüş] tin olan Doğulu karakteri, irade bakımından ele alındığında, sonluluğa boyun eğmiş durumdadır öyleyse.