TOPLUM BİLİMLERİNİN MANTIĞI - 1
|
KARL R. POPPER
Çev: Şahin Alpay
Toplum bilimlerinin mantığı konulu bu bildiriye, bilgimizle bilgisizliğimiz arasındaki zıtlık üzerine iki tezle başlamak istiyorum.
Birinci tez : Pek çok şey biliyoruz. Sadece düşünsel açıdan ilginçliği kuşkulu birçok ayrıntı konusunda değil, pratik bakımdan anlamlı şeyler üzerine de bilgimiz var. Daha önemlisi, bize derin bir teorik içgörü ve dünya üzerine şaşırtıcı bir kavrayış kazandıran bilgilerimiz var.
İkinci tez: Bilgisizliğimiz, çok düşündürücü ve sınırsızdır. Gerçekten (ilk tezimin dolaylı olarak atıfta bulunduğu) doğa bilimlerinin şaşırtıcı ilerlemesi, gözlerimizi doğa bilimleri alanını da kapsayan bilgisizliğimize açıyor. Bu durum, Sokrates'in bilgisizlik konusundaki görüşüne yeni bir anlam getiriyor. Attığımız her ileri adımla, çözdüğümüz her sorunla, yeni ve çözülmemiş sorunlar keşfetmekle kalmıyor, sağlam dayanaklara sahip olduğumuzu sandığımız konularda bile bilgilerimizin gerçekte güvenilmez ve sallantıda olduğunu anlıyoruz.
Bilgi ve bilgisizlikle ilgili bu iki tezin arasındaki çelişki yalnızca görünüştedir. Görünüşteki çelişki, öncelikle, 'bilgi' ve 'bilgisizlik' sözcüklerinin birbirlerinin tam zıddı anlamda kullanılmamış olmasından ileri gelmektedir. Ama her iki düşünce ve her iki tez de önem taşır: o kadar ki, bunu bir üçüncü tezle, daha belirtik hale getirmek isterim.
Üçüncü tez : Her bilgi teorisinin temel bir görevi ve belki de vazgeçilmez bir gereği, hayranlık uyandıran ve giderek gelişmekte olan bilgilerimiz ile aslında hiçbir şey bilmediğimize dair giderek güçlenen kavrayışımız arasındaki ilişkiyi aydınlatarak, her iki tezimizin de hakkını vermektir.
Biraz düşünülürse, bilgi mantığının bilgi ile bilgisizlik arasındaki bu gerilimi tartışması gerektiği açıkça görülecektir. Bu kavrayışın verdiği önemli bir sonuç, dördüncü tezimde ifadesini bulacaktır. Ancak, dördüncü tezi sunmadan önce, sayıları giderek çoğalacak olan bu numaralanmış tezler için özür dilemek isterim. Bu toplantıyı düzenleyenler (benden sonraki konuşmacının eleştirel karşı-tezlerini daha belirgin bir biçimde ortaya koyabilmesini kolaylaştırmak için) bu bildirimin, bir dizi numaralanmış tezi kapsayacak şekilde hazırlanmasını önerdiler. Bu sunuş tarzının, dogmatizm izlenimi uyandırması tehlikesine rağmen, öneriyi yararlı bularak kabul ettim. Dördüncü tezim şu.
Dördüncü tez : Bilimin veya bilginin belirli bir şeyden 'başladığı' söylenebilirse, şöyle denebilir: Bilgi, algılar veya gözlemlerle ya da verilerin veya olguların toplanmasıyla değil, belirli sorunlarla başlar. Denebilir ki: Belirli bir sorun olmaksızın bilgi olamaz; aynı şekilde, bilgi olmaksızın sorunlar da olamaz. Bu ise bilginin bilgi ile bilgisizlik arasındaki gerilimle başladığı anlamına gelir. Dolayısıyla, bilgi olmadan sorunlar olamaz diyebileceğimiz gibi, bilgisizlik olmadan sorunlar olamaz da diyebiliriz. Çünkü her sorun doğru sandığımız bilgilerimizde aksayan bir yan olduğunu keşfetmemizden; ya da mantık açısından bakıldığında, olgularla doğru saydığımız bilgilerimiz arasında içsel bir çelişki bulunduğunu; daha doğrusu, doğru saydığımız bilgilerimiz ile doğru saydığımız olgular arasında açık bir çelişkinin varlığını keşfetmemizden doğar.
Her ne kadar ilk üç tezim, soyut niteliklerinden dolayı, konumuza —yani, toplum bilimlerinin mantığı konusuna— uzak düştükleri izlenimini uyandırabilirse de, dördüncü tezimin bizi konumuzun özüne getirdiğini söyleyebilirim. Bu da beşinci tezimde şöyle ifade edilebilir:
Beşinci tez : Diğer bilimlerde olduğu gibi toplum bilimlerinde de, ilgilendiğimiz sorunların önemi ya da ilginçliği oranında, ve elbette ki bu sorunları ele alışımızdaki dürüstlük, dolaysızhk ve basitlik oranında, başarılı ya da başarısız, ilginç veya sıkıcı, verimli veya verimsiz oluruz. Bu durum yalnız teorik sorunlarla sınırlı değildir. Ciddi pratik sorunlar, örneğin yoksulluk, cehalet, siyasal baskı ve yasal haklar konusunda belirsizlik gibi sorunlar da toplumbilim araştırmalarının çıkış noktası olmuştur.
Bu pratik sorunlar düşünmeyi, teori kurmayı gerektirmiş ve dolayısıyla bizi teorik sorunlara götürmüştür. İstisnasız her durumda sorunun karakteri ve niteliği —ve elbette ki önerilen çözümün cesareti ve özgünlüğü— bilimsel bir başarının değerini ya da değersizliğini belirlemiştir.
O halde çıkış noktası her zaman bir sorundur ve gözlem bir sorun ortaya çıkarırsa ya da başka bir deyişle, bizi şaşırtır, bilgilerimizin, beklentilerimizin, teorilerimizin aksayan yanlan olduğunu gösterirse, bir çıkış noktası haline gelebilir. Bir gözlem, ancak, bilinçli ya da bilinçsiz beklentilerimizle çalıştığı takdirde bir sorun yaratır. Ama bilimsel çalışmalarımızın çıkış noktası, herhangi bir gözlem değil, belirli bir rol oynayan; yani sorun yaratan bir gözlemdir. Artık, temel tezimi altıncı tez olarak ortaya koyabilirim. Temel tezim şudur.
Altıncı tez :
a) Toplum bilimlerinin yöntemi, doğa bilimlerinin yöntemi gibi, belirli sorunlara, araştırmalarımızın çıkış noktası olan sorunlara ve araştırma sırasında ortaya çıkan sorunlara, belirli çözümlerin denenmesinden ibarettir. Çözümler önerilir ve eleştirilir. Önerilen çözüm eleştiriye açık değilse, bilimsel olmadığı gerekçesiyle, belki de geçici olarak, bir kenara bırakılır.
b) Denenen çözüm eleştiriye açıksa, bu çözümün yanlışlığını göstermeye çalışırız. Çünkü her türlü eleştiri, yanlışlığı gösterme girişimlerinden başka bir şey değildir.
c) Denenen çözümü eleştirerek yanlışlığını gösterirsek, başka bir çözüm öneririz.
d) Yeni çözüm eleştiriye dayanıklıysa, bu çözümü daha çok tartışılmaya ve eleştirilmeye değer bulduğumuz için, geçici olarak kabul ederiz.
e) Dolayısıyla, bilimsel yöntem, sorunlarımızı yoğun eleştiriyle denetlenen tahminler öne sürerek çözme girişimlerinden ibarettir. 'Deneme ve yanılma' yönteminin, bilinçli, eleştirel bir gelişmesidir.
f ) Bilimin nesnelliği eleştirel yöntemin nesnelliğinde yatar. Bilimin nesnelliği, her şeyden önce, hiçbir teorinin eleştiri dışı olmaması ve mantıksal eleştirinin temel aracının —mantıksal çelişme— nesnel olması demektir. Temel tezimin ardında yatan ana fikir aşağıdaki şekilde de ifade edilebilir.
Yedinci tez : Bilgi ile bilgisizlik arasındaki gerilim, sorunlara ve bu sorunları çözme girişimlerine yol açar. Ancak bu gerilim asla ortadan kalkmaz.' Çünkü, bilgilerimizin geçici çözüm önerilerinden ibaret olduğu görülür. Bu yüzden bilgi fikrinin kendisi, ilke olarak, bir yanılgı, dolayısıyla bilgisizlik olduğunun anlaşılması olasılığını içinde taşır. Bilgilerimizi 'haklı göstermenin tek yolu da geçicidir; çünkü eleştiriden ya da daha doğrusu, denediğimiz çözümlerin şimdiye kadar en sert eleştirilerimize dayanmış olmasından ibarettir.
Bundan daha öteye giden, tam bir 'haklı gösterme' yoktur.
Çözüm denemelerimizin (olasılık hesaplarının yasalarına uygun bir anlamda) olası olduğu da gösterilemez. Belki de bu tutum, eleştirel yaklaşım olarak betimlenebilir (burada 'eleştirel' sözcüğü, Kant'm felsefesiyle bir ilişki bulunduğunu ifade eder).
Temel tezim ve bunun sosyoloji bakımından taşıdığı önem üzerine daha iyi bir fikir verebilmek için, bu tezi, yaygın olarak kabul gören ve hayli bilinçsizce ve eleştirilmeksizin kabul edilip benimsenen bir metodolojinin bazı tezleri ile karşı karşıya getirmek yararlı olabilir.
Örneğin, natüralizm (naturalism) ya da bilimciliğin (scientism), toplum bilimlerinin doğa bilimlerinden bilimsel yöntemin ne olduğunu öğrenmeleri gerektiğini savunan saptırılmış ve yanlış tezini ele alalım. Bu saptırılmış natüralizm şöyle der: Gözlem ve ölçümlerden hareket et, örneğin istatistik veriler toplayarak işe başla, sonra tümevarım yoluyla genellemelere ve teorilere ulaş. Ancak bu yolla toplum bilimlerinde olanaklı olduğu ölçüde bilimsel nesnellik idealine ulaşabilirsin.
Ancak, toplumbilimlerinde nesnelliğe ulaşmanın (eğer başarılabilirşe) doğa bilimlerine göre çok daha zor olduğunun da bilincinde olmalısın. Zira nesnel bilim, 'değerlerden bağımsız', yani değer yargılarından arınmış olmalıdır. Oysa bir toplum bilimci ancak çok ender durumlarda mensup olduğu toplumsal sınıfın değerler sisteminden bağımsız kalarak, smırlı bir ölçüde 'değerlerden bağımsız' ve 'nesnel' olmayı başarabilir.
Saptırılmış natüralizme atfettiğim tüm bu tezler, kanımca, bütünüyle yanlıştır. Tüm bu tezler doğa bilimleri yönteminin yanlış anlaşılmasına, daha doğrusu bir mitosa, ne yazık ki çok yaygın olarak kabul gören ve çok etkin olan bir mitosa dayanmaktadır. Bana ayrılan değerli zamanın bir bölümünü bu saptırılmış natüralizmin eleştirilmesine ayırmak istiyorum.
Kabul etmek gerekir ki, birçok toplum bilimci, saptırılmış natüralizmin yukarıda saydığım tezlerinden kimilerini reddetmektedir. Yine de, bu natüralizmin günümüzde (en azından İngilizce konuşulan ülkelerde), belki iktisat hariç, toplum bilimlerine egemen olduğu söylenebilir. Bu başarının belirtilerini sekizinci tezimde ifade etmek istiyorum.
Sekizinci tez : İkinci Dünya Savaşı'ndan önce sosyoloji, belki de teorik fizikle karşılaştırılabilecek genel bir teorik bilim, sosyal antropoloji de özel bir tür sosyoloji, betimsel bir ilkel toplumlar sosyolojisi olarak kabul ediliyordu. Bugün bu ilişkinin bütünüyle tersyüz oluşu dikkat çekilmesi gereken bir olgu. Sosyal antropoloji ya da etnoloji bugün genel bir sosyal bilim durumuna gelmiş, sosyoloji de giderek özel bir tür sosyal antropoloji, yüksek düzeyde sanayileşmiş Batı Avrupa ya da Amerikan toplum biçimlerinin sosyal antropolojisi olma rolünü benimsemiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, sosyoloji ile antropoloji arasındaki ilişki tersyüz olmuştur. Sosyal antropoloji uygulamalı-betimsel bir disiplin olmaktan çıkarılarak, bellibaşlı bir teorik bilim olma düzeyine yükseltilmiş; antropolog da alcak-gönüllü ve oldukça dar-görüşlü, betimleyici bir alan araştırmacısı olmaktan çıkıp, uzak ve derin görüşlü bir sosyal kuramcı, derine inen bir sosyal psikolog düzeyine yükselmiştir. Eskiden teoriyle uğraşan sosyolog ise, bir alan araştırmacısı ve bir uzman olarak iş bulursa haline şükredecek duruma gelmiştir. Onun işlevi artık, Batı Avrupa ve ABD'de yerli beyaz ırkın totemleri ve tabularını gözlemlemek ve betimlemekten ibarettir.
Çev: Şahin Alpay
Toplum bilimlerinin mantığı konulu bu bildiriye, bilgimizle bilgisizliğimiz arasındaki zıtlık üzerine iki tezle başlamak istiyorum.
Birinci tez : Pek çok şey biliyoruz. Sadece düşünsel açıdan ilginçliği kuşkulu birçok ayrıntı konusunda değil, pratik bakımdan anlamlı şeyler üzerine de bilgimiz var. Daha önemlisi, bize derin bir teorik içgörü ve dünya üzerine şaşırtıcı bir kavrayış kazandıran bilgilerimiz var.
İkinci tez: Bilgisizliğimiz, çok düşündürücü ve sınırsızdır. Gerçekten (ilk tezimin dolaylı olarak atıfta bulunduğu) doğa bilimlerinin şaşırtıcı ilerlemesi, gözlerimizi doğa bilimleri alanını da kapsayan bilgisizliğimize açıyor. Bu durum, Sokrates'in bilgisizlik konusundaki görüşüne yeni bir anlam getiriyor. Attığımız her ileri adımla, çözdüğümüz her sorunla, yeni ve çözülmemiş sorunlar keşfetmekle kalmıyor, sağlam dayanaklara sahip olduğumuzu sandığımız konularda bile bilgilerimizin gerçekte güvenilmez ve sallantıda olduğunu anlıyoruz.
Bilgi ve bilgisizlikle ilgili bu iki tezin arasındaki çelişki yalnızca görünüştedir. Görünüşteki çelişki, öncelikle, 'bilgi' ve 'bilgisizlik' sözcüklerinin birbirlerinin tam zıddı anlamda kullanılmamış olmasından ileri gelmektedir. Ama her iki düşünce ve her iki tez de önem taşır: o kadar ki, bunu bir üçüncü tezle, daha belirtik hale getirmek isterim.
Üçüncü tez : Her bilgi teorisinin temel bir görevi ve belki de vazgeçilmez bir gereği, hayranlık uyandıran ve giderek gelişmekte olan bilgilerimiz ile aslında hiçbir şey bilmediğimize dair giderek güçlenen kavrayışımız arasındaki ilişkiyi aydınlatarak, her iki tezimizin de hakkını vermektir.
Biraz düşünülürse, bilgi mantığının bilgi ile bilgisizlik arasındaki bu gerilimi tartışması gerektiği açıkça görülecektir. Bu kavrayışın verdiği önemli bir sonuç, dördüncü tezimde ifadesini bulacaktır. Ancak, dördüncü tezi sunmadan önce, sayıları giderek çoğalacak olan bu numaralanmış tezler için özür dilemek isterim. Bu toplantıyı düzenleyenler (benden sonraki konuşmacının eleştirel karşı-tezlerini daha belirgin bir biçimde ortaya koyabilmesini kolaylaştırmak için) bu bildirimin, bir dizi numaralanmış tezi kapsayacak şekilde hazırlanmasını önerdiler. Bu sunuş tarzının, dogmatizm izlenimi uyandırması tehlikesine rağmen, öneriyi yararlı bularak kabul ettim. Dördüncü tezim şu.
Dördüncü tez : Bilimin veya bilginin belirli bir şeyden 'başladığı' söylenebilirse, şöyle denebilir: Bilgi, algılar veya gözlemlerle ya da verilerin veya olguların toplanmasıyla değil, belirli sorunlarla başlar. Denebilir ki: Belirli bir sorun olmaksızın bilgi olamaz; aynı şekilde, bilgi olmaksızın sorunlar da olamaz. Bu ise bilginin bilgi ile bilgisizlik arasındaki gerilimle başladığı anlamına gelir. Dolayısıyla, bilgi olmadan sorunlar olamaz diyebileceğimiz gibi, bilgisizlik olmadan sorunlar olamaz da diyebiliriz. Çünkü her sorun doğru sandığımız bilgilerimizde aksayan bir yan olduğunu keşfetmemizden; ya da mantık açısından bakıldığında, olgularla doğru saydığımız bilgilerimiz arasında içsel bir çelişki bulunduğunu; daha doğrusu, doğru saydığımız bilgilerimiz ile doğru saydığımız olgular arasında açık bir çelişkinin varlığını keşfetmemizden doğar.
Her ne kadar ilk üç tezim, soyut niteliklerinden dolayı, konumuza —yani, toplum bilimlerinin mantığı konusuna— uzak düştükleri izlenimini uyandırabilirse de, dördüncü tezimin bizi konumuzun özüne getirdiğini söyleyebilirim. Bu da beşinci tezimde şöyle ifade edilebilir:
Beşinci tez : Diğer bilimlerde olduğu gibi toplum bilimlerinde de, ilgilendiğimiz sorunların önemi ya da ilginçliği oranında, ve elbette ki bu sorunları ele alışımızdaki dürüstlük, dolaysızhk ve basitlik oranında, başarılı ya da başarısız, ilginç veya sıkıcı, verimli veya verimsiz oluruz. Bu durum yalnız teorik sorunlarla sınırlı değildir. Ciddi pratik sorunlar, örneğin yoksulluk, cehalet, siyasal baskı ve yasal haklar konusunda belirsizlik gibi sorunlar da toplumbilim araştırmalarının çıkış noktası olmuştur.
Bu pratik sorunlar düşünmeyi, teori kurmayı gerektirmiş ve dolayısıyla bizi teorik sorunlara götürmüştür. İstisnasız her durumda sorunun karakteri ve niteliği —ve elbette ki önerilen çözümün cesareti ve özgünlüğü— bilimsel bir başarının değerini ya da değersizliğini belirlemiştir.
O halde çıkış noktası her zaman bir sorundur ve gözlem bir sorun ortaya çıkarırsa ya da başka bir deyişle, bizi şaşırtır, bilgilerimizin, beklentilerimizin, teorilerimizin aksayan yanlan olduğunu gösterirse, bir çıkış noktası haline gelebilir. Bir gözlem, ancak, bilinçli ya da bilinçsiz beklentilerimizle çalıştığı takdirde bir sorun yaratır. Ama bilimsel çalışmalarımızın çıkış noktası, herhangi bir gözlem değil, belirli bir rol oynayan; yani sorun yaratan bir gözlemdir. Artık, temel tezimi altıncı tez olarak ortaya koyabilirim. Temel tezim şudur.
Altıncı tez :
a) Toplum bilimlerinin yöntemi, doğa bilimlerinin yöntemi gibi, belirli sorunlara, araştırmalarımızın çıkış noktası olan sorunlara ve araştırma sırasında ortaya çıkan sorunlara, belirli çözümlerin denenmesinden ibarettir. Çözümler önerilir ve eleştirilir. Önerilen çözüm eleştiriye açık değilse, bilimsel olmadığı gerekçesiyle, belki de geçici olarak, bir kenara bırakılır.
b) Denenen çözüm eleştiriye açıksa, bu çözümün yanlışlığını göstermeye çalışırız. Çünkü her türlü eleştiri, yanlışlığı gösterme girişimlerinden başka bir şey değildir.
c) Denenen çözümü eleştirerek yanlışlığını gösterirsek, başka bir çözüm öneririz.
d) Yeni çözüm eleştiriye dayanıklıysa, bu çözümü daha çok tartışılmaya ve eleştirilmeye değer bulduğumuz için, geçici olarak kabul ederiz.
e) Dolayısıyla, bilimsel yöntem, sorunlarımızı yoğun eleştiriyle denetlenen tahminler öne sürerek çözme girişimlerinden ibarettir. 'Deneme ve yanılma' yönteminin, bilinçli, eleştirel bir gelişmesidir.
f ) Bilimin nesnelliği eleştirel yöntemin nesnelliğinde yatar. Bilimin nesnelliği, her şeyden önce, hiçbir teorinin eleştiri dışı olmaması ve mantıksal eleştirinin temel aracının —mantıksal çelişme— nesnel olması demektir. Temel tezimin ardında yatan ana fikir aşağıdaki şekilde de ifade edilebilir.
Yedinci tez : Bilgi ile bilgisizlik arasındaki gerilim, sorunlara ve bu sorunları çözme girişimlerine yol açar. Ancak bu gerilim asla ortadan kalkmaz.' Çünkü, bilgilerimizin geçici çözüm önerilerinden ibaret olduğu görülür. Bu yüzden bilgi fikrinin kendisi, ilke olarak, bir yanılgı, dolayısıyla bilgisizlik olduğunun anlaşılması olasılığını içinde taşır. Bilgilerimizi 'haklı göstermenin tek yolu da geçicidir; çünkü eleştiriden ya da daha doğrusu, denediğimiz çözümlerin şimdiye kadar en sert eleştirilerimize dayanmış olmasından ibarettir.
Bundan daha öteye giden, tam bir 'haklı gösterme' yoktur.
Çözüm denemelerimizin (olasılık hesaplarının yasalarına uygun bir anlamda) olası olduğu da gösterilemez. Belki de bu tutum, eleştirel yaklaşım olarak betimlenebilir (burada 'eleştirel' sözcüğü, Kant'm felsefesiyle bir ilişki bulunduğunu ifade eder).
Temel tezim ve bunun sosyoloji bakımından taşıdığı önem üzerine daha iyi bir fikir verebilmek için, bu tezi, yaygın olarak kabul gören ve hayli bilinçsizce ve eleştirilmeksizin kabul edilip benimsenen bir metodolojinin bazı tezleri ile karşı karşıya getirmek yararlı olabilir.
Örneğin, natüralizm (naturalism) ya da bilimciliğin (scientism), toplum bilimlerinin doğa bilimlerinden bilimsel yöntemin ne olduğunu öğrenmeleri gerektiğini savunan saptırılmış ve yanlış tezini ele alalım. Bu saptırılmış natüralizm şöyle der: Gözlem ve ölçümlerden hareket et, örneğin istatistik veriler toplayarak işe başla, sonra tümevarım yoluyla genellemelere ve teorilere ulaş. Ancak bu yolla toplum bilimlerinde olanaklı olduğu ölçüde bilimsel nesnellik idealine ulaşabilirsin.
Ancak, toplumbilimlerinde nesnelliğe ulaşmanın (eğer başarılabilirşe) doğa bilimlerine göre çok daha zor olduğunun da bilincinde olmalısın. Zira nesnel bilim, 'değerlerden bağımsız', yani değer yargılarından arınmış olmalıdır. Oysa bir toplum bilimci ancak çok ender durumlarda mensup olduğu toplumsal sınıfın değerler sisteminden bağımsız kalarak, smırlı bir ölçüde 'değerlerden bağımsız' ve 'nesnel' olmayı başarabilir.
Saptırılmış natüralizme atfettiğim tüm bu tezler, kanımca, bütünüyle yanlıştır. Tüm bu tezler doğa bilimleri yönteminin yanlış anlaşılmasına, daha doğrusu bir mitosa, ne yazık ki çok yaygın olarak kabul gören ve çok etkin olan bir mitosa dayanmaktadır. Bana ayrılan değerli zamanın bir bölümünü bu saptırılmış natüralizmin eleştirilmesine ayırmak istiyorum.
Kabul etmek gerekir ki, birçok toplum bilimci, saptırılmış natüralizmin yukarıda saydığım tezlerinden kimilerini reddetmektedir. Yine de, bu natüralizmin günümüzde (en azından İngilizce konuşulan ülkelerde), belki iktisat hariç, toplum bilimlerine egemen olduğu söylenebilir. Bu başarının belirtilerini sekizinci tezimde ifade etmek istiyorum.
Sekizinci tez : İkinci Dünya Savaşı'ndan önce sosyoloji, belki de teorik fizikle karşılaştırılabilecek genel bir teorik bilim, sosyal antropoloji de özel bir tür sosyoloji, betimsel bir ilkel toplumlar sosyolojisi olarak kabul ediliyordu. Bugün bu ilişkinin bütünüyle tersyüz oluşu dikkat çekilmesi gereken bir olgu. Sosyal antropoloji ya da etnoloji bugün genel bir sosyal bilim durumuna gelmiş, sosyoloji de giderek özel bir tür sosyal antropoloji, yüksek düzeyde sanayileşmiş Batı Avrupa ya da Amerikan toplum biçimlerinin sosyal antropolojisi olma rolünü benimsemiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, sosyoloji ile antropoloji arasındaki ilişki tersyüz olmuştur. Sosyal antropoloji uygulamalı-betimsel bir disiplin olmaktan çıkarılarak, bellibaşlı bir teorik bilim olma düzeyine yükseltilmiş; antropolog da alcak-gönüllü ve oldukça dar-görüşlü, betimleyici bir alan araştırmacısı olmaktan çıkıp, uzak ve derin görüşlü bir sosyal kuramcı, derine inen bir sosyal psikolog düzeyine yükselmiştir. Eskiden teoriyle uğraşan sosyolog ise, bir alan araştırmacısı ve bir uzman olarak iş bulursa haline şükredecek duruma gelmiştir. Onun işlevi artık, Batı Avrupa ve ABD'de yerli beyaz ırkın totemleri ve tabularını gözlemlemek ve betimlemekten ibarettir.