TOPLUM BİLİMLERİNİN MANTIĞI - 2

Ama belki de toplum bilimcinin kaderindeki bu değişikliği fazla ciddiye almamak gerekir; bilimsel bir konunun özü diye bir şey olmadığına göre. Bu düşünce de beni dokuzuncu tezime götürür.

Dokuzuncu tez : Bilim konusu denen şey, yapay bir biçimde sınırları çizilen, bir sorunlar ve denenen çözümler karmaşığından ibarettir. Gerçekte varolan, sorunlar, çözümler ve bilimsel geleneklerdir.

Bu dokuzuncu teze karşın, sosyoloji ile antropoloji arasındaki ilişkinin tümüyle tersyüz olması son derece ilginçtir. Konular ve taşıdıkları başlıklar nedeniyle değil, sahte-bilim yönteminin kazandığı zafere işaret etmesi bakımından. Bu da beni bir sonraki tezime götürür.

Onuncu tez : Antropolojinin zaferi, sözde gözlemsel, sözde betimsel ve sözde daha nesnel bir yöntemin ve dolayısıyla doğa, bilimlerinin yöntemi sayılan yöntemin zaferidir. Bu, aslında bir hezimet olan görünüşte bir zaferdir. Böyle bir zafer daha demek, bizim —yani hem sosyoloji hem de antropolojinin— işinin bitik olması demektir.

Kabul etmeliyim ki, onuncu tezim biraz fazla sivri bir şekilde ifade edilmiş olabilir. Toplum bilimlerinin en başarılılarından biri olan antropolojinin çok ilginç ve önemli şeyler keşfetmiş olduğunu elbette kabul ediyorum. Dahası, biz Avrupalıların kendimizi, bir defa da sosyal antropologun gözleriyle görmemizin çok heyecan verici ve anlamlı olabileceğini de kabul etmem gerekir. Ancak, bu gözlükler her ne kadar başkalarından daha renkli iseler de, böyle oldukları için daha nesnel değildirler. Antropolog, çoğu zaman sandığı ve toplumsal rolünü (hem de zevkle) oynamaya giriştiği gibi, Merih'ten yeryüzüne inmiş bir gözlemci değildir. Merih'te yaşayan birinin bizim kendimizi gördüğümüzden daha 'nesnel' olarak görebileceğine inanmak için de hiçbir neden olmadığını belirtmeliyim.

Bu bağlamda çok asırı, ama hiç de özgün olmayan bir öyküyü nakletmek isterim. Her ne kadar yaşanmış bir öykü ise de, böyle olmasının bu bağlamda bir önemi yok. Eğer öykü size inanılmaz görünürse, lütfen, önemli bir noktayı abartma yoluyla açıklamak için uydurulmuş bir örnek olarak kabul edin Yıllar önce, bir teolog tarafından düzenlenen; filozof, biyolog, antropolog ve fizikçilerin çağrılı olduğu dört gün süren bir konferansa katıldım. Konferansa saydığım disiplinleri temsil eden toplam sekiz kişi katılıyordu. Konferansın konusu, sanırım, 'Bilim ve Hümanizm'di. Başlangıçtaki bazi güçlüklerin ve bizleri yüceltilmiş bir derinlikle (erhabene Tiefe, yüceltilmiş bir derinliğin, aslında, bir bayağılık olduğunu göremeyen Hegel'e ait bir terimdir) etkileme girişiminin önlenmesinden sonra dört veya beş katılmacının iki gün süren ortak çabaları, tartışmaları olağanüstü yüksek bir düzeye çıkarmayı başardı. Toplantı, —en azından bana öyle geliyordu— herkesin birbirinden bir şeyler öğrendiğine ilişkin mutlu bir duyguya kapıldığı bir aşamaya varmıştı. Hepimizin tartışma konusuna dalmış olduğumuz bir sırada sosyal antropolog, toplantıya katkısını yaptı.

«Şimdiye kadar toplantıda hiç söz almamış olmama belki de şaşıyorsunuz,» dedi. «Bunun nedeni benim bir gözlemci oluşumdur. Bir antropolog olarak bu toplantıya sözlü davranışlarınıza katılmak için değil, sözlü davranışlarınızı incelemek amacıyla geldim. Bunu yapmayı da başardım. Bu görevime sıkı sıkıya bağlı kaldığım için tartışmalarınızın içeriğini her zaman izleyemedim. Ama benim gibi, sayısız tartışma grubunu incelemiş olan bir kimse, zamanla, tartışma konusunun nisbeten önemsiz olduğunu öğrenir. Biz antropologlar [bu sözleri, hatırladığım kadar, kelimesi kelimesine şöyleydi:! bu tür sosyal olavları dışarıdan ve daha nesnel bir açıdan görmeyi öğreniriz. Bizi ilgilendiren tartışılan konu değil, konunun nasıl ele alındığıdır. Örneğin, birinin.toplantıya nasıl hakim olmaya çalıştığı-, diğerlerinin de tek tek ya da güçbirliği yaparak nasıl bu girişime karşı çıktıkları; çeşitli girişimlerden sonra, grup içinde nasıl bir hiyerarşi ve dolayısıyla bir grup dengesi ve bir grup sözelleştirme ritüeli oluştuğu bizi ilgilendirir. Tartışma konusu olan sorun ne kadar değişken olursa olsun, bu davranışlar her zaman yinelenir.»

Merih'ten gelen antropolog ziyaretçimizin bütün söylediklerini dinledik. Sonra ben kendisine bazı sorular yönelttim. Önce, tartışmamızın konusu ve ulaştığımız sonuçlar üzerine bir yorumu olup olmadığını, sonra da kişilere bağlı olmayan, geçerli ya da geçersiz gerekçeler veya savlar olabileceği düşüncesini anlayıp anlamadığını sordum. Yanıt olarak kendini tartışmalarımızın ayrıntılarını izleyemeyecek kadar grup davranışımızı gözlemeye verdiğini; izlemiş olsa bunun nesnelliğini tehlikeye düşüreceğini söyledi. İzlemesi halinde tartışmaya katılması, o durumda da bizlerden biri durumuna gelmesi, bunun da nesnelliğin sonu olması kaçınılmazdı. Dahası, tartışmalarımızın sözsel içeriğini yargılamamak ve önemli bulmamak için eğitilmişti (sürekli olarak 'sözel davranış' ve 'sözelleştirme' kavramlarını kullanıyordu).

Sonra da şöyle konuştu: «Savlar ve gerekçeler, tartışmaya katılanlar olarak sizin üzerinizde bir izlenim bırakabilir. Bizi ilgilendiren, sizlerin bu yolla birbirinizi karşılıklı olarak etkileyebilmeniz ve bu etkilemenin semptomlarıdır. Bizi ilgilendiren tartışmanın olgusal içeriği değil, tartışmacıların oynadıkları roller, bu rollerin karşılıklı etkileridir. Sözde savlara gelince, bunlar sözel davranışın yalnızca bir yönü ve diğer yönlerinden daha önemli olmayan bir yönüdür. Savlarla diğer etkileyici sözler arasında ayrım yapılabileceği, tümüyle öznel bir yanılsamadır. Bu, nesnel olarak geçerli ve nesnel olarak geçersiz savlar ayrımı bakımından da söz konusudur. Zorunlu olursa, savları, onları belirli zamanlarda geçerli ya da geçersiz kabul eden toplumlara göre sınıflandırmak mümkündür. Zaman öğesinin de bir rolü olduğu, bu grup gibi bir tartışma grubunda, belirli bir aşamada kabul gören, görünürde geçerli bazı savların daha sonraki bir aşamada katılanların biri tarafından reddedilmesi ya da saldırıya uğramasından da anlaşılmaktadır.»

Bu öyküyü anlatmaya devam etmek istemiyorum. Antropolog dostumun sergilediği biraz aşırı tutumun düşünsel kaynağında yalnızca davranışçı nesnellik idealinin değil, Alman topraklarında gelişip serpilen bazı fikirlerin de etkisi olduğuna işaret etmeyi gereksiz buluyorum. Kastettiğim, felsefi görecilik (relativism) düşüncesidir: nesnel gerçek diye bir şey olmadığını, şu ya da bu çağ için geçerli gerçekler olduğuna inanan tarihsel görecilik ile şu ya da bu sınıf, grup ya da meslek için geçerli gerçekler ya da bilimler (proleter bilimi ve burjuva bilimi gibi) olduğunu savunan sosyolojik görecilik. Bu tutumdan bilgi sosyolojisinin de sorumlu olduğuna inanıyorum, çünkü bilgi sosyolojisi antropolog dostumun dile getirdiği dogmaların tarih-öncesine katkıda bulunmuştur. Evet, antropolog dostum o konferansta aşırı denebilecek bir tutum sergiledi. Ama bu tutum, özellikle biraz değişik haliyle, né atipik ne de önemsizdir.

Ancak, bu tutum saçmadır. Tarihsel görecüiği, sosyolojik göreciliği ve bilgi sosyolojisini başka yerlerde ayrıntılı olarak eleştirmiş olduğum için, burada bu konulara girmeyeceğim. Burada yalnızca söz konusu tutumun ardında yatan, sığ ve saptırılmış bilimsel nesnellik düşüncesini kısaca tartışacağım.

Onbirinci tez : Bilimin nesnelliğinin bilim adamının nesnelliğine bağlı olduğunu düşünmek, bir yanılgıdır. Doğa bilimcisinin tutumunun toplum bilimcinin tutumundan daha nesnel olduğuna inanmak da bir yanılgıdır. Doğa bilimci de diğer tüm kişiler gibi bir taraftır ve sürekli olarak yeni fikirler üreten ender insanlardan biri değilse, ne yazık ki, beğendiği fikirleri tek yanlı ve partizanca kayıran önyargıları vardır. Günümüzün Önde gelen fizikçilerinden bazıları da yeni fikirlere güçle direnen düşünce okulları kurmuşlardır. Ancak, tezimin daha da önemli bir olumlu yanı da vardır. O da onikinci tezimin içeriğini oluşturuyor.

Onikinci tez : Bilimsel nesnellik olarak betimleyebileceğimiz şey yalnızca, karşı çıkılmasına rağmen, egemen dogmanın eleştirilmesini olanaklı kılan eleştirel bir geleneğe dayanır. Başka bir anlatımla, bilimin nesnelliği bilim adamının gayretlerine değil, bilim adamlarının birbirlerini eleştirmelerinin, bilim adamları arasındaki dostane ve hasmane işbölümünün, işbirliğinin ve yarışmanın toplumsal sonucudur. Bu nedenle de bilimin nesnelliği kısmen, eleştiriyi mümkün kılan bîr dizi toplumsal ve siyasal koşulun varlığına bağlıdır.

Onüçüncü tez : Bilimin nesnelliğini bilim adamlarının yantutmayan tutumlarıyla, nesnelliğin yokluğunu ise onun toplumsal çevresiyle açıklamaya çalışan sözde bilgi sosyolojisi, en can alıcı noktayı, nesnelliğin yalnızca karşılıklı ve yerinde eleştiriye dayandığını gözden kaçırmaktadır. Bilgi sosyolojisinin gözden kaçırdığı sey, bilgi sosyolojisinin ta kendisi, yani bilimsel nesnelliğin toplumsal yönü ve buna ilişkin teoridir. Nesnellik yalnızca hem tek tek bilim adamları hem de çeşitli okullar arasındaki yarışma; gelenek (ve esas olarak eleştirel gelenek); toplumsal
kurumlar (örneğin birbirleriyle rekabet halindeki çeşitli dergiler ve yayıncılar aracılığıyla yapılan bilimsel yayınlar); bilimsel toplantılardaki tartışmalar; devletin gücü (yani özgür tartışmayı hoşgörüyle karşılaması) gibi sosyal fikirlerle açıklanabilir.

Araştırmacının içinde bulunduğu toplumsal ve ideolojik ortam gibi ayrıntılar kısa vadede etkili olsa da, uzun vadede etkilerini yitirir. Bu sorunla yakından ilişkili olan, bilimin değer yargılarından bağımsızlığı sorununu da nesnellik sorununu çözümleyişimize benzer bir şekilde çözebiliriz. Ve bunu, genellikle yapıldığından daha özgür, daha az bağnaz bir şekilde yapabiliriz.

Ondördûncü tez : Yerinde eleştirileri kapsayan bir tartışmada şu gibi sorulan ayırdedebiliriz:

1) Bir savın ilgilendiğimiz sorunlar açısından geçerliği, ilginçliği ve anlamlılığı sorusu.

2) İddianın çeşitli bilim-dışı sorunlar, örneğin insanlığın refahı sorunları, hayli farklı yapılan olan ulusal savunma sorunları, ya da (bunun tam karşıtı olarak) saldırgan bir milliyetçi politika, sınai büyüme ya da kişisel zenginleşme sorunları acısından geçerliği, ilginçliği ve anlamlılığı.
1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP