Marx Felsefesinin Temel Kavramları ve Tarihsel - Diyalektik Materyalizm - 3

Materyalist tarih anlayışının öncüllerine değinen Marx ve Engels’in hareket noktası, gerçek bireylerdir. Bu bireyler, maddi yaşam koşullarını hem hazır olarak bulurlar hem de yaratırlar. İnsan tarihinin ilk öncülü, canlı insan bireyleridir. Burada saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenmeleri ve bu örgütlenmeyle doğanın geri kalan bölümüyle olan ilişkileridir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, hayvanlardan ayrılırlar. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken maddi yaşamlarını da üretmektedirler. Bu konuda Marx ve Engels, şunları dile getirmektedir:

‘‘İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleri kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.’’ (Marx –Engels, 1999: 39)

Bireylerin ilişkilerinin biçiminin de üretim tarafından belirlendiğini savunan Marx ve Engels, birbirinden farklı olarak iş bölümü ve mülkiyet biçimleri belirler. İş bölümü, mülkiyet biçimlerini belirlemektedir. Belirlenen ilk mülkiyet biçimi ‘‘aşiret mülkiyeti’’dir. Bu mülkiyet biçimi, bir halkın av ve balıkçılıkla, hayvan yetiştirmeyle ya da, en yüksek aşamada, tarımla beslendiği, üretimin gelişmesinin ilk evresine karşılık gelmektedir. Bu aşamada iş bölümü, henüz pek az gelişmiştir.

Mülkiyetin ikinci biçimi, özellikle birçok aşiretin sözleşme yoluyla bir tek kent halinde birleşmesinden ileri gelen ve köleliğin varlığını sürdürdüğü ‘‘antik komünal mülkiyet’’ ve ‘‘devlet mülkiyetidir.’’ Komünal mülkiyet, insan tarafından yanında taşınır ve daha sonra taşınmaz özel mülkiyet gelişir. Çalışan köleler, yurttaşların komünal özel mülkiyetidir. Bu durumda, kent ve kır arasında karşıtlık artmaktadır. Özel mülkiyetin Roma İmparatorluğu zamanında belirli ellerde toplanması küçük köylü pleblerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Üçüncü mülkiyet biçimi, ‘‘feodal’’ ya da ‘‘zümre mülkiyetidir.’’ Feodal mülkiyet, aşiret ve komün mülkiyeti gibi ortaklığa dayanmaktadır. Ancak bu ortaklık, kölelere değil, küçük köylülere dayanmaktadır. Soylular, serfler üzerinde egemen durumdadır. Tek tek zanaatçılar tarafından biriktirilen küçük sermayeler, kentlerde köydeki yapılanmaya benzer kalfalık ve çıraklık ilişkilerini geliştirmiştir. Mülkiyet, feodal çağ boyunca, bir yandan serflerin emeğinin boyunduruk altına sokulduğu toprak mülkiyetine, öte yandan da küçük bir sermaye yardımıyla kalfaların emeğini yöneten kişisel emeğe dayanmaktadır. (1999:40-44)

İşbölümündeki bundan sonraki gelişme, üretim ile ticaret arasındaki ayrılmadır. Bu ayrılma bir tacirler sınıfının oluşmasına neden olmuştur. Ticaretle uğraşan özel bir sınıfın ortaya çıkması, ticaretin kent ötelerine genişlemesini yaratmıştır. Çeşitli kentler arasındaki iş bölümünün sonucu manüfaktürlerin oluşmasına yol açmıştır. İş artık makineleri ortaya çıkarmaktadır. Dokumacılık, ilk manüfaktür iş olmuştur. Dokumacılık, köyleri ve kasabaları yavaş yavaş kent haline getirmiştir. Manüfaktürle birlikte mülkiyet ilişkileri de değişmektedir. Sermaye, yığını oluşmaya başlamaktadır. Başka uluslar manüfaktürle birlikte rekabet ilişkileri içine girmiştir. Böylece ticaretin siyasal bir anlamı oluşmaktadır. Manüfaktür, işçi ile işveren arasındaki ilişkileri de değişikliğe uğratmaktadır. Bu ilişki emekçiler ile kapitalist arasındaki para ilişkisidir. Manüfaktür, Amerika’nın ve Doğu Hindistan deniz yolunun keşfi sonucu olağanüstü bir ilerleme göstermiştir. Pazar, artık bir dünya pazarına dönüşmüştür. Keşfedilen ülkelerin sömürgeleştirilmesi ulusların giriştikleri ticaret savaşımını besleyecek yeni kaynaklar sağlamaktadır. Ticaret ve manüfaktür, sahneye, ‘‘büyük burjuvaziyi’’ çıkarmıştır.

Kentlerde büyük tüccarların egemenliğine boyun eğmek zorunda bulunan küçük burjuvazinin toplandığı görülür. Ardı ardına modern sanayi kentleri ortaya çıkmaktadır. Bu anlayış, girdiği her yerde, zanaatçılığı ve sanayiinin daha önceki evrelerini yıkar. Kent, böylece, kır üzerindeki zaferini ilan eder. ( 1999: 85-94)

Bundan sonraki gelişmeyi Marx ve Engels’in kendisinden aktaralım: ‘‘Gelişmesi, öyle bir üretici güçler kitlesi yarattı ki, loncalar nasıl manüfaktür için bir engel olduysa, küçük kır işletmesi nasıl gelişme yolundaki zanaatçılık için bir başka engel olduysa, özel mülkiyet de bu üretici güçler için öyle bir köstebek haline geldiler.Bu üretici güçler, özel mülkiyette, ancak tek yanlı bir gelişme tanırlar, çoğunlukla yıkıcı güçler haline gelirler ve bunlardan pek çoğu özel mülkiyet rejiminde en ufak bir kullanma alanı bulamazlar. Sonunda büyük sanayi, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için ulusallığın çoktan yok olduğu bir sınıf, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda ona karşı çıkan bir sınıf yarattı. Büyük sanayi, yalnızca kapitalist olan ilişkileri değil, işin kendisini de işçi için dayanılmaz hale getirdi.’’ (1999:94)

İş bölümü Marx ve Engels’e göre, tarihte bir çelişkiye yol açmaktadır. Çünkü iş bölümü, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşmektedir. İş bölümü, işin ve ürünlerin paylaştırılmasını, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da eşit olmayan dağılımını içermektedir. Çelişki iş bölümünün koşullandırdığı gruplaşmalar içinde farklılaşan sınıf çıkarlarını yaratır. Böylelikle içlerinden birinin ötekiler üzerinde egemen olduğu sınıf çıkarları açığa çıkar. (1993:58)

4.1. Özel Mülkiyetin Ortadan Kaldırılması ve Komünizm

Farklılaşan iki sınıftan biri, ezilmekte olan proletarya sınıfıdır. Ezilmekte olan sınıfın varlığı, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerine kurulmuş her toplumun hayati koşuludur.

Yeni bir toplum, ezilen sınıfın kurtuluşu ile yaratılabilir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük güç, devrimci sınıfın kendisidir. Proletarya ile burjuva arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımını meydana getirir. Bu savaşımın en yüksek ifadesi devrimdir. (Marx, 1999:172-173)

Marx ve Engels, özel mülkiyetin kaldırılması ile yabancılaşmanın ortadan kaldırılacağı görüşünü savunmaktadır. Ona göre, özel mülkiyetin kaldırılması, bütün insansal niteliklerin bütünsel özgürleşmesi anlamına gelmektedir. (1999:32) Böylece Marx, komünist toplum düzenini özel mülkiyetin kalktığı dolayısıyla yabancılaşmış emeği doğuran koşulların olmadığı bir düzen olarak belirlemektedir. İnsana uymayan tarzdaki bir iş paylaştırılmaya başlar başlamaz tek bir etkinliğe hapsedilir. Marx ve Engels, bu konuda şunları söylemektedir: ‘‘O kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirmedir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır. Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.’’ (1999:59-60)

Marx ve Engels ‘‘Komünist Partisi Manifestosu’’nu yayımladıklarında tarihte olup biteni şu sözlerle dile getirirler: ‘‘Günümüze kadar bütün toplumların tarihi bir sınıf savaşları tarihidir.’’ (Marx ve Engels, 1998:44) ‘‘Komünizm hayaleti’’ Avrupa’da dolaşmaktadır. Özgür insan ve köle, patricius ve pleb, senyör ve serf, lonca ustası ve kalfa, yani ezenler ve ezilenler devamlı bir karşıtlık içinde bazen açık bazen gizli olarak aralıksız bir savaş sürdürmüşlerdir. Feodal toplumun yıkıntıları üzerinde yükselen burjuvazi sınıf ayrımlarını ortadan kaldıramadı. Eskilerin yerini yeni sınıflar alıyordu.

Burjuvazi toplumunda toplum iki büyük sınıfa bölünür: burjuvazi ve proletarya. Burjuvazi büyük fedakarlıklar pahasına elde edilen bir çok özgürlüklerin yerine ticaret özgürlüğünü koyuyordu. Burjuvazi, üretim araçlarını daha az ellerde toplanmasına yol açtı.

Burjuvazinin feodaliteyi yıkmakta kullandığı silahları artık kendisine karşı dönüyordu. Bu silahları kullanan insanlar proleterlerdi. Proletarya, her gün kendilerini yeniden satmak zorunda olanlardı ve bir ticaret eşyası gibi birer meta idiler. Eski orta sınıfların bütün alt tabakaları olan küçük sanayiciler, küçük tüccarlar, esnaf ve zanaatkârlar ve köylüler büyük kapitalistlerle rekabetlerinde yenik düştükleri için proletarya saflarına dökülmüşlerdir. Böylece proletaryanın etrafında halkın bütün sınıfları yerini almıştır. Ancak proletarya dört bir yana dağılmış bir yığın görünümündeydiler. Bu aşamada proleterler, asıl kendi karşıtı olan sınıfla değil sanayici olmayan küçük burjuvalarla mücadele ediyorlardı.

Bu şartlarda da zafer hep burjuvazinin zaferi oluyordu. Endüstrinin gelişmesi proleterleri büyük kitleler halinde bir araya toplamaya başlamıştı. Burjuvalar arasındaki rekabet arttıkça bunun doğurduğu krizler sonucunda işçilerin aldığı ücretler daha da düşüyordu. İşçi ve burjuva arasındaki çatışmalar git gide iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüşüyordu. İşçiler artık ücretlerini korumak için birleşmeye başlarlar.

Proletaryanın sınıf halindeki mücadelesi İngiltere’de on saatlik iş kanunun kabul edilmesine yol açar. Burjuvazinin karşısında yer alan devrimci sınıf proleterlerdir. Öte-ki sınıflar büyük endüstri karşısında çökerken proletarya burjuvazi karşısındadır. Proleterlerin koruyacakları, kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur. ‘‘Toplum’’ der Marx ve Engels, ‘‘artık burjuvazinin egemenliği altında yaşayamaz, yani başka bir deyişle burjuvazinin varlığı, bundan böyle toplumun varlığı ile uyuşur olmaktan çıkmıştır.’’ (1998:61)

Marx ve Engels, insanın insan tarafından sömürülmesinin komünist bir toplumda ortadan kalkacağını düşünmektedirler.

Buraya kadar dile getirildiği gibi, tarihsel materyalizm, tarihte belirleyici etkenin üretim ilişkileri olduğunu savunmaktadır. Engels, ekonomik durumun temel olduğunu yazar. Ancak sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları olan üst yapı öğeleri, savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar, hukuksal biçimler felsefi teoriler, dinsel görüşler tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapmaktadır. Böylece bütün bu öğeler arasında bir etkileşim vardır. Ancak en belirleyici olan ekonomik koşullardır. (Marx Engels, 1999a: 239-240)

Başka bir yerde Engels, tarihin belirleyici temeli olarak kabul ettiği ekonomik ilişkiler konusunda şunları söylemektedir: ‘‘Toplum tarihinin belirleyici temeli olarak kabul ettiğimiz ekonomik ilişkilerden, belli bir toplumda insanın, yaşama araçları üretiminin ve (işbölümü varolduğu sürece) ürünleri değişiminin biçimini anlıyoruz. Öyleyse ekonomik ilişkiler, tüm üretim ve ulaştırma tekniklerini içerirler. Bizim yaklaşımımıza göre bu teknik, ayrıca değişim biçimini ve ondan öte, ürünlerin dağılımını ve buradan giderek kabile toplumlarının çözülmesinden sonra, sınıflara bölünüşü ve onun sonucunda egemenlik ve kölelik ilişkilerini ve onun da sonucu olarak devleti, politikayı, hukuku, vb. belirler.’’ (1999a:250)

Ekonomik koşullar, tarihsel gelişmeyi son kertede belirleyen unsurdur. Politik, hukuksal, felsefî, dinsel, yazınsal, sanatsal vb. gelişmeler ekonomik gelişmeye dayanmaktadır. Bütün bu öğeler, birbirlerini etkilediği gibi ekonomik temeli de etkilerler. Ancak her zaman son kertede ağırlığını koyan ekonomik temeldir. Engels’in şu sözleri bu saptamaya örnektir:‘‘İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli rastlantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve ona o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz.’’ (1999a: 252-253)

5. Bazı Görüşler

Stalin’e göre diyalektik materyalizm, Marksist- Leninist partinin dünya görüşüdür. Bu dünya görüşüne ‘‘diyalektik materyalizm’’ denir. Bu dünya görüşü, doğadaki görünüşleri ‘‘inceleme’’ ve ‘‘bilme’’ yöntemi olarak diyalektiği kullanır. Tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizmin önermelerinin toplumsal yaşamı incelemede uygulanmasıdır. Diyalektik, özünde metafiziğin tam karşıtıdır. Çünkü metafiziğin tersine diyalektik, doğada olup bitenleri birbirine bağlı bir bütün olarak görür. Diyalektik, doğada olup biten her şeyi sürekli bir hareket, değişme ve gelişme olarak görmektedir. Diyalektik, gelişme sürecini nicel değişikliklerden nitel değişikliklere bir geçiş olarak görür.
1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP