CEMİYET-İ İLMİYE-İ OSMANİYE VE MECMUA-İ FÜNUNUN FELSEFİ AÇIDAN TAŞIDIĞI ÖNEM - 3

Mecmuanın 46. sayısında aynı başlıklı makalede Aristippos üzerinde duruluyor. Kyrene mektebindedir. Şehrin adından dolayı Kyrene mezhebi denilmiştir. Bunlar hazza değer vermişlerdir. Ona göre filozoflar kendilerine lazım olan şeyleri iyi bilirler, hükümdarlar ise bilmezler. İnsan şehvetini değiştirmek çok iyidir. Ama tamamıyla ondan ayrılmamalıdır ve şehvetine esir olmadıkça ondan faydalanmak suç değildir. Bir alim ile cahil arasında ne fark vardır sorusuna, bunlardan ikisini de soymalı ve çırılçıplak olarak ecnebi diyarına göndermelidir ki o zaman fark anlaşılsın diye cevap vermiş. Kalpte iki çeşit hareket vardır. Biri yumuşaktır ki insan bundan lezzet alır, diğeri şiddettir ki ondan rahatsız olur. Bu sebeple biri istenirken diğeri istenmez. Bunlar ise insanların haz aldıklarının dili ve izahıdır. Bir ilaç vücuda yaradığı için muteberdir. İnsanın kendi maksatlarıyla, uhrevi saadet arasında bir fark vardır ki, bu da şahsın kendi maksatları kendine ait olurken, uhrevi saadet birtakım nazların hepsidir. Bedensel hazlar, ruhsal hazlardan daha kuvvetlidir inancında olduklarından akli işlerden ziyade bedensel işlere özen gösterirlerdi. İnsanlar devletin kanunlarına uymalıdır. Aslında istenilen ve istenilmeyen hiç bir şey yoktur. Her şeyin bir sebebi bulunması dolayısıyla islenilen ve istenilmeyen olur. Hürriyet-esirlik, zenginlik-fakirlik, asillik-asil olmamaklık gibi durumların hazlara hiç bir etkisi olmaz. Çünkü her çeşit durumda mutlu olmak mümkündür. Akıl hiç kimseye kötülük etmeyip, herkesi eğitmelidir ve her ne yaparsa kendi nefisine fayda sağlamak gayesiyle yapmalıdır.

Münif Paşa, 1300 senesinde bir sayı olarak çıkardığı Mecmua-ı Fünun'dan yine aynı başlık altında Akratis hakkında bilgi veriyor. M.Ö. 328 senesinde onun hayatta olduğunu söylüyor. Bu da kelbiyun mezhebinden olup meşhur Diogenesln öğrencisidir. Soğuk ve sıcağın şiddetine ve her türlü rahatsızlığa alışmak için yazın şiddetli sıcakta gayet kaim bir aba, kışın en şiddetli anında da çok ince bir elbise giyermiş. Ona göre ömründe hiç suç işlememiş insanı bulmak çok zordur. Ama bir kırmızı narın içinde birkaç çürük tane bulunsa bile yine lezzetine zarar gelmez. Nefsi arzulardan kaçınmalarını hep öğrencilerine tavsiye edermiş. Açlık aşkı unutturur. Eğer bu ilaç (ahlak) kafi gelmezse genellikle zaman geçtikçe hakkından gelir. Eğer bu da kafi gelmezse insanın bir ip bulup asmasindan başka çare yoktur. Bir gün kendisine şarap veren kimseye, vay bu adam feylesofların şarap içmediğini bilmiyormuş diye şarabı geri vermiş, O da daima fakirliği, şanı, şerefi istihkardan başka vatanım yoktur dermiş. Baht ve talihin bu vatan üzerine kesinlikle hüküm ve tesiri olamaz. Kendisinin her türlü gıbta etmekten ve hasetten uzak olduğunu söylermiş.

Ona göre büyük adamların servet ve samanı dağlar ve sarp kayalar üzerinde büyüyüp gelişen ağaçlara benzer. Bu ağaçların meyvlerini yalnız çaylaklar ve karıncalar yedikleri gibi büyük adamların malından sadece dalkavuklar istifade ederler. Çevresini medhedenlerin kuşattığı bir zengin, kurt sürüsü içinde kalmış bir buzağıya benzer. Ahlak ilmi dışında ilimlere pek rağbet etmemiştir.

Münif Paşa, H. 1300 (1885) yılında bir sayı olarak çıkan Mecmua-ı Fünun'da "îlm-i Ahlak " başlığı altında bir yazı yazar. Ahlak iîmi, felsefe ilminin dört kısmından biri olarak kabul ediliyor. Diğer üç kısım, mantık, psikoloji ve ilahiyattır. Psikoloji insanın akıl, his ve irade sahibi olduğundan, mantık uyulması gereken kaidelerden bahsederken, ahlak ilmi ise irade için kaideler vaz' ve tayin eder. Yani irademiz seçimlerinde ve hareketlerinde serbest bırakılmayıp, her durumda uyması gereken kaideler vardır. Ruhi fiillerde, iradi hareketin olduğunu bize tecrübemiz gösterir. Yine biz iradenin ahlak tabir edilen bir çeşit hareketinin olduğunu biliriz ki, bunların bazısı uygun, bazısı uygun değildir. Bir hareketin, davranışın uygun olup-olmadığı iyilik fikrine uygun olup-olmadığıyla ilgilidir. Kainattaki varlıklar arasında sınırsız ve sayısız ilişkiler vardır. Bunlardan biri hukuk ve vazife ilişkileridir ki, birbirleri için gereklidirler. Yani hukuk olan her yerde vazife, vazife olan yerde de hukuk vardır.

Allah'ın yarattıkları üzerinde tabii olarak hukuk vardır ki, insanın kendi yaratıcısına karşı olan vazifeleri işte, bu hukuktan doğar. İnsanların da birbirlerine karşı tabii hakları vardır ki, bunlara uyulması gerekir. İnsan nev'inin malına, canına, hürriyet ve namusuna zarar vermemek insanın vazifesidir. Varlıkların birbirlerine karşı hukuku, fıtri ve tabiidir. Bu hukuka uymamak alem nizamını bozmak demektir. Yapılması gerekeni yapmamaktır, yani vazifesini yapmamaktır. Demek ki, inasanın hem yaratıcısına hem de hem cinsine karşı vazifesi vardır ki, bunu yerine getirmeyi mukaddes ilahi hukuk temin edecektir.

Vazife hukukunun sebebi ve dayanağı ilahidir. Ama insanın vazife ameliyle varlığa gelmesi gerekir ki, bu da hür iradenin hareketiyle fiil haline gelir. Bu sebeplerden dolayı ahlak (iradi vazifeler ilmi) bir ameli (pratik) ilimdir. Vazife ilmi olarak ahlak sadece insanlara ait değildir.

İnsan öldükten soma ömründe yaptığı fiillerin karşılğını mükafat ve ceza olarak ahirette görecektir. Her ne kadar ahlak, vazifeyi icra etmekten ibaret ise de ahlaka fiillerin meydana gelişinden aklın ve hissin de rolleri vardır. Fakat bu durum hür iradenin takdiriyle olur.

Ahlak ilminin vazifesi, umumi ahlak ve hususi ahlak olma üzere ikiye ayrılır. Birincisine umumi vazife, ikincisine hususi vazife ilmi de denilebilir. Umumi ahlak, önce fiillerimizin sebebini araştırır, sonra her çeşit hakiki ahlakın esaslarım vaz' eder. Bu esaslar da ahlak kurallarının idraki, vazife fikri, iyi ve kötünün ayırt edilmesi vs'den ibarettir. Daha sonra da vazifenin yerine getirilmesi veya yerine getirilmeyince doğuracağı durumları tayin eder. Hususi ahlakın esası, umumi ahlakın dahilindedir. İnsanın başkaları ile muhtelif münasebetine göre gerçekleşen ameliyedir. Bu münasebetler, insanın Allah'a, kendisine ve kendi cinsine karşı olan münasebetleridir.

Ahlak ilminin esasını ve konularını bu şekilde belirledikten sonra, Münif Paşa, ileride sözkonusu ilmin tafsilatına girileceğini belirtir. Ancak mecmua bundan sonra çıkmamıştır.

Münif Paşa'nın Mecmua-ı Fünun'daki felsefi yazıları burada bitiyor. Onun bu mecmuada eğitimle ilgili olarak 1. c , 5. sayı 176. sahifede "Ehemmiyel-i Terbiye-i Sıbyan"ve 1300 senesinde 1 sayı olarak çıkan aynı isimli derginin 35. sahifesinde "Terbiyenin Faidesi" başlıklarıyla iki makalesi bulunmaktadır." İki makale de, eğitim konusunda o dönemde yazılan ciddi yazılardır. Bunlardan başka Münif Paşa'nın, bu mecmuada tarih, coğrafya, dil, edebiyat, iktisat konularını da ilgilendiren yazılan vardır. Demek ki o, tarihten coğrafyaya, dil ve edebiyattan eğitime, felsefeden iktisada kadar geniş bilgi alanları üzerinide durmuş, araştırmalar yapmış bir düşünürümüzdür. Hele felsefe alanıyla ilgili yazılarında verdiği bilgiler gerçekten yabana atılacak cinsten değildir. Yazılarıyla ilgili hiçbir bibliyografya vermemesine rağmen, Batılı kaynaklardan istifade ettiği hususunda şüphemiz yoktur. Hatta Asistan Recep Duran da Münif Paşa'nın felsefe ile yakınlığndan bahsedilen " ... kendisinin felsefe ile uğraştığını teslim etmemek mümkün değildir..." Bu tanıma" ister ilahi, ister beşeri" sözünü ekler ve Münif Paşafaın daha mütevazı davrandığınr gösteren "akl-ı insaninin müsait olduğu mertebe" sözünü çıkarırsak Andre' Lalande'ın felsefe tanımını elde ederiz. Lalande'ın tanımı: "İster ilahi, ister beşeri olsun, her tür olgunun sebep ve menşeini aramak..." Münif Paşa'nın tanımı da şöyle: "İlm-i hikmet, akl-ı insaninin müsaid olduğu mertebe eşya ve hadisatın ilel ve esbab ve hakkayıkını bildirir" ... demektedir ki, bizim kanatimizi o da leyid etmektedir.

2.2. Hayrullah Efendinin Yazıları

Onun felsefeyle ilgili olan iki yazısı bulunmaktadır. Hayrullah Efendi mecmuanın 6. sayısında " İnsanın Sath-ı Arzda suret-i Tekessürü ve İntişarı" başlığı altında bir yazı yazar. O, bu yazısında Kutsal Kitabın da bildirdiğine göre dünyada bulunan insan cinslerinin aslı birdir der. Cilt ve saçlarının renginde, yüzlerin ve başların şeklinde farklar bulunması, insanların bir temelden çıkışını imkansız gibi gösterse de bütün bu farkların iklimlerin etkisiyle meydana geldiği tecrübeyle kesinleşmiştir.

Cuviet (1769-1832), insan neslinin üç kısımdan çıkarak yayıldığını ileri sürer. Kafkasi, Moğali ve Habeşi. Linne ise insanları beşe ayırıyor. Buffon (1707-1788) asıl birliği kabul etmiştir. Hayrullah Efendi, bu düşünürlerden Cuvier'nin görüşünü benimsiyor. Çünkü ona göre en geçerli olan görüş onunkidir. Kafakasiler (beyazlar)) bir çok nesli ihtiva etmektedir. Arap neslinden olan ve çölde yaşayan Bedevilerle İbraniler, Lübnanlılar, Süryaniler, Mısırlılar, Habeşiler bu gruptandır. Bengal ahalisi, Kandehoral, Kafkas bölgesinde bulunan Çerkesler, Gürcü, Afgan, Kazak, Özbek, Türk ve Macarların Hun takımı, Finland ahalisi, saltık familyası şubesinden, Rum, Germanik, Slav familyalarıdır ki bunlar Avrupa'da İsveç, Norveç, Danimarka ve İzlanda memleketlerinde bulunanların asıllarıdır.

Arap familyasının aslı beyazdır. Eski eserler ve kutsal işaretler gereğince insanın ilk ortaya çıktığı yerde bulunan ilk sakinlerin Arap olduğu hususunda şüphe yoktur. Ama bundan sonra hangi grubun çıktığı ve bu ikinciden nasıl bir grubun doğduğu kesin olarak bilinmiyorsa da yukarıda belirtildiği üzere beyazlardan şubelendiği ve oluştuğu hususunda filozoflar hem fikirdirler.

Hayrulîah Efendi, bu yazısına mecmuanın 12. sayısında da devam eder. O, insan soylarının üç ırktan çıkıp yayıldığını, çeşitli milletlerin bu ırklara mensup kişilerle evlenmeleri sonunda, zeytuni ve kızıl renklerin de oluştuğunu belitmektcdir. Bu konuyu biraz daha izah etmek için, insanın başlangıcından itibaren, Nuh tufanından sonra Hz. Nuh'un üç oğlu olan Sam, Ham, ve Yafes'ten üç kol olarak 16 dal çıktığını belirtmek gerekir diyor. Şam'dan 5, Ham'dan 4, Yafes'den 7 dal çıkmıştır. Kısacası işte bu üç kol'dan 16 dal çıkıp, zaman içinde bunlardan ayrı gruptan olanlar birbiriyle evlenmişler ve netice olarak göçlerle, san, siyah, beyaz, kırmızı ve zeytuni, renklerde çeşitli milletler ortaya çıkmıştır.

2.3 Kadri Bey

Kadri Beyin Mecmua-ı Fünün'daki bir yazısı bizi ilgilendiriyor. Buğday tanesi öğütüldüğünde yüzbinlerce küçük parçalara ayrıldığı malumdur. İşte mevcut cisimlerin bütünü, bahsedilen buğday tanesi gibi gayet küçük parçalardan oluşmuştur ki, bunlara atom (Cüz-i ferd, veya cevher-i Ferd) denir.

Tabiatta mevcut olan bütün cisimlerde iki kuvvet vardır. Bunlar atomun çekme ve itme kuvvetidir. Çekme kuvveti cisimlerin tabiatında vardır. Bu iki kuvvetten birinin diğerine üstün gelmesi veya ikisinin eşitlik halinde bulunması sebebiyle bir cismin çeşitli durumlarda bulanacağı anlaşılır. Atomun çekim kuvveti itme kuvvetine üstün gelirse cisim katı halde, itme kuvveti çekim kuvvetine üstün gelirse o zaman cisim gaz ve buhar halinde bulunur. Katı bir cismin atomunun çekim kuvveti ne kadar fazla ise göreli ağırlığı o kadar fazla olacağı gibi, gaz halindeki bir cismin atomunun itme kuvveti ne kadar ya çok ise göreli ağırlığı o kadar az olur .
1 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP