İNSAN VE SİYASET: "SİYASAL İNSAN"IN YOL HİKAYESİ - 3

Sonuçta; sömürü ve kölelik ortadan kalktığın da özgürlük doğacaktır. İşçi sınıfı, köleleşmeye neden olan etkenleri kaldıracak, kapitalist mülkiyete son verip kolektif mülkiyeti getirecek, emeğinin ürünü kendisinde kalacak ve böylece özgürlüğünü kazanmış olacaktır . Üretim ürünleri daha iyi dağıtılacak, kolektif bilinç ve paylaşım gerçekleşecek, hepsinden önemlisi özgürlük de ancak kolektif bir biçimde gerçekleşecek ve insanı kendine köleleştirmiş her türlü üretim (emek-akıl) yabancılaşması ortadan kalkacaktır .

Tüm bu insan ve siyaset ilişkileri üzerine söylenen teorilerin özünde, insandan yola çıkarak, ama yine insana dönerek bir siyasal düzen kurma istekliliği vardır. Bu teoriler, insanın doğasını keşfetme ve bu doğaya en uygun toplumsal ve siyasal yapı kurma iddiası içerisinde prafik alanda uygulanma şansı da bulmuşlardır. İnsanı "mutlu kılma" amacı içerisinde düzenlenmiş siyaset teorilerin ve siyasal sistemlerin pratik gerçekleri ve sonuçları ayrı bir tartışma konusudur. Ama, insanın doğasının keşfedilmesi, insanı değiştirmedi; toplumsal yapılanmanın derinliklerinde yatan sırrın keşfi de toplumu değiştirmeyecek ve siyasetin, mutlak kanunları, genel geçer teorileri ve insan psikolojisinin sayısal veriler ışığında "bilimsel" olarak yeniden düzenlenmesi ve insanları "mutlu kılma" iddiası da siyaseti ve iktidar ilişkilerini değiştirmeyecektir.

B. SİYASETİN DOĞASI: ÖZGÜRLÜK-KÖLELİK ARASINDAKİ DİLEMMA

Yukarıda aktardığımız insan, toplum ve devlet tanımlamaları ışığında çıkan en önemli sonuç; üzerine inşa edilecek insanın doğasını anlamaksızın veya belirlemeksizin bir siyasal sistem teorisinin kurgulanmadığıdır. İnsan doğasında keşfedilen, siyasete yön veren tüm özellikleri üç psikolojik güdüde/siyasal konseptte toplanabilir: insanın, diğer insanlardan korunmak isteği; insanın kendini diğer insanlarla paylaşmak arzusu; insanın, kendini diğer "insan"lıklara karşı ve rağmen gerçekleştirmek tutkusu. Bu üç boyutlu insan doğası tanımlamaları, doğal olarak bu insanlara uygun üç siyasal paradigmayı/devlet felsefesini de içinde barındırır: güç ve güvenlik; düzen ve eşitlik; hukuk ve özgürlük. Bu üç insan psikolojisinin, kendini adalet içinde var kılacağı, yaşamını sürdüreceği .siyaset rahmi ise: devlet; toplum; bireydir. Son olarak bunu sağlama iddiası içerisindeki siyasal teoriler ise: faşizm, sosyalizm ve liberalizmdir.

Siyaset teorilerini ve bu teorilerdeki insanın yerini siyasetin üç aktörü üzerinden değerlendirmek gerekir. Siyasetin üzerine oturduğu temel aynşma; yöneten-yönetilen ayrışmasıdır. Siyaset teorileri de, siyasal alanın düzenlenmesinde siyasetin üç yapıcı olgusu, amacı ve aracı olarak ele alınabilecek birey, toplum ve devlet arasındaki çatışmalar/buluşmalar üzerinden siyasal sistem kurarlar. Teorilerinin merkezine bu üç aktörden birini oturtarak söylem geliştirirler. Liberalizm, bireyi; sosyalizm, toplumu; faşizm ise devleti salt amaç edinir. Diğerleri ya bu amaçlılığın araçları olarak dost, ya da bu amaçların önündeki engeller olarak düşman ilan edilirler. Siyasal iktidar /devlet de işte tam burada işlev görür; dostların iktidar alanını genişletmek, düşmanların iktidar alanını sınırlamak.

Liberalizm; bireyin özgürlük alanını genişletirken, bireyin temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak toplum ve devlet zorunluluklarını sınırlandırır. Sosyalizm; siyaseti toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlamanın aracı görmesi ve devleti de bunu uygulayacak bir aygıt olarak ele alması nedeniyle, bu amaçları tehdit edecek bireysel özgürlükleri önleyerek bireyin toplumsal fayda içinde yok olmasını sağlar. Faşizmde ise siyaset; bireyin, toplumun ve devletin tek bir bedende (ideoloji/parti/şef) buluşmasını sağlamakla görevlendirilmiştir.

Liberalizm, bireyi ve toplumu belirli bir düzen (ilkeler manzumesi) dahilinde şekillendirme misyonunun devlete verilmemesi gerektiğini savunurken, sosyalizm (geçici olarak) ve faşizm devlete bu misyonu yüklemeden var olamaz. Sosyalizm ve faşizmi, devlete toplumu düzenleme ve şekillendirme görevini yükleyen ve herkesin devlet öznelliği karşısında nesneleşmesini savunan teoriler bütünlüğü oldukları için, siyaset dışı olarak kabul etmek gerekir. Çünkü, siyaset; ister "çıkarların uzlaştırılması faaliyeti" olarak dar anlamda; veya isterse "kimin, neyi, ne zaman, nasıl, elde ettiğini düzenleyen etkinlikler alanı", "kaynakların ve değerlerin otorite aracılığıyla dağıtımı" ve "iktidarı ele geçirmek, paylaşmak, etkilemek savaşı" şeklinde geniş anlamlarda tanımlansın, bireyin ve toplumun önceden belirlenmiş amaçlılıklar ve araçlılıklar dünyası içerisinde deterministik bir var kılınışını/yaratılmasını reddeder.

Siyaset, iktidar tarafından belirlenmiş ilişkiler ve kurallar dünyasının gölgesinde var olamaz. Siyaset, toplumsal ilişkileri kişisel eğilimlerin belirlediği, keyfi iktidarın yönlendirdiği, siyasal iktidarın kontrol edilemediği bir süreç değildir. Bu süreç olsa olsa despotizm olur . Çünkü, siyaset; olasılıklar arasında tercih yapmak, seçim yapmak, hatta her bir bireyin bizzat kendisinin bir olasılık olması/yaratabilmesi durumudur. Siyaset, taraf tutmaktır; tarafların olması ve kendi çıkarlarının gerçekleştirilmesi için ortak belirlenmiş yasalar içinde mücadele etmektir. Taraflar yoksa, siyaset de yok demektir. Tek taraflı belirlenen ilkeler, değerler, sistemler, ideolojiler kısaca tek tanımlı ve tek yönlü adalet kurgulaması siyasetin değil despotizmin göstergesidir. Aksine, siyaset; "adaletin ne olduğuna ilişkin sonsuz halk anlaşmazlığıdır" . Siyaset, tek tek bireylerin hayat/adalet düzenlemesi olduğu, ama bu düzenlemelerin asla devletin diğer bireyleri ve toplumu düzenlemesinin aracı kılmaması gerektiği konsensüsü üzerinde yaşar. Siyaset, farklı adalet düzen(leme)lerin (ideolojilerin) tartışıldığı bir arenadır, tek bir düzenin dayatıldığı değil. Çünkü siyasetin işlevi, bireylerin siyasal iktidar ilişkilerine katılmasıdır, siyasal iktidarın bireylerin ilişkilerine katılması değil.

Devlet ve toplum amaçlanarak sürdürülen siyaset geleneğinde, devletin güvenliği, kamu yararı, siyasal istikrar, toplumsal menfaatler gibi müphem kavramlaştırmalar içerisinde bireysel tercihler/adaletler yok edilir. Oysa, birey ve bireysel tercihlerin amaçlandığı siyaset algılamasında; siyasal katılım, konsensüs, bireysel çıkarlar ve temsil olguları toplumsal rıza ve siyasal istikrarın olmazsa olmazı olan meşruiyet ilkeleri kabul edilir.

Modern siyaset, meşruiyet sorununu pratik alana indirmiştir. Dinsel, geleneksel, metafiziksel ve mitsel kökenler yerine fiziki gerçeklerin belirleyiciliğinde siyasal iktidarın meşruiyetini oluşturmaya çalışmıştır. Bu bağlamda modern siyaset, Tanrı yerine insanı, gelenek yerine kuralları, metafizik amaçlılık yerine fiziki araçlıhğı, mitolojiler yerine kurumları, karizma yerine bireyi siyasal iktidarın meşruiyet kaynaklan olarak ilan etmiştir.

Uzun tarihsel evrimden sonra, günümüzde siyaset; halkın yönetime etkin katılımı, farklı düşüncelerin özgürce ifadesi, örgütlenmesi ve temsili, düşünce özgürlüğü, çoğunluğun yönetimi ve azınlığın haklarının korunması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve hukukun üstünlüğü şeklinde özetlenebilecek bir dizi ilkenin çerçevesini oluşturmaktadır. Siyaset teorisinin modern dönüşümü, siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının (niçin yönetim?) toplum sözleşmesi ile devletten ve devleti oluşturduğuna inanılan sübjektif değerlerden (din, gelenek, soy, karizma) alınıp topluma veya bireye verilmesidir. Toplumun ne olduğu sorusu "siyaset" tarihinin en önemli sorusudur. Toplum sözleşmesi kuramlarında toplum iki farklı tanımlamayla, daha doğrusu iki farklı amaçla ele alınır: tek tek bireylerden oluşan (atomistik) bir heterojen yapı (Hobbes ve Locke) veya bir, bütün, tek bir homojenik kütle (Rousseau). Birinci tanımda, birey için devlet, ya tüm haklarını devrettiği bir canavar/Leviathan (Hobbes) ya da tüm haklarının teminatı bir hakem (Locke) olarak karşımıza çıkar. îkinci tanımda ise toplum için devlet, genel iradenin somutlaştığı egemen güçtür (Rousseau) . Tanımların farklılığı elbette farklı siyaset geleneklerine ve uygulamalarına yol açmıştır, ama arttk soya, dine, mülkiyete, geleneğe, kahramanlığa, şiddete, hileye dayalı yönetim anlayışı yerini toplumsal rızaya ve tek tek bireylerin tercihine dayalı bir sisteme bırakmıştır. Seçme ve seçilme hakkının genelleştirilmesi bu anlamda en önemli atılımdır. Modern siyasetin meşruiyet kaynağı ve alanı, tamamen değişerek geleneksel, dinsel, kişisel ayrıcalıkların yerine toplumu oluşturan tüm bireylerin eşitliği ve özgürlüğü üzerine kurulu bir meşruiyet anlayışı yerleşmiştir. Birey ve bireysel tercihlerin üstünlüğüne olan inanç gereği, bireyin üzerinde egemenlik olgusu olarak başka bir birey (karizma), bir kolektivite (gelenek, ulus, sınıf), bir metasosyal güç (din, mitoloji) ve hepsinden önemlisi bireyi düzenleme iddiasındaki bir hayat kurgusu (ideoloji) reddedilmiştir.

Siyaset, bir yanda toplumun ne adına, hangi ilkelere göre (niçin) yönetileceği sorusuna cevap verirken, diğer yanda kim (nasıl) tarafından bu yönetimin gerçekleştirileceğini belirler. Modern siyasetin bu sorunlara verdiği cevap; demokrasidir. Demokrasi; özgür yarışma ve seçim sistemi, iktidarın kaynaklığı konusundaki çatışmaları, bu çatışmalar ile doğan güç kullanımını, bu gücün hangi temel yasalar ile meşru kabul edileceğim ve toplumsal düzenin nasıl kurulacağını ve yönetileceğini, bireysel tercihler ve toplumsal temsiller ile siyasal istikrarın nasıl sürdürüleceğini belirleme sürecidir. Özetle demokrasi, sadece yönetimin/ siyasetin nasılhğuu (temsil) değil, daha önemli olarak niçinliğini (meşruiyet) belirleme sistemidir. Bu açıdan demokrasinin biri meşruiyet, diğeri de temsil olmak üzere birbirinden ayrılmaz iki boyutu vardır. îlki demokrasinin teorik temellerini, ikincisi ise pratik uygulamalarını anlatır.

Demokrasi, siyasal iktidarın "meşru güç kullanma tekeline" sahip olma gerekliliğinin toplumsal rızaya dayanması zorunluluğu üzerinde yükselir. Aksi takdirde siyasal iktidarın zoru terörü, müdahalesi şiddeti, yasası zulmü ifade edecektir ve karşı karşıya olduğumuz şey ise meşruiyet ve temsil krizine dönüşecektir. Demokrasinin tek meşruiyet kaynaklığı toplumsal rızadır ve toplumsal rıza bir toplum içinde farklı siyasal ve ekonomik taleplerin ve çıkar birlikteliklerinin (partiler, sivil toplum kuruluşları) olduğu gerçeği üzerine kurulu uzlaşma ve konsensüs derecesidir. Bu yüzden demokrasi, bir bütün olarak algılanan toplumun ortak bir amaç içinde ortak bir hedefe götürülmesi iddiası taşıyan liderlik, karizma, geleneksel otorite, dinsel meşruiyet ve resmi ideoloji ile bağdaşmaz. Toplumsal rızanın oluşmasında tek meşruiyet ölçütü olarak bireysel akli tercih eden demokrasi için bu aklın üstünde hiçbir "Akıl" olamaz. Demokrasi, bireyin aklını tek meşruiyet yasası, bireyin tercihini (seçimini) de tek temsil yasası olarak kabul eder. Demokrasilerde halk (bireyler), kendilerinden ayn ve bağımsız bir siyasal iktidar meşruiyetine değil, bizzat kendilerinden kaynaklı, kendilerinin tercihinin ürünü bir iktidarla yönetilirler. Son tahlilde siyasal iktidarın meşruiyeti ile toplumsal rızanın temsili aynı şeydir. Demokrasinin üstünlüğü de zaten temsil ile meşruiyetin en geniş oranda ve alanda örtüşmesidir.

Bir siyasal iktidarın meşruiyet derecesi, ona yönelmiş olan rızanın gücüne ve kabul derecesine bağlıdır. Siyaset ile despotizmin farkını belirleyen temel ölçü de budur. Siyasal iktidara itaat derecesi, meşruiyet derecesidir ki bu da toplumsal rızanın niteliğiyle, siyasal iktidarın ikna kapasitesi ile, iktidar ilişkilerinden doğan otoriteye olan güvenle ve halkın istek ve beklentilerinin otorite tarafından cevaplandırılması ile ilgilidir . Demokrasilerde bu sorunun cevaplandırılması, bireylerin kimlik, bütünleşme ve katılım farklılıklanmn siyasal ve sosyal olarak barışçı, adil ve eşit bir şekilde yansıtılması, kurumlaşması ve temsil edilmesi ile gerçekleştirilir. Sonuçta ise temsilin doğurduğu toplumsal rıza siyasal meşruiyete/siyasete dönüşmüş olur. Siyaset; ister insanların doğalarından gelen farklılıklar, tercihler ve taraflılıklar, isterse toplumsal, sınıfsal, dinsel, geieneksel, ideolojik ilke, değer ve çıkar çatışmaları olsun, bu farklılıklann ve çatışmalann yok edilmesi üzerine değil, eşit ve özgür yarışma ortamında, farklılıklann uzlaştırılması üzerine kuruludur. Farklılıkları yok etmek üzerine kurulu tüm uğraşlar, despotizm olarak adlandırılmalıdır. Son tahlilde siyaset, sorunları yok etmek değil, çözmek sanatıdır.

İnsanın doğası üzerine yapılan tanımlamalar, aslında insanın tek boyutlu olarak, tek güdülü olarak, tek amaçlı olarak tanımlanamayacağını da göstermektedir. İnsan, tek bir dürtünün aracı olarak algılanamayacağı gibi, rasyonel veya irrasyonel bir tek belirleyici sebebin deterministik nedeni veya sonucu/ürünü olarak da ele alınamaz. İnsan; "çeşitli yoğunluk durumlarında oluşan sonuçların bileşiminden çok daha fazlasıdır" . Bu yüzden, sonsuz sayıda insan davranış güdüsü, sonsuz sayıda insan ilişkilerinin kombinezonu olabilir.
1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP