İNSAN VE SİYASET: "SİYASAL İNSAN"IN YOL HİKAYESİ - 2

Toplumun üyeleri sözleşmeden önce, doğa durumunda sahip oldukları doğal hukuklarını ve doğal özgürlüklerini topluma, egemene, devlete devredeceklerdir. Toplum, egemen, devlet bunlara karşılık üyelerini güvenceli uygar haklar ve uygar özgürlükler başlayacaktır ki bu bir kazançtır . Genel irade hata yapmaz, yanılmaz ve her zaman doğru yoldadır, haklıdır ve her zaman kamu yararına yönelir. Ancak halkın içinde görüş ayrılıkları, tartışmalar bunun aksi bir izlenim doğurabilir.Toplum, her zaman kendi iyiliğini ister ama, bu iyiliğin nerede olduğunu her zaman göremez. Çoğu zaman kişilerin iradesiyle genel irade arasında ayrılık bulunur. Genel irade ortak iyiiiğe yöneliktir, kişilerin iradesi ise özel iradeleridir ve özel çıkarlara yöneliktir .

Hume, aklın mutlak olmadığını, sınırlı bir güce sahip olduğunu savunur ve olguların müşahedesi ve tahlilinin bilimsel çalışmalarda ölçüt alınması gerektiğini söyler. İnsan aklının sınırlılığını bilgi teorisinin başına koyar. Olguların hakkında bilgiye, ancak deneyim ve gözlem ile ulaşılabileceğini söyler. Klasik çağdan beri batılı filozoflar insanlarda istek ve tutkunun akla tabi olduğunu düşünerek, insanların amaç ve eylemlerinin belirlenmesinde akla üstünlük tanımaktaydılar. Hume, değer yargılarının oluşturulmasının zihnin faaliyet alanının dışında ve bunlann başka bir özellikten istek ve tutkulardan kaynaklandığı kanaatindedir . Hume'un başlama noktası, aklın moral kuralları yaratmasında yetersiz olduğu, dolayısıyla moral kuralların aklımızın eseri olmadığıdır. Moral kurallar insanın pratik deneyiminin ürünüdür ve zamanın akışı içinde ancak insanlara faydalı oldukları görülürse varlıklarını koruyabilirler. Burada Hume, siyasete "fayda" mefhumunu sokarak "faydacılık" teorisinin kurucusu olur : insanlar için en önemli şey kendilerinin ve yakınlarının faydasıdır; insanlar uzun vadeli çıkarlardan çok kısa vadeli çıkarları için çalışır; insanların ihtiyaçları çok fazladır, ama bunu sağlayacak kaynaklar kıttır. Tüm bu kaynaklar dağılımı ve özgürlük ve güvenliğin gerçekleşmesi için de üç temel adalet yasası vardır; mülkiyetin istikran, mülkiyetin rıza ile transferi ve vaatlerin yerine getirilmesidir. Bu kurallar, insanlar tarafından bilinçli bir şekilde önceden planlanarak icat edilmezler. Bu kurallar tedricen gelişmektedir, bozulmasıyla istikrar kaybolur. Bu kendiliğinden doğmuş ve kendiliğinden işleyen (spontaneous order) bir düzendir. Bu tür kurallar insanların herhangi bir tür hükümet oluşturmak için bir vaatle veya sözleşmeyle kendilerini bağlamalarından önce tanınmış olmalıdır. Zaman bakımından kurallar siyasi yönetimlerden önce gelirler. Bir düzenin kurulmasının yegane yolu, genel ve esnek olmayan kuralların uygulanmasıdır. Bu kurallar bireylerin çıkarlarına olduğundan, aynı zamanda toplumun da çıkarınadır. Herkes farklı yeteneklere göre doğar. Devlet, bu yeteneklerin özgürce kullanılmasını sağlamakla görevlidir. Bütün insanlar başkalarının mülkiyetine saygı göstermelidir. Çünkü, bu saygı kendi çıkarınadır. Başkaları da onun mülklerine saygı duyarlar . Bu süreç içinde insanlar siyasi toplumu kurmaya yönelirler. Çünkü, o olmaksızın adalet yürütülemez, adalet olmaksızın insanlar arasında barış, güvenlik ve karşılıklı ilişki tesis edilemez. Siyasi yönetimin nihai ve yegane amacı, barış ve düzenin sağlanmasıdır.

Bütün kurumlar bu amaca bağlı olarak kurulur ve hareket ederler . Her zaman barış ve adaletin tesisi mümkün olmaz. Herkes, kendi çıkarını daha da anırmak için bu düzeni bozar. Bu düzensizliği önlemek için kanunları ihlal edenleri cezalandırmak, şiddeti önlemek, insanların kendi çıkarlarına yöneltmeyi sağlamak için bu yetkileri birilerine vermek gerekir. Siyasal itaat zorunludur, bu adaletin ölçüsüdür. Siyasi otorite, insanın çıkarcılığı ve bencilliği sonucunda doğmuş ve bu yüzden de gereklidir. Devlet, adalet için vardır ve bunu sağlamak zorundadır. Özgürlük ve otorite devamlı bir çatışma halindedir, hiçbir zaman biri diğerini kontrol edemez .

Adam Smith, insanın doğasında, onun hareket ve davranışlarına yön veren üç çift itici güç / psikolojik olgu olduğunu söyler: kendini düşünme ve sempati; özgürlük arzusu ve topluma uyma ahlakı; çalışma itiyadı ve mübadele eğilimi . Smith, bu üç çift tabii eğilim ve duygunun toplum içinde birbirini etkileyerek bir denge, düzen ve ahenk meydana getirdiğini söylemektedir. Bu denge sayesinde her fert kendi arzu ve menfaatleri peşinde koşarken aym zamanda başkalarının da iyiliğine yol açan sonuçlar yaratmaktadır. Smith, bütün insanların eylemlerine konan sınırlamalardan gücendiklerine, düşünsel olarak bu duyguyu paylaştıklarına, sonuç olarak bütün insanların genelde doğal bir özgürlük hakkına, özelde ise ekonomik özgürlük hakkına sahip olduklarına inanır. Bu yüzden, hemen beliren moral duygular, doğal özgürlüğü tesis etmeye ve onu herhangi bir yararlılık düşüncesinden önde tutmaya meyleder. Smith, özgürlük hakkına çok önem verir, bu yüzden sistem "doğal özgürlük sistemi" veya "doğal süreç" olarak adlandırır.

Smith'de çok geniş bir haklar anlayışı vardır. Hakları doğal haklar ve kazanılmış haklar olarak ikiye ayırır. Smith, insanın insan olarak bir ailenin, bir toplumun, bir devletin üyesi olarak zarara uğratılabileceğini söyler. Birey, insan olarak vücutça ve özgürlük açısından kısıtlanabilir. Kişiliğine, ününe zarar verilip aşağılanabilir. Mülküne ve malına zarar verilebilir . Smith'e göre; ulusların zenginliğini, toplumların refahım sağlayan şey işbölümüdür. İşbölümü, takas, mal kazanma güdüsü ile yavaş yavaş gelişir ve zorunlu olarak doğar. Herkes mübadele etmek zorunda kalır ve ticaret toplumu doğar. Ticaret toplumunun üyeleri ticaret faaliyetlerini hayırseverlik duygularıyla yapmazlar. Herkes egoistliğinden, kendi iyiliğini düşündüğünden, zengin olmak isteğinden yapar. İşte sistem herkesin bencilliğinin herkesin çıkarı doğrultusunda geliştiği ve toplumsal çıkarı doğurduğu sistemdir . İnsanlar kişisel çıkar arayışlarıyla, fayda maksimizasyonu güdüleriyle hareket ederler, ama ortaya herkesin yararına olacak bir sonuç çıkar. Zenginlik artar, genel refah düzeyi yükselir. Sanki bir "görünmez el (invisible hand)" kişisel çıkar arayışına dayanan bireysel faaliyetleri öylesine yönlendirir ki bundan daha iyisi olamaz. Smith, sık sık işlerin doğal akışından bahseder. Her birey kendisi için en iyi olanı yapmaya çalışır, sonuçta herkes için, toplum için en iyi olan ortaya çıkar. Mübadele eğilimi, iş bölümü, kişisel çıkar arayışı, bireysel refah ve toplumsal refah arasında iç içe geçmiş ilkeler vardır. Toplumsal hayat bu ilişkilerden oluşan bir yumaktır. Bunun adı "doğal sistem" veya "doğal özgürlük sistemi"dir. Smith'in hedefi bu sistemdir. Siyasal açıdan özgürlükçü toplum modeli, iktisadi açıdan serbest piyasa sistemi kendisinin verdiği adla "büyük toplum/great socity"dir. Doğal özgürlük; açık ve basit işleyen bu sistem bireyler ve toplumlar için en iyi sistemdir. En büyük refah düzeyi bu sistemle yakalanır. Önce barış, ılımlı bir vergi sistemi ve iyi işleyen bir adalet mekanizması gerekir. Bunların dışındaki her şey işleyen tabii mecrada kendiliğinden ortaya çıkar. Bu doğal düzenin akışını bozmaya çalışmak zulüm ve baskıyı doğurur. Bu doğal düzenin akışını bozacak zulmü ve baskıyı yapabilecek tek güç vardır, o da; "siyasi otorite" yani devlettir. O halde doğal sürece en büyük tehdidi oluşturan devlet sınırsız bir güce sahip kılınmamak, fonksiyonları sınırlanmalıdır. Politik otorite, şu üç görev dışında görev üstlenmemelidir: toplumu iç ve dış tehlikelerden korumak, polis ve ordu görevini yapmak; bireyleri birbirlerine karşı yapacakları haksızlıklara karşı korumak, adaleti sağlamak; bazı özel işleri yapmak; eğitim, bayındırlık, yeni pazarlar yaratmak. Bu görevleri yapmayı üstlenen devlete, bireyler otoriteden dolayı değil kendi çıkarları için itaat ederler .

Bentham için, insanı insan yapan değer; mutluluk aramadır. O'na göre; "en büyük sayının en büyük mutluluğu" ilkesi, insan, toplum ve siyaset alanında egemen olmalıdır. Toplumsal felsefenin tek rasyonel klavuzu bu ilkedir . Kişiyi toplumun, toplumu da kişinin mutluluğundan ayrı düşünemeyiz. En iyi yönetim de, ancak toplum ve bireye en fazla mutluluğu sağlayan yönetimdir. Bentham, bireysel faydacılık olan Hedonizm ile toplumsal faydacılığı birleştirmiştir. "Doğa insanlığı mutlak kudret sahibi iki efendinin hükmü ve yönetimi altına koymuştur; elem ve haz. Ne yapmamız gerektiğini yalnız bunlar gösterirler, ne yapacağımızı yalnız bunlar tayin ederler. Bunlar bir yandan sebep ve sonuç zinciri diğer yandan yanlış ve doğrunun ölçüsüdür. Bizi düşüncelerimizde, yaptıklarımızda yöneten bunlardır. Fayda ilkesi bu tabiliği tanır ve kabul eder; onun amacı akim ve kanunun yolundan giderek en büyük mutluluğu yaratmak olan sistemin temeli bilir". Sadece bireyin değil toplumun ve devletin faydası kendini oluşturan üyelerinin faydalarının toplamıdır.

Toplumun mutluluğunu arttırıcı etkisi, azaltıcı etkisinden büyük olduğu zaman bir davranış ve hareket fayda ilkesine uygundur. Devletin yaptığı faaliyetlere de bu anlamda faydalı ya da zararlı diyebiliriz. Devletin amacı, bireye fayda yaratmak ve bireye hizmet etmektir. Devlet, her şeye müdahale etmekten kaçınmalı çünkü bu müdahale toplumsal mutluluğu bozar . Bireyler faydalarını maksimize etmek için özgür olmak zorundadır. Devlet bu özgürlüğü sağlayamıyorsa, mutluluk ve fayda oluşmaz .

Mill ise; insanın doğasını belirleyen hazları miktara göre değil, niteliklerine göre sınıflandırır. Mill'e göre; haz ve mutluluk arzuya şayan biricik gayedir. Bunları sağlayan her araçta arzuya şayandır. Sadece hazlann niceliğine bakmak saçmalık olur, aynı zamanda nazların değerini ölçen nitelik de önemlidir. İnsanlar, hem nitelik, hem nicelik açısından alabildiğine yüksek bir hayat yaşamalıdırlar. İnsan hareketlerinin amacı olan haz, zorunlu olarak ahlakın ve toplumun da amacıdır- . Mill, özgürlüğü de fayda teorisinin zemininde açıklar ve özgürlüğü düşünme, araştırma, konuşma, ahlaki yargı ve eylem özgürlükleri şeklinde dile getirir ve bunların olmadığı toplumların asla özgür toplum olamayacağını savunur . Bencil insan varsayımının yerine toplumun menfaatine uygun davranan insan tipini yerleştirir. Mülkiyeti de, faydası dolayısıyla muhafaza edilmesi gereken bir kurum olarak görür. Mülkiyet, insanın refaha ulaşması için gereklidir. Devlet ortaya çıkabilecek adaletsizlikleri ortadan kaldırmalıdır. Adaletsizliğin olmaması için toplumun birey davranışına eğer toplumu etkilemiyorsa müdahale etmemesi gerekir. Devletin yaptığı işler toplum refahını arttırıyorsa, zenginleştiriyorsa iyi kabul edilmelidir.

En iyi yönetim biçimi egemenliğin, denetim erkinin tüm toplumun, her yurttaşın kullanacağı, hükümetin toplumca yönetildiği bir sistemdir. En iyi yönetim en yararlı yönetimdir. Devlet özgürlükçü bir devlet olmalıdır. Devletin özgürlükçülüğünden çok daha önemlisi, toplumun özgürlükçü olmasıdır .

Spencer için, her şeyde tek amaç ve esas bireydir. İnsanın doğal güdüsü kişisel tatmin ve kendini gerçekleştirme mücadelesidir. Bireysel insan yaratıcıdır. İnsanlığa hizmet eden birçok buluş ve gelişmeler bireysel tatmin peşinde koşan insanların eseridir. Sosyal faaliyetler de kişisel tatmin arayışında olan insanların arzularının toplamıdır. Bireysel ve gönüllü ortak faaliyetlerin ürünü olan sosyal hayatın bu zenginliğini ve olumluluğunu muhafaza etmek için devlet, sosyal hayata müdahale etmekten kaçınmalıdır. Devletin temel görevi doğal hakları korumaktır: hayatı sürdürme hakkı; mülkiyet; özgürlüğünce yaşama hakkı. Toplumun kurulmasında en büyük rolü işbölümü ve işbirliği alır. İşbirliği bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmelerle olur. Sosyal hayatın işleyişi sözleşmeler yoluyla gelişir. Devlet bu sözleşmelere müdahale edemez, sadece sözleşmelerden doğan ihlalleri cezalandırır . Spencer'a göre devlet bir sigorta şirketidir. Şirkete ortak olan bireyler özgürlüklerinin bir kısmını feda ederek hepsini kaybetmekten kurtulmakta, kendini sigortalamaktadır. Devlet, bir kişiyi diğerleri zaranna korumaya kalkışırsa anlaşmayı bozmuş olur. Devlet ahlakının temeli, adalet olmalıdır. Adalet, bireylerin haklarını ihlalden kaçınma görevidir.

Toplumda oluşan kendiliğinden bir düzen vardır, bu düzen "doğal düzen"dir. Bu düzende herkes istediğini konuşur, satar ve alır bu bir serbest piyasadır. Herkes bu durumda gücü nispetinde kendini geliştirmeye muktedir ohır . Toplum idari, dini, ticari, bütün kurumların iç içe geçtiği karşılıklı bağımlı olduğu doğal bir yapıdsr, organik bir yapıdır. Başka bir ifadeyle, kendi dışında bir varlık tarafından nasıl olacağına ve ne zaman olacağına karar verilip ona göre yaratılan bir varlık değildir. Doğal düzen, asla istenildiği gibi şekillenmez. Devlet, bu düzene asla müdahale etmemelidir. Devlet müdahalesi bir kere başlarsa, kendi kendini besleyen, büyüten bir sürece girer ve devlet müdahalesi zamanla bireyleri devletin kölesi yapar. Bu yüzden insanların özgürlüklerine yönelik en büyük tehdit devlettir .

Kant'a göre insan, kendi başına bir son, bir amaçtır, asla bir araç olarak ele alınamaz, toplumsal veya siyasal olguların, ideallerin aracına indirgenemez. İnsan, akıl sahibi olan yegane varlık olduğu için, diğer varlıklardan, hatta kendi türü içerisindeki insanlardan farklılaşmaktadır. O'na göre; "insan, şu veya bu istek/amaç için kullanılacak bir araç değil, insan salt amaç olarak vardır...ve her şeye karşı da amaç olarak görülmelidir" . Bireyi sınırlandıracak, büyük bir amacın aracı yapacak her şey aslında onu köleleştirmenin ve insanlıktan hayvanlığa/araçlılığa/akılsızlığa düşürmenin yöntemidir.

Hegel felsefesinde ise Kant'ın salt amaçlılığının tam tersi olarak insan, evrensel aklın bir parçası ve aracı olarak algılanır. HegePe göre, insanın salt bir benliği ve kimliği yoktur. Ona benliğini veren, özgürlüğünün bilgisinin bilincine varmaktır. İnsanın bu bilinci arttıkça özgürleşmesi de artacaktır. İnsan kendi varlığını, özgürlüğünü ve kişiliğini ancak toplum ve devlet gerçekliği içerisinde ifade edebilir. İnsanı belirleyen olgu, onun kötülüğe meyilli olmasıdır. İnsan ancak evrensel istencin ve Tinsel aklın parçası, aracı olarak kötülüklerden kurtulup özgürleşebilir. Evrensel aklın yeryüzündeki mutlak yansıması ise, devlettir. İnsan, yalnızca devlette ussal varlığa kavuşur. Devletin amacı, bireyi öznellikten kurtarıp ona devlet içinde nesnellik kazandırmaktır. İnsan, bütün insanlığını devlete borçludur; özü yalnızca oradadır. İnsan sahip olduğu bütün değere, tüm tinsel gerçekliğe devlet sayesinde sahiptir. Çünkü, onun tinsel gerçekliği ancak böyle biçimlenir ve devletin tüzel yaşamında yerini alır. Çünkü tek doğru, genel ve öznel istencin birliğidir. Bu da devlette ortaya çıkar. Devlet amaçtır, insanlar ve toplum onun araçlarıdır. O, insanları birbirine bağlayan kutsallıktır. Tüm özel mutlulukların, isteklerin kendisine bağlı olduğu tek ve aynı yaşamdır. O, büyük bir varlık, büyük bir erek, büyük bir içeriktir .

Marx için insan, "homo faber"dir. İnsanı doğadaki tüm canlılardan ayıran özelliği emeği, işi, çalışması ve üretmesidir. İnsan çalışarak ve üreterek hayvanlar gibi doğaya bağımlı olmaktan kurtulur ve ona hakim olarak kendi yararına kullanır. İnsan çalışarak kendi kendisini de yaratmakta, emeği ile kendi varlığını, içindeki saklı gücünü ortaya koymaktadır. İnsanı, insan yapan da, emeği, çalışması ve işidir. İnsan, doğaya karşı deterministik bağımlılığını ancak çalışarak kırabilir. Tüm siyasal ve toplumsal ilişkileri de işte insanın bu emeği ve işinde ürettiği değerlerin sahipliği/mülkiyeti üzerine kuruludur . Gücü ve iktidarı elinde bulunduranlar, insanları kendi emeklerine, emeklerinin ürünlerine ve siyasal iktidarın gücüne sahip olmasını engelleyerek kendi sömürü ve iktidar düzenini devam ettirmektedirler. Emeğine ve emeğinin ürününe yabancılaştırılmış insanlar, kökleşmişlerdir. İnsan, emeğinin bilincine varıp, onun ürünlerine sahip olma mücadelesi verdikçe özgürleşecek ve emeğine ve ürünlerine sahiplikleri arttıkça, üzerlerindeki egemenlik aracı olan devletin baskı ve sömürüsünden kurtulacaklardır. Yabancılaşma ile anlatılan tüm kölelik biçimleri insanın doğa ve toplum güçleri karşısındaki zayıflığının ürünüdür. İnsanlar, kendilerini gerçekleştirdikleri ve bilgileri, bilinçleri arttığı ölçüde bu engelleri aşacaklardır. Köleliği doğuran olgu, sınıflı toplum ise ve yabancılaşma emeğin sömürülmesinden kaynaklandığına göre, onların emeklerinin ürünleriyle birleştirilmeleri, yabancılaşmanın yok olması sonucunu doğuracaktır. Ancak bu durum ilkel toplumsal ilişkilere göre yeniden örgütlenme ile değil, bilim, teknik ve endüstrinin en yüksek aşamalarını toplumsallaşmış bir üretim tarzında birleştirmekle mümkün olacaktır. Bu da ancak sosyalist devrim yoluyla gerçekleşebilir.
1 | 2 | 3 | 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP