ANGLOSAKSON BİLİM FELSEFESİ - 1
|
INGVAR JOHANSSON
Çeviren: Şahin Alpay
Bu yazıda «Anglosakson Bilim Felsefesi» başlığı altında tanıtacağımız görüşler, İngilizce konuşulan ülkelerle sınırlı olmamakla birlikte, sort elli yılda bu ülkelere egemen olmuştur. Yazıya verdiğimiz başlık bu nedenle uygun görülebilir.
Yazı dört bölüme ayrılmıştır:
I— Mantıkçı pozitivizm,
II — Popper,
III — Kuhn ve Feyerabend,
IV — Oxford filozofları ve diğerleri.
îlk üç bölümde birbirinden hayli belirgin bir şekilde ayrılan ve her biri kendi başına bir düşünce okulu oluşturan görüşleri tanıtacağız. Bu görüşlerin üçü de bugün yan yana yaşamakadır, ama biz onları ele alırken, ortaya çıkış sıralarını izleyeceğiz. Bu bölümleri düzenlerken, her üç akımın da çıkış noktasının doğa bilimleri oluşundan hareket ettik. Bu bölümlerin her biri, sözkonusu akımın temel görüşlerinin anlatılmasıyla başlamakta ve onra, sırasıyla, toplum bilimleri, insan bilimleri ve politika konularındaki görüşleri tanıtılmaktadır. Ayrıca, Popper bölümünde Popper'ın pozitivizme yönelttiği eleştiriler; Kuhn-Feyerabend bölümünde de bu düşünürlerin pozitivizm ve Popper eleştirileri yer alıyor.
Dördüncü bölümde, büyük etki yapmış olan ve etkileri sürmekte olduğu halde, kendi başlarına birer düşünce okulu kurmuş sayılamayacak bazı filozofların görüşleri kısaca ele alınacak. Ancak bu düşünürlerin bazılarını, genel bir felsefe akımının, Oxford felsefesinin kapsamında tanıtacağız. Oxford felsefesi ve mantıkçı pozitivizm son yıllarda İngilizce konuşulan ülkelerdeki iki ana düşünce akımını oluşturmaktadır.
Bu makalede bilim felsefesinin klasik anlamıyla ele alındığını, yani bilimin toplumdaki işleyişi ve «dış» etkenlerin bilimi etkilemesi konularının dışarıda bırakıldığını belirtmeliyiz. Bu konular bilim sosyolojisi ya da bilimler bilimi («science of science») alanına girmektedir.
I. MANTIKÇI POZİTİVİZM
Mantıkçı pozitivizm (ya da mantıkçı ampirizm) akımının kökeni, 1920'lerde Viyana'da seminerler düzenleyen bir grup bilim adamı ve filozofun çalışmalarına dayanır. Bunlar arasında, bu seminerlerin yöneticisi olan Moritz Schlick (1882-1936), pozitivistlerin en büyüğü diyebileceğimiz Rudolf Carnâp (1891-1970) ve pozitivizmin en büyük propagandacısı Otto Neurath (1882-1945) sayılabilir. Mantıkçı pozitivizm, aslında 1900'lerin daha geniş kapsamlı bir felsefe akımının bir parçasıdır. Bu yıllarda, çeşitli yerlerde, mantıkçı pozitivistlerden bağımsız, ama pozitivist görüşlere çok benzer görüşleri olan düşünce okulları ortaya çıkmıştır. ABD'de pragmacılık ve işlemselcilik (operationalism), İsveç'te Uppsala okulu, Berlin'de Hans Reichenbach (1891-1953) ve Cari Gustav Hempel'in (1905—) de içinde bulunduğu grup, bunlar arasında yer alır. Pozitivistler, İngiltere'den Bertrand Russell (1872-1970) ve Ludwig Wittgenstein'i (1889-1951) kendi öncüleri olarak görmüşlerdir.
Mantıkçı pozitivizmin iki kuramsal çıkış noktası vardı. Bu akım ilkin felsefi spekülasyona, özellikle Hegelci metafiziğe bir tepkiydi. Bu pozitivistler, felsefi spekülasyonun herhangi bir bilimsel işlevi olmadığına inanıyor, bunun karşısına bilimsel deneyi çıkarıyorlardı. Onlara göre, Galileo ve Newton'dan bu yana doğa bilimlerindeki sürekli gelişmeye karşılık, metafizikte böyle bir gelişme görülmemişti. Gelişen ve deneylerden yararlanan, metafizik değil de bilim olduğuna göre, bunların arasında önemli bir fark olmalıydı. Bilimselliğin bir ölçütünü bularak, gereği olmayan metafizikten kurtulunabilirdi.
İkinci olarak bu pozitivizm, belirli bir bilim dalına, yani fiziğe özgü bazı sorunların çözümüne yöneliyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bir çeşit atomları ya da en temel parçacıkları varsayan bazı kuramlar önemli bir rol oynamıştı. Sorun, bu parçacıkların gerçekten var olup olmadığıydı. Çünkü bunları gözlemlemek olanaksızdı. Mantıkçı pozitivizmin babası sayılabilecek olan ve Viyana'da sırasıyla matematik, fizik ve felsefe profesörlüğü yapan Ernst Mach (1838- 1916), bu soruna kesin bir çözüm bulmaya çalıştı. Masalar, iskemleler gibi sıradan eşya dahil tüm nesnelerin görece değişmez nitelikte duyumlar karmaşasından ibaret olduğunu ileri sürdü. Mach'a göre, gerçekte nesne diye bir şey yoktu, yalnızca duyumlar vardı. Hayal görmekle gerçek nesneler görmek arasındaki fark şu şekilde açıklanabilirdi:
Hayal görme halinde, tıpkı gerçek nesneleri görme halinde olduğu gibi, art arda gelen bir duyumlar dizisi sözkonusudur. Ancak, hayal halinde bu dizi bir süre sonra kesilir. Duyumların kesilmeyip devam etmesi durumunda gerçek nesneleri görme sözkonusudur. Dolayısıyla, hayal görmekle gerçek nesneleri görmek arasında «özce» bir fark yoktur. Yalnızca, duyumlar arasında işlevsel ilişkiler vardır. Benlik duygusu da böyle bir işlevsel ilişkiden başka şey değildir. Bu, elbette ki, bilimin varsaydığı tüm diğer şeyler için de geçerlidir. Böylelikle, atomların gerçekten var olup olmadığı sorusu ortadan kalkar ve yerini işlevsel ilişkileri olan duyumlar var mıdır sorusuna bırakır. Yani, Mach'a göre, atomların varlığı duyumlarımızın belirli bir düzeni izlemesinden başka bir anlam taşımaz.
Doğrulanabilirlik İlkesi
Mantıkçı pozitivistler, Maeh'm her şeyin temelinde yer alan, verilmiş, pozitif bir şey bulunduğu görüşünü devraldılar. Bununla birlikte, mantıkçı pozitivistlerin hepsi, verilmiş olanı Mach'ın açıkladığı biçimiyle duyumlar olarak kabullenmediler, ama verilmiş-olanın, deneylerimizden geldiğini genellikle kabul ettiler. Yani, deneylerimizin nasıl edinildiği konusunda pozitivistler arasında farklı anlayışlar bulunuyordu. Bir önermenin doğru olup olmadığı, o önermenin ilişkin olduğu (ve öngördüğü) duyumların ortaya çıkıp çıkmadığına bağlıdır. Dolayısıyla, bir önerme duyumlara ilişkin değilse, o önermenin doğru olup olmadığı belirlenemez. Pozitivistlere göre, metafiziği bilimden ayıran ölçüt budur. Metafizik önermeler duyumlara ilişkin olmayan önermelerdir. Başka bir deyişle, doğru olup olmadığı belirlenemeyen önermeler, metafizik niteliktedir. Önermelerin metafizik nitelikte olması, anlamsız olmasıyla aynı şeydir. Metafizik önermeler, duyumlara ilişkin değildir; ampirik önermeler ise duyumlara ilişkindir. Buraya kadar özetlediğimiz bu ölçüt, mantıkçı pozitivizmin ünlü doğrulanabilirlik ilkesidir.
Doğrulanabilirlik ilkesi, çözümlemesel (analitik) ve bireşimsel (sentetik-ampirik-) önermeler arasında kesin bir ayrıma da¬yanır. Pozitivistlere göre, matematik ve mantık, çözümlemesel önermelerden oluşur. Doğrulanabilirlik ilkesi, ancak bireşimsel önermelere uygulanabilir.
Doğrulanabilirlik ilkesi çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:
— «...bir önermenin doğru olup olmadığını belirleme olana¬ğı yoksa, bu önermenin bir anlamı yoktur.» (Waismann, 1930) '
— «...gerçek [= anlamlı] bir önermenin kesin olarak doğrulanabilmesi gerekir.» (Schlick, 1931) '
— «Deneyin bir önermeyi olası kılması olanaklıysa [...] o önerme doğrulanabilir [= anlamlı] niteliktedir.» (Ayer, 1935)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki tanımlardan ilk ikisinde, bir önermenin doğruluğunun kesin olarak belirlenebilmesi koşulu aranırken, sonuncu tanımda yalnızca önermenin doğruluğunun olası olması koşulu aranmaktadır. Bu tanımlar, mantıkçı pozitivizmin genel gelişme çizgisini yansıtır. Doğrulanabilirlik ilkesini, giderek kesinliği zayıflayan koşullara bağlamak zorunluğu, zamanla doğmuştur. Bu zorunluğun nedenleri kolayca anlaşılabilir. Kesin ölçütler konmaya çalışıldığında, ölçütün neleri birbirinden ayıracağı konusunda her zaman belirsiz ve sezgiye dayanan bir anlayıştan hareket edilir. Pozitivistler anlamlı önermeler için bir ölçüt bulmaya çalıştılar. Bu ölçüte göre, bilimsel önermelerin çoğu anlamlı olacak, ancak metafizik önermelerin hiç biri anlam taşımayacaktı. Şu önermeyi ele alalım: «Bütün cisimler Newton'un yerçekimi yasasına bağlıdır.» Bu önermenin doğruluğunu kesin olarak belirlemek olanaksızdır; çünkü evrenin sonsuza değin varolacağını varsaydığımıza göre, tüm cisimlerin bu yasaya bağlı kalıp kalmadığını araştırmamız olanaksızdır. Ölçütün ilk tanımlarının verdiği talihsiz sonuç, hem metafizik önermelerin hem de bilimsel kuramların anlamsız hale gelmesiydi. Bu durumda mantıkçı pozitivistlerin çoğu, ölçütü değiştirmek yoluna gittiler. Ancak bazıları (örneğin Schlick), ölçüte bağlı kalıp araçsalçılığı (instrumentalism) benimsediler. Bunlara göre, bilimsel kuramlar gelecekteki olayları kestirmeye yarayan birer araçtı; araçların da doğru olup olmadıkları değil, uygulanabilir ya da uygulanamaz olmaları tartışılabilirdi.
Araçsalcı olmayıp, dogrulanabilirlik ilkesinin daha esnek tanımını seçenler de bazı güçlüklerle karşılaştılar. Metafizikçilerin çoğu spekülasyonlarım bazı gözlemlere dayandırmıyorlar mıydı? Doğrulanabilirlik ilkesinin esnek tanımı, bilimsel kuramları anlamsızlıktan kurtarıyordu, ama tüm metafiziği anlamsız kılmıyordu.
Bu güçlükler zamanla, pozitivistlerin dogrulanabilirlik ilkesinin kesin bir tanımını aramaktan vazgeçmelerine yolaçtı. Ayer'in aşağıya aktardığımız şu açıklaması (1946) bu vazgeçişi belirtir:
«[..,] ve her ne kadar dogrulanabilirlik ilkesini yöntembilimsel bir ilke olarak savunmaya devam ediyorsam da, metafiziğin etkili bir şekilde elenebilmesi (tasfiye edilebilmesi) için, bu ilkenin, metafizik savların ayrıntılı çözümlemeleriyle desteklenmesi gerektiğini de kabul ediyorum.»
Tanımlardan Karşılaşıra Kurallarına Mantıkçı pozitivistler, bilime karışan metafizik öğeleri saptamak ve bilimi bunlardan arındırmak yoluyla bilime yardımcı olmayı görev edindiler. Bu görevin bir bölümü, yerleşmiş bilimsel kavramların gözlemsel terimler, yani doğrudan deneye ilişkin terimler (ya da önermeler) ile tanımlanabileceğini göstermekti. Eldeki bilimsel kavramların bu yeniden-kuruluşu, yeni bilimsel kavramların kuruluşunda yararlanılacak model olarak da görülmekteydi.
Mantıkçı pozitivizmin öncülerinden biri olan David Hume (1711-1778), bütün anlamlı terimlerin (fikirlerin) ya doğrudan doğruya deneylere (izlenimlere) tekabül ettiğini ya da doğrudan deneylere tekabül eden yalın fikirlere ayrılabileceğini savunmuştu. Yalın fikirlerden bileşik fikirler oluşturulmasını Hume, bir psikoloji kuramıyla açıkladı. Mantıkçı pozitivistlerin Hume'dan ayrıldıkları temel nokta buradaydı: onlar deneylerle önermeler arasındaki ilişkiyi açıklamak için ampirik-psikolojik bir kuramdan yararlanmak istemiyorlardı. Sorunsal (problematik) terimler, katışıksız mantık araçlarıyla ve gözlem terimleriyle tanımlanabilmeliydi. Felsefe, ampirik bilim değil, mantıksal çözümlemeydi. «Mantıkçı pozitivizm» adındaki «mantıkçı» sıfatı, ampirizmde, psikolojinin yerine mantığı geçirme isteğini dile getirir. Böylece atomların ve diğer kuramsal birimlerin, gözlemlenebilir olguların mantıksal kurulumları (construction) olduğu savunuluyordu.
Yukarıda sözü edilen tanımları yapabilmek için yalnızca belirtik (explicit) tanımlardan, yani «oğul = erkek çocuk» örneğinde olduğu gibi, tanımlanan terimin eşittir işaretinin solunda tek başına durduğu cinsten tanımlardan yararlanılamayacağı; bunun yeterli olamayacağı ortadaydı. Russell ve Whitehead, mantık üzerine yazdıkları Principia Mathematica (1910) adlı ünlü yapıtlarında (kullanım tanımları ya da 'bağlamsal tanımlar' da denilen) örtük (implicit) tanımlar kavramını ortaya atmışlardı. Matematikteki çıkarma işleminin tanımı «— =» şeklinde ifade edilemezdi; bunu «x— y = z, y - f z = x» şeklinde ifade etmek zorunluydu. Tanımlanmak istenen çıkarma işareti, eşittir işaretinin solunda tek başına duramazdı. Bu örnek, önermelerin yalın kavramlardan önce geldiğini de gösteriyordu. Bazı kavramları öğrenmek için, önce bu kavramların içinde yer aldığı önermeleri anlamak gerekirdi. Oysa Hume'da ve eski ampirizmde, yalın kavramlar önermelerden önce geliyordu.
Russell ve Whitehead'in Principia Mathematica''da geliştirdikleri simgesel mantık dili, bütün bilim dallarında kullanılabilecek ideal bir dil olarak görüldü.
Örtük tanımlarla, bazı kavramlar, diğer bazı kavramlara bağlanabiliyordu. Örneğin yoğunluk kavramında olduğu gibi: «a maddesinin yoğunluğu x'dir = a maddesinin ağırlığı bolü a maddesinin hacmi = x». Ancak kavramların çoğunda güçlüklerle karşılaşıldı. Manyetik kavramını şu şekilde tanımlamaya çalışalım: «x manyetiktir = demir yongaları x'e yakınsa x'e doğru hareket eder». Hemen görüleceği üzere, bu tanım x'in manyetik olduğu konusunda ne yeterli ne de gerekli bir koşul koyamamaktadır. Demir yongaları, manyetik güçlerin çekiminden başka nedenlerle de x'e doğru hareket edebilirler. (Örneğin, rüzgara kapılarak!) Öte yandan demir yongaları ona doğru hareket etmediği halde, x manyetik olabilir. (Örneğin, demir yongaları x'in manyetik çekme gücünü aşan bir ağırlıkta olabilir.) Bu çeşit güçlüklerin yamsıra biçimsel mantık dilini kullanmaktan ileri gelen başka bir güçlük daha ortaya çıkar. Günlük dildeki «eğer — o halde» kalıbının biçimsel mantıkta tam bir karşılığı yoktur. Biçimsel mantıkta bu kalıp yerine (...—>... bağlacıyla ifade olunan) maddesel içerim (material implication) kullanılır. Aradaki fark kendini şöyle belli eder: Günlük dildeki önerme «eğer» ile başlayan cümlenin doğru olması halini öngörür; oysa maddesel içerimde önerme, «eğer» ile başlayan cümlenin yanlış olması halini de kapsar. «Eğer x'in yanında demir yongaları varsa —». o halde demir yongaları x'e doğru hareket eder» önermesi, «eğer» cümlesinin doğru, «o halde» cümlesinin yanlış olması durumunda yanlıştır. «Eğer» ve «o halde» cümlelerinin farklı doğruluk de¬ ğerleri taşıdığı bütün diğer bileşimler, önermeyi tanımsal olarak doğru kılar. Yani, «eğer» cümlesinin yanlış olduğu her durumda önerme doğrudur. Bundan tamamen saçma bir sonuç çıkmaktadır: x'in yanında demir yongaları bulunmasa da (yani, «eğer» cümlesi yanlışsa) x yine manyetiktir (çünkü tanımın sağında duran maddesel içerim doğrudur) .
Pozitivistlerin sorunlarından biri, maddesel içerimleri kapsayan ideal mantık dilinden vazgeçmeksizin, yukarıda açıkladığımız saçmalıktan kurtulabilmekti. Carnap, «iki-yanlı indirgeme- önermeleri» adını verdiği bir yapı ile bu sorunu çözmeye çalıştı. Önerilen bu çözümün sakat yanı, indirgeme önermelerinden tanımlanan kavramı elemenin olanaksızlığıydı. Hem belirtik, hem de örtük tanımlarda, tanımlanan kavramın yer aldığı önermelerin yerine, bunların yer almadığı önermeleri koymak her bağlamda olanaklıdır. Tanımlamak demek, elemek (tasfiye etmek) demektir (Quine). İndirgeme-önermeleri kullanılınca, bilimsel terimleri, gözlem terimleriyle tanımlama çabasından vazgeçilmiş olur. Manyetik kavramının yukarıda verilen tanımının karşılaştığı ilk güçlük —yeterli ve gerekli bir koşul koyamayışı— Carnap'ı tanımlarda aranan koşullarda başka değişiklikler de yapmaya götürdü. İndirgenecek her kavram için, (gizil) (potansiyel) olarak sonsuz sayıda indirgeme-önermesi kullanmak zorunda kaldı. İndirgeme-önermelerini belirli bir sayıyla sınırlamak, sonra da sözkonusu kavramın en sonda (nihai olarak) indirgenmiş olduğunu söylemek olanaksızdır.
Yalın tanımlardan giderek uzaklaşan bu (belirtik tanımlar —örtük tanımlar— indirgeme-önermeleri şeklindeki) gelişme, daha ilerilere gitti ve sonunda şu görüşlere vardı: Her bilimsel dil(bu, kuram karşılığı olarak düşünülebilir), kendi içinde iki ayrı dile ayrılabilir: Kuramsal dil ve gözlem dili. Kuramsal dildeki terimlerin, gözlem dilinin terimleriyle tanımlanmasına ya da gözlem terimlerine indirgenmesine gerek yoktur. Ancak kuramsal terimlerin en azından bir karşılaşım (tekabül) kuralı (rule of correspondence) ile bir gözlem terimine bağlanması gerekir. Karşılaşım kuralları çok basit nitelikte olabilir ve kuramsal terimlerin içeriğini hiçbir şekilde sınırlamaz. Karşılaşım kuralları, kuramsal terimlere biraz olsun ampirik bir anlam verilmesini sağlar yalnızca. «Kitle» terimi kuramsal dile, «daha ağırdır» terimi de gözlem diline aitse, şu karşılaşım kuralı konabilir: Eğer a, b'den daha ağır ise, o zaman a'nın kitlesi b'nin kitlesinden daha büyüktür. Bütün kuramsal terimlerin, böyle karşılaşım kuralları olması da gerekmez. Kuramsal terimlerin birkaçı kuramsal dille birbirine bağlanmış ise, bunlardan birinin karşılaşım kuralı olması yeter.
Gözlemlenebilir Olan
Yukarıda özetlediğimiz iki gelişme çizgisi, yani bir yandan doğrulanabilirlik ölçütünün giderek yumuşatılması, öte yandan tanımlama ve indirgeme koşullarından vazgeçilmesi, birbirleriyle yakından ilişkilidir. Son olarak anlatmaya çalıştığımız kuramsal dil ve gözlem dili ayrımı, doğrulanabilirlik ilkesinin başka bir çeşidi olarak anlaşılabilir. En azından bir karşılaşım kuralıyla gözlem diline bağlanabilen dü, bilimseldir (anlamlıdır). Buraya kadar, mantıkçı pozitivistlerin bütün kuramların deneylere ya da gözlemlenebilir olgulara dayandırılması gereğini savunduklarından söz ettik yalnızca; ama gözlemlenebilir olgulardan neyi kastettiklerini ele almadık. Mantıkçı pozitivist akım içinde, gözlem terimlerinin neye ilişkin olacağı konusunda iki ana anlayış vardır. Bazıları «doğrudan tanıma ilkesi»ni («the principle of direct acquaintance»), diğerleri ise «özneler-arası doğrulama ilkesi»ni («the principle of intersubjective verification») savunuyordu. -Birinci ilkeye göre, her an, bunlar hakkında aldanmamıza olanak bulunmayan, bazı deneylerimiz olur. Bu deneylere ilişkin kesin güvenilir bilgilerimiz vardır. Bu deneyler, «şimdi kırmızı bir leke görüyorum,» «şimdi dişim ağrıyor» türünden deneylerdir.
Çeviren: Şahin Alpay
Bu yazıda «Anglosakson Bilim Felsefesi» başlığı altında tanıtacağımız görüşler, İngilizce konuşulan ülkelerle sınırlı olmamakla birlikte, sort elli yılda bu ülkelere egemen olmuştur. Yazıya verdiğimiz başlık bu nedenle uygun görülebilir.
Yazı dört bölüme ayrılmıştır:
I— Mantıkçı pozitivizm,
II — Popper,
III — Kuhn ve Feyerabend,
IV — Oxford filozofları ve diğerleri.
îlk üç bölümde birbirinden hayli belirgin bir şekilde ayrılan ve her biri kendi başına bir düşünce okulu oluşturan görüşleri tanıtacağız. Bu görüşlerin üçü de bugün yan yana yaşamakadır, ama biz onları ele alırken, ortaya çıkış sıralarını izleyeceğiz. Bu bölümleri düzenlerken, her üç akımın da çıkış noktasının doğa bilimleri oluşundan hareket ettik. Bu bölümlerin her biri, sözkonusu akımın temel görüşlerinin anlatılmasıyla başlamakta ve onra, sırasıyla, toplum bilimleri, insan bilimleri ve politika konularındaki görüşleri tanıtılmaktadır. Ayrıca, Popper bölümünde Popper'ın pozitivizme yönelttiği eleştiriler; Kuhn-Feyerabend bölümünde de bu düşünürlerin pozitivizm ve Popper eleştirileri yer alıyor.
Dördüncü bölümde, büyük etki yapmış olan ve etkileri sürmekte olduğu halde, kendi başlarına birer düşünce okulu kurmuş sayılamayacak bazı filozofların görüşleri kısaca ele alınacak. Ancak bu düşünürlerin bazılarını, genel bir felsefe akımının, Oxford felsefesinin kapsamında tanıtacağız. Oxford felsefesi ve mantıkçı pozitivizm son yıllarda İngilizce konuşulan ülkelerdeki iki ana düşünce akımını oluşturmaktadır.
Bu makalede bilim felsefesinin klasik anlamıyla ele alındığını, yani bilimin toplumdaki işleyişi ve «dış» etkenlerin bilimi etkilemesi konularının dışarıda bırakıldığını belirtmeliyiz. Bu konular bilim sosyolojisi ya da bilimler bilimi («science of science») alanına girmektedir.
I. MANTIKÇI POZİTİVİZM
Mantıkçı pozitivizm (ya da mantıkçı ampirizm) akımının kökeni, 1920'lerde Viyana'da seminerler düzenleyen bir grup bilim adamı ve filozofun çalışmalarına dayanır. Bunlar arasında, bu seminerlerin yöneticisi olan Moritz Schlick (1882-1936), pozitivistlerin en büyüğü diyebileceğimiz Rudolf Carnâp (1891-1970) ve pozitivizmin en büyük propagandacısı Otto Neurath (1882-1945) sayılabilir. Mantıkçı pozitivizm, aslında 1900'lerin daha geniş kapsamlı bir felsefe akımının bir parçasıdır. Bu yıllarda, çeşitli yerlerde, mantıkçı pozitivistlerden bağımsız, ama pozitivist görüşlere çok benzer görüşleri olan düşünce okulları ortaya çıkmıştır. ABD'de pragmacılık ve işlemselcilik (operationalism), İsveç'te Uppsala okulu, Berlin'de Hans Reichenbach (1891-1953) ve Cari Gustav Hempel'in (1905—) de içinde bulunduğu grup, bunlar arasında yer alır. Pozitivistler, İngiltere'den Bertrand Russell (1872-1970) ve Ludwig Wittgenstein'i (1889-1951) kendi öncüleri olarak görmüşlerdir.
Mantıkçı pozitivizmin iki kuramsal çıkış noktası vardı. Bu akım ilkin felsefi spekülasyona, özellikle Hegelci metafiziğe bir tepkiydi. Bu pozitivistler, felsefi spekülasyonun herhangi bir bilimsel işlevi olmadığına inanıyor, bunun karşısına bilimsel deneyi çıkarıyorlardı. Onlara göre, Galileo ve Newton'dan bu yana doğa bilimlerindeki sürekli gelişmeye karşılık, metafizikte böyle bir gelişme görülmemişti. Gelişen ve deneylerden yararlanan, metafizik değil de bilim olduğuna göre, bunların arasında önemli bir fark olmalıydı. Bilimselliğin bir ölçütünü bularak, gereği olmayan metafizikten kurtulunabilirdi.
İkinci olarak bu pozitivizm, belirli bir bilim dalına, yani fiziğe özgü bazı sorunların çözümüne yöneliyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bir çeşit atomları ya da en temel parçacıkları varsayan bazı kuramlar önemli bir rol oynamıştı. Sorun, bu parçacıkların gerçekten var olup olmadığıydı. Çünkü bunları gözlemlemek olanaksızdı. Mantıkçı pozitivizmin babası sayılabilecek olan ve Viyana'da sırasıyla matematik, fizik ve felsefe profesörlüğü yapan Ernst Mach (1838- 1916), bu soruna kesin bir çözüm bulmaya çalıştı. Masalar, iskemleler gibi sıradan eşya dahil tüm nesnelerin görece değişmez nitelikte duyumlar karmaşasından ibaret olduğunu ileri sürdü. Mach'a göre, gerçekte nesne diye bir şey yoktu, yalnızca duyumlar vardı. Hayal görmekle gerçek nesneler görmek arasındaki fark şu şekilde açıklanabilirdi:
Hayal görme halinde, tıpkı gerçek nesneleri görme halinde olduğu gibi, art arda gelen bir duyumlar dizisi sözkonusudur. Ancak, hayal halinde bu dizi bir süre sonra kesilir. Duyumların kesilmeyip devam etmesi durumunda gerçek nesneleri görme sözkonusudur. Dolayısıyla, hayal görmekle gerçek nesneleri görmek arasında «özce» bir fark yoktur. Yalnızca, duyumlar arasında işlevsel ilişkiler vardır. Benlik duygusu da böyle bir işlevsel ilişkiden başka şey değildir. Bu, elbette ki, bilimin varsaydığı tüm diğer şeyler için de geçerlidir. Böylelikle, atomların gerçekten var olup olmadığı sorusu ortadan kalkar ve yerini işlevsel ilişkileri olan duyumlar var mıdır sorusuna bırakır. Yani, Mach'a göre, atomların varlığı duyumlarımızın belirli bir düzeni izlemesinden başka bir anlam taşımaz.
Doğrulanabilirlik İlkesi
Mantıkçı pozitivistler, Maeh'm her şeyin temelinde yer alan, verilmiş, pozitif bir şey bulunduğu görüşünü devraldılar. Bununla birlikte, mantıkçı pozitivistlerin hepsi, verilmiş olanı Mach'ın açıkladığı biçimiyle duyumlar olarak kabullenmediler, ama verilmiş-olanın, deneylerimizden geldiğini genellikle kabul ettiler. Yani, deneylerimizin nasıl edinildiği konusunda pozitivistler arasında farklı anlayışlar bulunuyordu. Bir önermenin doğru olup olmadığı, o önermenin ilişkin olduğu (ve öngördüğü) duyumların ortaya çıkıp çıkmadığına bağlıdır. Dolayısıyla, bir önerme duyumlara ilişkin değilse, o önermenin doğru olup olmadığı belirlenemez. Pozitivistlere göre, metafiziği bilimden ayıran ölçüt budur. Metafizik önermeler duyumlara ilişkin olmayan önermelerdir. Başka bir deyişle, doğru olup olmadığı belirlenemeyen önermeler, metafizik niteliktedir. Önermelerin metafizik nitelikte olması, anlamsız olmasıyla aynı şeydir. Metafizik önermeler, duyumlara ilişkin değildir; ampirik önermeler ise duyumlara ilişkindir. Buraya kadar özetlediğimiz bu ölçüt, mantıkçı pozitivizmin ünlü doğrulanabilirlik ilkesidir.
Doğrulanabilirlik ilkesi, çözümlemesel (analitik) ve bireşimsel (sentetik-ampirik-) önermeler arasında kesin bir ayrıma da¬yanır. Pozitivistlere göre, matematik ve mantık, çözümlemesel önermelerden oluşur. Doğrulanabilirlik ilkesi, ancak bireşimsel önermelere uygulanabilir.
Doğrulanabilirlik ilkesi çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:
— «...bir önermenin doğru olup olmadığını belirleme olana¬ğı yoksa, bu önermenin bir anlamı yoktur.» (Waismann, 1930) '
— «...gerçek [= anlamlı] bir önermenin kesin olarak doğrulanabilmesi gerekir.» (Schlick, 1931) '
— «Deneyin bir önermeyi olası kılması olanaklıysa [...] o önerme doğrulanabilir [= anlamlı] niteliktedir.» (Ayer, 1935)
Görüldüğü gibi, yukarıdaki tanımlardan ilk ikisinde, bir önermenin doğruluğunun kesin olarak belirlenebilmesi koşulu aranırken, sonuncu tanımda yalnızca önermenin doğruluğunun olası olması koşulu aranmaktadır. Bu tanımlar, mantıkçı pozitivizmin genel gelişme çizgisini yansıtır. Doğrulanabilirlik ilkesini, giderek kesinliği zayıflayan koşullara bağlamak zorunluğu, zamanla doğmuştur. Bu zorunluğun nedenleri kolayca anlaşılabilir. Kesin ölçütler konmaya çalışıldığında, ölçütün neleri birbirinden ayıracağı konusunda her zaman belirsiz ve sezgiye dayanan bir anlayıştan hareket edilir. Pozitivistler anlamlı önermeler için bir ölçüt bulmaya çalıştılar. Bu ölçüte göre, bilimsel önermelerin çoğu anlamlı olacak, ancak metafizik önermelerin hiç biri anlam taşımayacaktı. Şu önermeyi ele alalım: «Bütün cisimler Newton'un yerçekimi yasasına bağlıdır.» Bu önermenin doğruluğunu kesin olarak belirlemek olanaksızdır; çünkü evrenin sonsuza değin varolacağını varsaydığımıza göre, tüm cisimlerin bu yasaya bağlı kalıp kalmadığını araştırmamız olanaksızdır. Ölçütün ilk tanımlarının verdiği talihsiz sonuç, hem metafizik önermelerin hem de bilimsel kuramların anlamsız hale gelmesiydi. Bu durumda mantıkçı pozitivistlerin çoğu, ölçütü değiştirmek yoluna gittiler. Ancak bazıları (örneğin Schlick), ölçüte bağlı kalıp araçsalçılığı (instrumentalism) benimsediler. Bunlara göre, bilimsel kuramlar gelecekteki olayları kestirmeye yarayan birer araçtı; araçların da doğru olup olmadıkları değil, uygulanabilir ya da uygulanamaz olmaları tartışılabilirdi.
Araçsalcı olmayıp, dogrulanabilirlik ilkesinin daha esnek tanımını seçenler de bazı güçlüklerle karşılaştılar. Metafizikçilerin çoğu spekülasyonlarım bazı gözlemlere dayandırmıyorlar mıydı? Doğrulanabilirlik ilkesinin esnek tanımı, bilimsel kuramları anlamsızlıktan kurtarıyordu, ama tüm metafiziği anlamsız kılmıyordu.
Bu güçlükler zamanla, pozitivistlerin dogrulanabilirlik ilkesinin kesin bir tanımını aramaktan vazgeçmelerine yolaçtı. Ayer'in aşağıya aktardığımız şu açıklaması (1946) bu vazgeçişi belirtir:
«[..,] ve her ne kadar dogrulanabilirlik ilkesini yöntembilimsel bir ilke olarak savunmaya devam ediyorsam da, metafiziğin etkili bir şekilde elenebilmesi (tasfiye edilebilmesi) için, bu ilkenin, metafizik savların ayrıntılı çözümlemeleriyle desteklenmesi gerektiğini de kabul ediyorum.»
Tanımlardan Karşılaşıra Kurallarına Mantıkçı pozitivistler, bilime karışan metafizik öğeleri saptamak ve bilimi bunlardan arındırmak yoluyla bilime yardımcı olmayı görev edindiler. Bu görevin bir bölümü, yerleşmiş bilimsel kavramların gözlemsel terimler, yani doğrudan deneye ilişkin terimler (ya da önermeler) ile tanımlanabileceğini göstermekti. Eldeki bilimsel kavramların bu yeniden-kuruluşu, yeni bilimsel kavramların kuruluşunda yararlanılacak model olarak da görülmekteydi.
Mantıkçı pozitivizmin öncülerinden biri olan David Hume (1711-1778), bütün anlamlı terimlerin (fikirlerin) ya doğrudan doğruya deneylere (izlenimlere) tekabül ettiğini ya da doğrudan deneylere tekabül eden yalın fikirlere ayrılabileceğini savunmuştu. Yalın fikirlerden bileşik fikirler oluşturulmasını Hume, bir psikoloji kuramıyla açıkladı. Mantıkçı pozitivistlerin Hume'dan ayrıldıkları temel nokta buradaydı: onlar deneylerle önermeler arasındaki ilişkiyi açıklamak için ampirik-psikolojik bir kuramdan yararlanmak istemiyorlardı. Sorunsal (problematik) terimler, katışıksız mantık araçlarıyla ve gözlem terimleriyle tanımlanabilmeliydi. Felsefe, ampirik bilim değil, mantıksal çözümlemeydi. «Mantıkçı pozitivizm» adındaki «mantıkçı» sıfatı, ampirizmde, psikolojinin yerine mantığı geçirme isteğini dile getirir. Böylece atomların ve diğer kuramsal birimlerin, gözlemlenebilir olguların mantıksal kurulumları (construction) olduğu savunuluyordu.
Yukarıda sözü edilen tanımları yapabilmek için yalnızca belirtik (explicit) tanımlardan, yani «oğul = erkek çocuk» örneğinde olduğu gibi, tanımlanan terimin eşittir işaretinin solunda tek başına durduğu cinsten tanımlardan yararlanılamayacağı; bunun yeterli olamayacağı ortadaydı. Russell ve Whitehead, mantık üzerine yazdıkları Principia Mathematica (1910) adlı ünlü yapıtlarında (kullanım tanımları ya da 'bağlamsal tanımlar' da denilen) örtük (implicit) tanımlar kavramını ortaya atmışlardı. Matematikteki çıkarma işleminin tanımı «— =» şeklinde ifade edilemezdi; bunu «x— y = z, y - f z = x» şeklinde ifade etmek zorunluydu. Tanımlanmak istenen çıkarma işareti, eşittir işaretinin solunda tek başına duramazdı. Bu örnek, önermelerin yalın kavramlardan önce geldiğini de gösteriyordu. Bazı kavramları öğrenmek için, önce bu kavramların içinde yer aldığı önermeleri anlamak gerekirdi. Oysa Hume'da ve eski ampirizmde, yalın kavramlar önermelerden önce geliyordu.
Russell ve Whitehead'in Principia Mathematica''da geliştirdikleri simgesel mantık dili, bütün bilim dallarında kullanılabilecek ideal bir dil olarak görüldü.
Örtük tanımlarla, bazı kavramlar, diğer bazı kavramlara bağlanabiliyordu. Örneğin yoğunluk kavramında olduğu gibi: «a maddesinin yoğunluğu x'dir = a maddesinin ağırlığı bolü a maddesinin hacmi = x». Ancak kavramların çoğunda güçlüklerle karşılaşıldı. Manyetik kavramını şu şekilde tanımlamaya çalışalım: «x manyetiktir = demir yongaları x'e yakınsa x'e doğru hareket eder». Hemen görüleceği üzere, bu tanım x'in manyetik olduğu konusunda ne yeterli ne de gerekli bir koşul koyamamaktadır. Demir yongaları, manyetik güçlerin çekiminden başka nedenlerle de x'e doğru hareket edebilirler. (Örneğin, rüzgara kapılarak!) Öte yandan demir yongaları ona doğru hareket etmediği halde, x manyetik olabilir. (Örneğin, demir yongaları x'in manyetik çekme gücünü aşan bir ağırlıkta olabilir.) Bu çeşit güçlüklerin yamsıra biçimsel mantık dilini kullanmaktan ileri gelen başka bir güçlük daha ortaya çıkar. Günlük dildeki «eğer — o halde» kalıbının biçimsel mantıkta tam bir karşılığı yoktur. Biçimsel mantıkta bu kalıp yerine (...—>... bağlacıyla ifade olunan) maddesel içerim (material implication) kullanılır. Aradaki fark kendini şöyle belli eder: Günlük dildeki önerme «eğer» ile başlayan cümlenin doğru olması halini öngörür; oysa maddesel içerimde önerme, «eğer» ile başlayan cümlenin yanlış olması halini de kapsar. «Eğer x'in yanında demir yongaları varsa —». o halde demir yongaları x'e doğru hareket eder» önermesi, «eğer» cümlesinin doğru, «o halde» cümlesinin yanlış olması durumunda yanlıştır. «Eğer» ve «o halde» cümlelerinin farklı doğruluk de¬ ğerleri taşıdığı bütün diğer bileşimler, önermeyi tanımsal olarak doğru kılar. Yani, «eğer» cümlesinin yanlış olduğu her durumda önerme doğrudur. Bundan tamamen saçma bir sonuç çıkmaktadır: x'in yanında demir yongaları bulunmasa da (yani, «eğer» cümlesi yanlışsa) x yine manyetiktir (çünkü tanımın sağında duran maddesel içerim doğrudur) .
Pozitivistlerin sorunlarından biri, maddesel içerimleri kapsayan ideal mantık dilinden vazgeçmeksizin, yukarıda açıkladığımız saçmalıktan kurtulabilmekti. Carnap, «iki-yanlı indirgeme- önermeleri» adını verdiği bir yapı ile bu sorunu çözmeye çalıştı. Önerilen bu çözümün sakat yanı, indirgeme önermelerinden tanımlanan kavramı elemenin olanaksızlığıydı. Hem belirtik, hem de örtük tanımlarda, tanımlanan kavramın yer aldığı önermelerin yerine, bunların yer almadığı önermeleri koymak her bağlamda olanaklıdır. Tanımlamak demek, elemek (tasfiye etmek) demektir (Quine). İndirgeme-önermeleri kullanılınca, bilimsel terimleri, gözlem terimleriyle tanımlama çabasından vazgeçilmiş olur. Manyetik kavramının yukarıda verilen tanımının karşılaştığı ilk güçlük —yeterli ve gerekli bir koşul koyamayışı— Carnap'ı tanımlarda aranan koşullarda başka değişiklikler de yapmaya götürdü. İndirgenecek her kavram için, (gizil) (potansiyel) olarak sonsuz sayıda indirgeme-önermesi kullanmak zorunda kaldı. İndirgeme-önermelerini belirli bir sayıyla sınırlamak, sonra da sözkonusu kavramın en sonda (nihai olarak) indirgenmiş olduğunu söylemek olanaksızdır.
Yalın tanımlardan giderek uzaklaşan bu (belirtik tanımlar —örtük tanımlar— indirgeme-önermeleri şeklindeki) gelişme, daha ilerilere gitti ve sonunda şu görüşlere vardı: Her bilimsel dil(bu, kuram karşılığı olarak düşünülebilir), kendi içinde iki ayrı dile ayrılabilir: Kuramsal dil ve gözlem dili. Kuramsal dildeki terimlerin, gözlem dilinin terimleriyle tanımlanmasına ya da gözlem terimlerine indirgenmesine gerek yoktur. Ancak kuramsal terimlerin en azından bir karşılaşım (tekabül) kuralı (rule of correspondence) ile bir gözlem terimine bağlanması gerekir. Karşılaşım kuralları çok basit nitelikte olabilir ve kuramsal terimlerin içeriğini hiçbir şekilde sınırlamaz. Karşılaşım kuralları, kuramsal terimlere biraz olsun ampirik bir anlam verilmesini sağlar yalnızca. «Kitle» terimi kuramsal dile, «daha ağırdır» terimi de gözlem diline aitse, şu karşılaşım kuralı konabilir: Eğer a, b'den daha ağır ise, o zaman a'nın kitlesi b'nin kitlesinden daha büyüktür. Bütün kuramsal terimlerin, böyle karşılaşım kuralları olması da gerekmez. Kuramsal terimlerin birkaçı kuramsal dille birbirine bağlanmış ise, bunlardan birinin karşılaşım kuralı olması yeter.
Gözlemlenebilir Olan
Yukarıda özetlediğimiz iki gelişme çizgisi, yani bir yandan doğrulanabilirlik ölçütünün giderek yumuşatılması, öte yandan tanımlama ve indirgeme koşullarından vazgeçilmesi, birbirleriyle yakından ilişkilidir. Son olarak anlatmaya çalıştığımız kuramsal dil ve gözlem dili ayrımı, doğrulanabilirlik ilkesinin başka bir çeşidi olarak anlaşılabilir. En azından bir karşılaşım kuralıyla gözlem diline bağlanabilen dü, bilimseldir (anlamlıdır). Buraya kadar, mantıkçı pozitivistlerin bütün kuramların deneylere ya da gözlemlenebilir olgulara dayandırılması gereğini savunduklarından söz ettik yalnızca; ama gözlemlenebilir olgulardan neyi kastettiklerini ele almadık. Mantıkçı pozitivist akım içinde, gözlem terimlerinin neye ilişkin olacağı konusunda iki ana anlayış vardır. Bazıları «doğrudan tanıma ilkesi»ni («the principle of direct acquaintance»), diğerleri ise «özneler-arası doğrulama ilkesi»ni («the principle of intersubjective verification») savunuyordu. -Birinci ilkeye göre, her an, bunlar hakkında aldanmamıza olanak bulunmayan, bazı deneylerimiz olur. Bu deneylere ilişkin kesin güvenilir bilgilerimiz vardır. Bu deneyler, «şimdi kırmızı bir leke görüyorum,» «şimdi dişim ağrıyor» türünden deneylerdir.