MUTEZİLE VE TASAVVUF - 1
|
Florian SOBIEROJ
Çev.: Salih ÇİFT
Bütün görüntülerin aksine tasavvuf ve Mutezile ortak köklere sahiptirler. Tasavvufun kurucularından kabul edilen Hasan-ı Basrî (ö.110/728) ilk Mutezilîler’den olan Vâsıl b. Ata’nın hocası olarak bilinir. Bununla birlikte Mutezile ve ehl-i sünnetin farklı mezhepler halinde gelişmeleri ve sûfilerin de genelde sünni kanatta yer almaları nedeniyle, sözü edilen ortak miras zamanla gözden kaybolmuştur. İlerleyen dönemde, bu iki grup birbirlerini acımasız bir biçimde eleştirmeye başlamışlardır.
Bütün görüntülerin aksine tasavvuf ve Mutezile ortak köklere sahiptirler. Tasavvufun kurucularından kabul edilen Hasan-ı Basrî (ö.110/728) ilk Mutezililer’den Vâsıl b. Ata’nın hocası olarak bilinir. Hasan’ın dînî mirasının başlıca varisi Mutezile olmasa da - tasavvufî fikirleri (ihlas, aşk vs.) özellikle talebesi olan Abdülvâhid b. Zeyd ve Bekriyye’nin çevresinde gelişmişti - yünden yapılmış hırka giyen ve zühd hayatı yaşayan bazı Mutezilîler vardı. Bermekîler’in nüfuzlarını kaybetmelerinin (187/803) ardından ehl-i hadis Hârun er-Reşid üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Bu dönemde halifenin teveccühünü kazanmaya çalışan Mutezilî şair Ebû Amr Külsüm el-Attabî (ö.ykş.208/823) suf giymekte ve zâhidâne tavırlar sergilemekteydi.
Tasavvufî temayüllerin arttığı bu dönemde İranlı bir Mutezilî vâiz olan Ebu’s-Serî Mansûr b.Ammâr es-Sülemî, Külsüm’den çok daha büyük bir şöhrete sahipti. Ebû Abdurrahman es-Sülemî bu kişiyi tabakâtına almıştır. Bu gelişmelere ilaveten, el-Emîn ile kardeşi el-Me’mûn arasında vuku bulan savaş, Mutezile kelamının tasavvuf lehine kesin bir değişikliğe gitmesine neden oldu. Bu süreçte, Mutezile’nin Bağdat ekolünün kurucusu olan Ebû Sehl Bişr b. el-Mu’temir (ö.210/825) lider konumundaydı. Bu şahsın talebelerinden olan İbnu’l-Mu’temir, Mutezilî bir metinde“Mutezile sûfileri” olarak zikredilen belli bir grubu etkilemişti. Bu Mu’tezilî sûfilerden biri de Ebû İmrân er-Rakâşî adlı şahıstı. Ebu’l-Kâsım el-Belhî ise rızık temini için çalışmanın haram olduğunu ilan etmiş ve İslam alemini “küfr diyarı” olmakla suçlamıştı.
Çalışmanın haram addedilmesi (tahrîmu’l-mekâsib) tasavvufta, Horasanlı zâhid Şakîk Belhî’nin (ö.194/809) söylediğine göre Allah’a tevekkül etmenin en uç noktadaki tezahürüdür. Bu sûfilerden bazıları verâ anlayışlarından dolayı kazanç peşinde koşmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü onlar dârü’l-islamdaki her şeyin gayr-ı meşrû ve yozlaşmış olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden, kendilerinin dilenerek elde ettikleri şeylerin, müslümanların zor durumda kaldıklarında yemelerine müsaade edilen leşlerle aynı seviyede olduğuna inanıyorlardı.
Mutezile sûfilerinden bir kısmı antropomorfik (teşbihî) inançlara sahiptiler. Bu şekilde inananlardan biri el-Câhız’ın “eski Mutezilî”, el-Eş’arî’nin de “sûfi” olarak nitelendirdiği Ebû Şuayb en-Nâsik’tir, en-Nâsik, Allah’ın insanî duygulara sahip olduğuna ve insanın davranışına göre öfkelendiğine veya memnun olduğuna inanmaktaydı. Bu tarz bir tanrı anlayışı klasik Mutezilî inancından tamamen farklıdır.
Mutezile sûfileri, insanların kanunları bilip onlara uydukları sürece hükümdarın gereksiz olduğunu öne sürerek politik otoritenin varlığının şeriate uygun olmadığını iddia etmişlerdi. Ayrıca Ebû İmran’ın yanında “Nâşi” müstear isimli kişiye ait bir eserde, Nazzâm’ın öğrencisi olan Fadl el-Hadâsî’den, bu cemaate mensup olduğu belirtilerek bahsedilir.
Bağdatlı Mutezilîler’den olan ve kaynaklarda Fadl el-Hadâsî ile birlikte zikredilen İbn Hâbit (ö.227/842 ile 232/847 arasında) genellikle hocası en-Nazzâm’ın kelâmî görüşlerini kabul ediyordu. Buna rağmen İbn Hâbit ve Fadl tenasühe de inanıyorlardı. Fadl, İbn Hâbit’ten farklı olarak tenasühün daha aşırı bir şekline inanıyordu ki buna göre günahkar ruhlar sadece hayvanlarda değil, bitkilerde ve hatta taşlarda yeniden dünyaya gelebileceklerdir.
Mutezile tarafından aforoz edilen Fadl ve İbn Hâbit Hz. İsa’nın ilk yaratılan varlık ve “ilahî kelime” olduğuna ve dünya ile tanrı arasında durduğuna da inanıyorlardı. Onlar, çok sayıdaki evliliğinden dolayı Hz. Muhammed’i eleştiriyor ve kendilerine örnek olarak Hz. İsa’yı kabul ediyorlardı. İnançlarına göre, Hz. İsa, dünyevî, insana benzer bir demiurge veya ikinci dereceden bir ilah olarak kainatı idare etmektedir.
Mutezile ve ehl-i sünnetin farklı mezhepler halinde gelişmeleri ve sûfilerin de genelde Sünnî kanatta yer almaları nedeniyle, sözü edilen ortak miras zamanla gözden kaybolmuştur. Mutezile içerisinde artık bir sûfi cemaatin izlerine rastlanmaz olmuştur. Sûfiler, Sünnî anlayışla olan ihtilaflarından dolayı Mutezile’yi eleştirmişlerdir. Bunun sonucunda da, tıpkı diğer Sünnî müslümanlar gibi yaptıkları eleştirilerin etkisini görmüşlerdir. Fakat aynı zamanda kendileri de, mutasavvıf olarak sahip bulundukları bazı ayırdedici görüşlerinden dolayı tenkid edilmişlerdir.
Tasavvufun farklı bir dînî hareket halinde ortaya çıktığı dönemde Mutezile’nin etkin olduğu merkezlerden biri de Bağdat idi. Mutezile kelamcıları, el-Me’mûn’dan itibaren Abbasî halifeleriyle ittifak ederlerken, sufî cemaat eski bir hadis alimi olan Bişr b. el-Hâris el-Hâfî gibi insanların etrafında toplanıyorlardı.
Aslen Horasanlı olan Bişr 218/833 den 237/851’e kadar yaklaşık 20 yıl süren mihne döneminde rahat bir yaşam sürmüştü. el-Me’mûn ve kendisinden sonra gelen iki halife Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşünü benimsetmek amacıyla “mihne” diye bilinen uygulamayı gerçekleştirmişlerdi. Ahmed b. Hanbel’in sorgulanması esnasında Bişr’in zahirî çekingenliği, III./IX. yüzyıl başlarında tasavvufun Mutezile karşısındaki tepkisizliğine örnek teşkil etmektedir.
Mihneden önce Bişr, zühdü ve takvâsından dolayı çoğu kimse tarafından İbn Hanbel’den daha üstün kabul ediliyordu. Ancak mihne belası esnasında İbn Hanbel Sünnî inancın savunucusu olarak ortaya çıkınca, Bişr’den çok daha ileri bir konuma ulaşmıştı. Hatta daha sonraları yaşayan ünlü sûfi alim Câmi şöyle bir itirafta bulunur: “ Kur’ân’ın mahluk olduğu şeklindeki fitne çıkıncaya kadar Bişr’in İbn Hanbel’den daha üstün olduğu kabul edilirdi. Fakat, bu olaylar sırasında Bişr evinde otururken Ahmed öne atılmıştı.”
İbn Hanbel’e yardım etmesi için çağrıldığında, takındığı pasif tutumdan dolayı, Bişr’in nasıl tekdir edildiğini, hem sûfi ve hem de sûfi olmayan yazarlar nakletmektedirler. Bişr, İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki cesur tavrını sitayişle anlatarak kendini avutmaya çalışmıştı. Daha sonraları Cüneyd’in hocası olan Bişr’in yeğeni Abdülkâdir b. Bedrân ed-Dûmî ed-Dımeşkî ona şöyle demişti: “Ey Ebû Nasr! Niçin ortaya çıkıp din adına konuşmuyor, ehl-i sünnete yardım etmiyorsun? Bişr’in şöyle cevap verdiği nakledilir: “Sen benden, ancak peygamber makamında olanların yapabilecekleri bir şeyi mi bekliyorsun? Bedenimin buna takati yok. Allah Ahmed’i önünden ve ardından gelecek kötülüklerden korusun”.
Başka bir rivayete göre, “İbn Hanbel, bir ateşin içine atıldı ama o oradan som altın olarak ayrıldı”demiştir. Bişr gizliden gizliye, Ahmed’in Kur’ân konusundaki tavrını bütünüyle desteklediğini söylüyordu. İbn Hanbel’in oğlu Abdullah, babası dövüldüğünde, Bişr’in öğrencilerinin Bişr’e şöyle dediklerini belirtmektedir: “Keşke ortaya atılsaydın.” O da şöyle karşılık vermişti: “Ahmed’in bütün söylediklerini onaylıyorum.”
Bişr, İbn Hanbel’in tavrını desteklediğini bir başka şekilde daha göstermiştir. O, halku’l-Kur’ân meselesinde Mutezile’ye karşı koymaktan vazgeçen, aynı zamanda kendinin de arkadaşı olan İbn Hanbel’in yakın dostlarına serzenişte bulunmuştu. Baskı altında kalarak direnmeyi bırakan Ebû Nasr et-Temmâr ve üç hadis aliminin bu tavırlarının İbn Hanbel’i en çok üzen şey olduğu rivayet edilmektedir. Bu olaydan sonra İbn Hanbel İmam Mâlik’den de hadis nakletmiş olan et-Temmâr’dan hadis rivayet edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bişr’in yeğeni Ebû Hafs, Ebû Nasr’ın Bağdat emiri İshak ibn İbrahim’in sarayına çağrıldığı gün, amcasının kendisine şöyle dediğini belirtmektedir: “Ebû Nasr’dan ne haber?” Ebû Hafs’ın şöyle cevap verdiği rivayet edilir: “Cevap verdi (yani Kur’ân’ın mahluk olduğu tarzındaki inancı kabul ettiğini söyledi).” Bişr cevabı üç defa tekrarlattı. Sonra güçlükle şöyle diyebildi: “Keşke bu sakal kana bulansaydı ve keşke o öldürülseydi de cevap vermeseydi.”
Rivayete göre, Ahmed b. Hanbel’e yapılan zulme karşı, ona yardım etme hususundaki –sözde- çaresizliğinden dolayı Bişr pişmanlık duymuştu. Ayrıca, İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki Sünnî inancı savunmasındaki sadakatten dolayı Bişr onu kıskanmıştı. Diğer taraftan mutasavvıflar, genel olarak, Bağdat’taki Mutezile yanlısı rejime karşı açıktan, dikkate değer bir muhalefette bulunmamışlardı. Ayrıca, Sünnî inancın önderi olarak görülen İbn Hanbel’le aktif bir dayanışma içine de girmemişlerdi. Ancak imkan ölçüsünde, bir bakıma bu eksikliklerini telafi maksadıyla İbn Hanbel’i taltif etmeye ve onu yüceltmeye başlamışlardı. Nitekim sûfi müellif Ebu’l-Hasan Ali b. Cehzem (ö.414/1023) Bişr’i kaynak göstererek “fetâ”nın meziyetleri hakkında oldukça uzun açıklamalar ihtiva eden bir rivayeti nakletmektedir. Bişr, rivayetini, fütüvvetin bütün özelliklerinin İbn Hanbel’de toplandığına işaret ederek bitirmektedir.
Suriyeli sûfi şeyhlerinden biri ve Bişr’in müridi olan Yahya el-Cellâ’nın İbn Hanbel’in manevî üstünlük açısından kendi arkadaşlarından daha ileri olduğunu kabul ettiği, İbn Cevzî tarafından zikredilen ve Ebu Nuaym’a isnad edilen bir rivayetten anlaşılmaktadır. Bu tür menkıbevî rivayetler vasıtasıyla İbn Hanbel, sonunda, Bağdat’ın koruyucu velisi mertebesine yükseltilmiştir. es-Sülemî, İbn Hanbel’in, Bağdat’ta türbeleri bulunan ve bura halkını belalara karşı koruduğuna inanılan dört veliden biri olduğunu söyler. Diğer üç veli ise, Maruf el-Kerhî, Bişr el-Hâfî ve Mansur b. Ammâr’dır. Zühdle ilgili kendisine atfedilen sözler yanında, sûfiler İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki bilinçli tavrını aksettiren ifadelerini de nakletmişlerdir. Ayrıca, İbn Hanbel’in cennetle ödüllendirildiğine dair rüya formunda anlatılan hikayeler oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi, İbn Hafîf’in naklettiği, İbn Hanbel’in kendi müntesiplerinden birine rüyada görünmesi hikayesidir. Burada İbn Hanbel, cennetlik kulların yürüme şekliyle çalımla yürümektedir ve “Kur’ân Rabbimin kelamıdır” dediği için de, başına bir tâc, ayaklarına da altın ayakkabılar giydirilmiş bir vaziyette takdim edilmektedir.
Başka bir nakilde ise Bağdatlı sûfi Ali b. el-Muvaffak’ın (ö.265/878-9) rüyada gördüğü cennet manzarası tasvir edilir. Burada o, İbn Hanbel’in Bağdatlı diğer iki sûfi Bişr ve Maruf el-Kerhî ile birlikte nasıl onurlandırıldığını görür. İbn Hanbel cennetin kapısında durmakta ve kendisine Sünnî insanların yüzleri gösterilip, hangisinin itiraf edip, hangisinin etmediğini söylemesi emredilmektedir. Bişr bir örtünün üzerinde oturmakta, bu dünyadan aç ve susuz ayrıldığı için iki melek kendisine ödül olarak yiyecek ve içecek ikram etmektedirler. Maruf ise bahçenin tam ortasında, gözlerini arşa dikmiş, Tanrı’ya bakmakta ve kulluğunun karşılığı olarak O’nu görmek istemektedir.
Maruf el-Kerhî’nin bir yeğeni, mihne döneminde, bir defasında uykuda Hz. İsa ve Hz. Musa’nın kendisine nasıl göründüklerini anlatır. Onlar, Allah’ın arşını taşıyan meleklerle birlikte, Kur’ân’ın Allah’ın mahluk olmayan sözü olduğunu açıklamak üzere İbn Hanbel’e katılırlar.
Sûfiler rüyalarında ayrıca, İbn Hanbel’i, düşmanı olan Mutezile’nin lideri ve el-Me’mun’un sırdaşı İbn Ebî Düâd (ö.240/854) ile birlikte otururken de görürler. Bu ikisi Hz. Muhammed’in huzurundadırlar ve o birini överken diğerini de yermektedir. Sûfi İbn Ebi’l-Verd, Yahya el-Cellâ’yı şöyle söylerken işittiğini bildirmektedir:
“Peygamber’i rüyamda gördüm. O, Sîniyyetü’l-Kerh’te ayakta duruyordu ve sol yanında İbn Ebî Düâd, sağ yanında ise Ahmed b. Hanbel oturuyordu. Peygamber, İbn Ebî Düâd’a döndü ve şöyle dedi: “Eğer onlar bunu inkar ederlerse, biz onu inkar etmeyecek birini göndeririz.” Hz. Peygamber bunu söylerken Ahmed b. Hanbel’i işaret ediyordu.
Tasavvufî öğretiyle, İbn Hanbel’in zühd ve tevekküle meyilli tavrının birbirine olan uygunluğu, İbn Hanbel’in bu menkıbevî kimliğinin belli bir tasavvuf ekolüne benzetilmesini kolaylaştırmıştır. Aynı şekilde, onun, zamanın bazı sûfilerine büyük saygı duymuş olması da, zikredilen süreçte etkili olmuştur. İbn Hanbel’in, Serî es-Sakatî ve Ebû Türâb en-Nahşebî’nin arkadaşı olan Ebû Hamza Bağdâdî’ye (ö.289/902) gidip, meclisinde cevaplandırılmak üzere sorular sorduğu rivayet edilir.
İbn Hanbel, Bişr-i Hâfî’nin zamanın velilerinden biri olduğunu düşünüyordu. Ona göre Bişr ancak Leyla’nın aşığı olan Âmir b. Kays ile kıyaslanabilirdi. Çünkü bunların her ikisi de dünyadan yüz çevirme hususunda mükemmeldiler. Benzer şekilde, Fudayl b. İyâz ve Feth el-Mavsılî’nin zühd yoksulluğu içerisindeki çıplaklık ve sabırlarından bahsedildiğinde, İbn Hanbel’in gözyaşlarına boğulduğu rivayet edilmektedir.
Bütün bunların yanında, İbn Hanbel’in tasavvufa olan sempatisinin belirgin sınırı, müntesiplerine Muhâsibî ile arkadaşlık etmemeleri tavsiyesinde ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen İbn Hanbel, bir defasında, bu sûfi teorisyeninin tasavvuf üzerine bir vaazını dinlediğinde gözleri dolmuştu. Kur’ân’ın mahluk olduğunu kabul etmeyip bundan dolayı fiziksel eziyete maruz kalan tek sûfinin ünlü Mısırlı mutasavvıf Zünnûn (ö. 245/860) olduğu anlaşılmaktadır. el-Ensârî de, Câmi de Sûriyeli sûfi şeyh İbrahim b. Dâvud el-Kassâr er-Rakkî’den bir rivayeti naklederler. er-Rakkî şöyle demektedir:
“Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşü resmen açıklandığı ve İbn Hanbel’in de hapiste bulunduğu dönemde, bu düşünceyi benimsediğini açıklamaya zorlamak maksadıyla Zünnûn el-Mısrî de halifenin hapishanesine konulmuştu. Ben Zünnûn’un şöhretini önceden de duymuştum. İnsanlar onu görmeye gidiyorlardı. O dönemde ben çocuktum. Menbic köprüsünün yanına onu görmeye gitmiştim. Ona baktığımda gözüme perişan gözüktü. Çünkü gerçekten de dış görüntüsü itibariyle çok kötü bir durumdaydı. Kendi kendime şöyle dedim: “Çok büyük bir isme ve şöhrete sahip olan Zünnûn bu olabilir mi?” O büyük kalabalığın ortasında Zünnûn yüzünü bana döndü ve şöyle dedi: “Ey çocuk! Allah bir kulundan yüz çevirdiğinde, o kulun dili Allah’ın dostlarını eleştirme hususunda uzar.” Bunun üzerine ben bayıldım. Ayılmam için üzerime su döktüler. Kendime geldiğimde ben artık bir sûfiydim.”
ez-Zehebî, İbn Hanbel ve Zünnûn’un birlikte hapsedildiklerine dair başka bir rivayeti daha aktarmaktadır. Böylece o, Zünnûn’un hapsedilme sebebinin, “Kur’ân’ın Allah’ın mahluk olmayan sözü” olduğunu açıktan söylemesi olduğunu ima etmektedir.”
Ensârî el-Herevî Tabakât’ında yer alan bir hikayede, öyle görünüyor ki, Zünnûn’un Mutezilî yönetime karşı daha tutarlı ve daha radikal olduğunu ima etmeye çalışmaktadır. Burada dolaylı olarak anlatılmak istenen şudur: İbn Hanbel temelde, kendisini sultanın emirlerine itaate mecbur hissediyordu. Zünnûn ise, bu tür baskılar karşısında kendisini özgür hissediyordu. Aslında İbn Hanbel, imanla ilgili açıklamalarının birinde adil olsa da olmasa da sultanın sancağı altında sebat göstermenin imanın gereklerinden biri olduğunu belirtmişti.
Mutezile ile tasavvuf arasındaki çatışmaya sahne olan bir başka bölge ise IV./X. yüzyıl Şîraz’ıydı. Mutezilî edebiyatçı Muhassin et-Tenûhi’nin söylediğine göre bu şehirde binlerce sûfi vardı ve liderleri de İbn Hafîf el-Bağdâdî idi.
İbn Hafîf henüz genç bir delikanlıyken yaklaşık 300/900 yılında hazır bulunduğu, Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve Mutezile arasında Basra’da vuku bulan bir tartışmadan çok daha önceleri Mutezile ile temasa geçmişti. Burada el-Eş’arî kelam sahasındaki ustalığını ve hitabetteki maharetini sergilemişti. Bu da onun Mutezile’yi altettiği anlamına geliyordu. İbn Hafîf bu olaydan sonra, el-Eş’arî’nin öğrencisi olduğunu iddia etmiştir. Onun, el-Eş’arî’nin kelami görüşlerine ömür boyu sadık kaldığı, el-Bakıllânî (ö.403/1013) tarafından da doğrulanmıştır.
Bütün bunlardan dolayı, öğrencisi Ali ed-Deylemî’nin hazırladığı “Sîretü İbn Hafîf” adlı biyografide de açıkça görüldüğü üzere, İbn Hafîf’in Mutezile’ye karşı olumsuz bir tavrı vardı. O, bir ara Saffârî hükümdarı Amr b. el-Leys’e ders veren bir Mutezilî kelamcıyı alaya almıştı. Sözü edilen kelamcı, İbn Hafîf’in biyografisinde belirtildiğine göre, şerri irade edenin şeytan olduğunu öğretmekteydi. Buradan hareketle, onun, Mutezile’nin kulun cüz’î irade sahibi olduğu şeklindeki prensibi kabul ettiği ortaya çıkmaktaydı. Bunun sonucunda o, kötülüğü asla irade etmeyen Allah’ın adaletine inanmaktaydı. Amr’ın zekası sayesinde, eski hocasının doktrininin yanlışlığını kanıtlaması daha sonraları da dile getirilmiştir. O, ehl-i sünnet inancına sadık kalmış ve nihayetinde kelamcıların dövülmesini ve şehirden sürülmelerini emretmişti.
Büveyhî hanedanının Şii sultanı Adududdevle’nin (ö.372/982) -338/949-50 yılında Şîraz’a hakim olduğu kabul edilir- idaresi döneminde Fars’daki sûfilerin durumu daha da kötüye gitmiştir. Çünkü Büveyhî emiri Şiâ’ya sempati duyan ünlü Mutezilî kelamcıların etkisi altındaydı. Bağdat kadılarından biri olan Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed el-Fezârî, Şîraz’a gönderildi ve rivayete göre burada İbn Hafif’in müntesipleri için bir hankâh kurdu. Her ne kadar Adududdevle, el-Fezârî’ye kötü muamele ettiyse de sonunda onu kendi alanında serbest bıraktı. el-Fezârî, sultandan daha uzun bir hayat yaşadı. İbn Hafîf’in hayatının sonlarına doğru, Şîraz’da bir zalim ortaya çıktı ve bunun yaptığı haksızlıklar, ed-Deylemî’ye “Denekş Mihnesi” olarak haber verildi. Bu isim ed-Deylemî veya ona bilgi veren İbn Hafîf tarafından seçilmiş olmalıdır. Kasıtlı olarak yapılan bu ima yaklaşık 150 yıl önce sünni toplumun eziyet çektiği Mutezile mihnesine gönderme yapmaktaydı. Bu zalim Denekş, İbn Hafîf ile aynı dönemde yaşayan ve Errecân ile Ahvaz arasındaki Râmhürmüz bölgesine kadı olarak tayin edilen Bağdâdî, Ebu Tâlib Abdülaziz ed-Denekşî ile aynı kişi olmalıdır.
Çev.: Salih ÇİFT
Bütün görüntülerin aksine tasavvuf ve Mutezile ortak köklere sahiptirler. Tasavvufun kurucularından kabul edilen Hasan-ı Basrî (ö.110/728) ilk Mutezilîler’den olan Vâsıl b. Ata’nın hocası olarak bilinir. Bununla birlikte Mutezile ve ehl-i sünnetin farklı mezhepler halinde gelişmeleri ve sûfilerin de genelde sünni kanatta yer almaları nedeniyle, sözü edilen ortak miras zamanla gözden kaybolmuştur. İlerleyen dönemde, bu iki grup birbirlerini acımasız bir biçimde eleştirmeye başlamışlardır.
Bütün görüntülerin aksine tasavvuf ve Mutezile ortak köklere sahiptirler. Tasavvufun kurucularından kabul edilen Hasan-ı Basrî (ö.110/728) ilk Mutezililer’den Vâsıl b. Ata’nın hocası olarak bilinir. Hasan’ın dînî mirasının başlıca varisi Mutezile olmasa da - tasavvufî fikirleri (ihlas, aşk vs.) özellikle talebesi olan Abdülvâhid b. Zeyd ve Bekriyye’nin çevresinde gelişmişti - yünden yapılmış hırka giyen ve zühd hayatı yaşayan bazı Mutezilîler vardı. Bermekîler’in nüfuzlarını kaybetmelerinin (187/803) ardından ehl-i hadis Hârun er-Reşid üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Bu dönemde halifenin teveccühünü kazanmaya çalışan Mutezilî şair Ebû Amr Külsüm el-Attabî (ö.ykş.208/823) suf giymekte ve zâhidâne tavırlar sergilemekteydi.
Tasavvufî temayüllerin arttığı bu dönemde İranlı bir Mutezilî vâiz olan Ebu’s-Serî Mansûr b.Ammâr es-Sülemî, Külsüm’den çok daha büyük bir şöhrete sahipti. Ebû Abdurrahman es-Sülemî bu kişiyi tabakâtına almıştır. Bu gelişmelere ilaveten, el-Emîn ile kardeşi el-Me’mûn arasında vuku bulan savaş, Mutezile kelamının tasavvuf lehine kesin bir değişikliğe gitmesine neden oldu. Bu süreçte, Mutezile’nin Bağdat ekolünün kurucusu olan Ebû Sehl Bişr b. el-Mu’temir (ö.210/825) lider konumundaydı. Bu şahsın talebelerinden olan İbnu’l-Mu’temir, Mutezilî bir metinde“Mutezile sûfileri” olarak zikredilen belli bir grubu etkilemişti. Bu Mu’tezilî sûfilerden biri de Ebû İmrân er-Rakâşî adlı şahıstı. Ebu’l-Kâsım el-Belhî ise rızık temini için çalışmanın haram olduğunu ilan etmiş ve İslam alemini “küfr diyarı” olmakla suçlamıştı.
Çalışmanın haram addedilmesi (tahrîmu’l-mekâsib) tasavvufta, Horasanlı zâhid Şakîk Belhî’nin (ö.194/809) söylediğine göre Allah’a tevekkül etmenin en uç noktadaki tezahürüdür. Bu sûfilerden bazıları verâ anlayışlarından dolayı kazanç peşinde koşmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü onlar dârü’l-islamdaki her şeyin gayr-ı meşrû ve yozlaşmış olduğunu düşünüyorlardı. Bu yüzden, kendilerinin dilenerek elde ettikleri şeylerin, müslümanların zor durumda kaldıklarında yemelerine müsaade edilen leşlerle aynı seviyede olduğuna inanıyorlardı.
Mutezile sûfilerinden bir kısmı antropomorfik (teşbihî) inançlara sahiptiler. Bu şekilde inananlardan biri el-Câhız’ın “eski Mutezilî”, el-Eş’arî’nin de “sûfi” olarak nitelendirdiği Ebû Şuayb en-Nâsik’tir, en-Nâsik, Allah’ın insanî duygulara sahip olduğuna ve insanın davranışına göre öfkelendiğine veya memnun olduğuna inanmaktaydı. Bu tarz bir tanrı anlayışı klasik Mutezilî inancından tamamen farklıdır.
Mutezile sûfileri, insanların kanunları bilip onlara uydukları sürece hükümdarın gereksiz olduğunu öne sürerek politik otoritenin varlığının şeriate uygun olmadığını iddia etmişlerdi. Ayrıca Ebû İmran’ın yanında “Nâşi” müstear isimli kişiye ait bir eserde, Nazzâm’ın öğrencisi olan Fadl el-Hadâsî’den, bu cemaate mensup olduğu belirtilerek bahsedilir.
Bağdatlı Mutezilîler’den olan ve kaynaklarda Fadl el-Hadâsî ile birlikte zikredilen İbn Hâbit (ö.227/842 ile 232/847 arasında) genellikle hocası en-Nazzâm’ın kelâmî görüşlerini kabul ediyordu. Buna rağmen İbn Hâbit ve Fadl tenasühe de inanıyorlardı. Fadl, İbn Hâbit’ten farklı olarak tenasühün daha aşırı bir şekline inanıyordu ki buna göre günahkar ruhlar sadece hayvanlarda değil, bitkilerde ve hatta taşlarda yeniden dünyaya gelebileceklerdir.
Mutezile tarafından aforoz edilen Fadl ve İbn Hâbit Hz. İsa’nın ilk yaratılan varlık ve “ilahî kelime” olduğuna ve dünya ile tanrı arasında durduğuna da inanıyorlardı. Onlar, çok sayıdaki evliliğinden dolayı Hz. Muhammed’i eleştiriyor ve kendilerine örnek olarak Hz. İsa’yı kabul ediyorlardı. İnançlarına göre, Hz. İsa, dünyevî, insana benzer bir demiurge veya ikinci dereceden bir ilah olarak kainatı idare etmektedir.
Mutezile ve ehl-i sünnetin farklı mezhepler halinde gelişmeleri ve sûfilerin de genelde Sünnî kanatta yer almaları nedeniyle, sözü edilen ortak miras zamanla gözden kaybolmuştur. Mutezile içerisinde artık bir sûfi cemaatin izlerine rastlanmaz olmuştur. Sûfiler, Sünnî anlayışla olan ihtilaflarından dolayı Mutezile’yi eleştirmişlerdir. Bunun sonucunda da, tıpkı diğer Sünnî müslümanlar gibi yaptıkları eleştirilerin etkisini görmüşlerdir. Fakat aynı zamanda kendileri de, mutasavvıf olarak sahip bulundukları bazı ayırdedici görüşlerinden dolayı tenkid edilmişlerdir.
Tasavvufun farklı bir dînî hareket halinde ortaya çıktığı dönemde Mutezile’nin etkin olduğu merkezlerden biri de Bağdat idi. Mutezile kelamcıları, el-Me’mûn’dan itibaren Abbasî halifeleriyle ittifak ederlerken, sufî cemaat eski bir hadis alimi olan Bişr b. el-Hâris el-Hâfî gibi insanların etrafında toplanıyorlardı.
Aslen Horasanlı olan Bişr 218/833 den 237/851’e kadar yaklaşık 20 yıl süren mihne döneminde rahat bir yaşam sürmüştü. el-Me’mûn ve kendisinden sonra gelen iki halife Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşünü benimsetmek amacıyla “mihne” diye bilinen uygulamayı gerçekleştirmişlerdi. Ahmed b. Hanbel’in sorgulanması esnasında Bişr’in zahirî çekingenliği, III./IX. yüzyıl başlarında tasavvufun Mutezile karşısındaki tepkisizliğine örnek teşkil etmektedir.
Mihneden önce Bişr, zühdü ve takvâsından dolayı çoğu kimse tarafından İbn Hanbel’den daha üstün kabul ediliyordu. Ancak mihne belası esnasında İbn Hanbel Sünnî inancın savunucusu olarak ortaya çıkınca, Bişr’den çok daha ileri bir konuma ulaşmıştı. Hatta daha sonraları yaşayan ünlü sûfi alim Câmi şöyle bir itirafta bulunur: “ Kur’ân’ın mahluk olduğu şeklindeki fitne çıkıncaya kadar Bişr’in İbn Hanbel’den daha üstün olduğu kabul edilirdi. Fakat, bu olaylar sırasında Bişr evinde otururken Ahmed öne atılmıştı.”
İbn Hanbel’e yardım etmesi için çağrıldığında, takındığı pasif tutumdan dolayı, Bişr’in nasıl tekdir edildiğini, hem sûfi ve hem de sûfi olmayan yazarlar nakletmektedirler. Bişr, İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki cesur tavrını sitayişle anlatarak kendini avutmaya çalışmıştı. Daha sonraları Cüneyd’in hocası olan Bişr’in yeğeni Abdülkâdir b. Bedrân ed-Dûmî ed-Dımeşkî ona şöyle demişti: “Ey Ebû Nasr! Niçin ortaya çıkıp din adına konuşmuyor, ehl-i sünnete yardım etmiyorsun? Bişr’in şöyle cevap verdiği nakledilir: “Sen benden, ancak peygamber makamında olanların yapabilecekleri bir şeyi mi bekliyorsun? Bedenimin buna takati yok. Allah Ahmed’i önünden ve ardından gelecek kötülüklerden korusun”.
Başka bir rivayete göre, “İbn Hanbel, bir ateşin içine atıldı ama o oradan som altın olarak ayrıldı”demiştir. Bişr gizliden gizliye, Ahmed’in Kur’ân konusundaki tavrını bütünüyle desteklediğini söylüyordu. İbn Hanbel’in oğlu Abdullah, babası dövüldüğünde, Bişr’in öğrencilerinin Bişr’e şöyle dediklerini belirtmektedir: “Keşke ortaya atılsaydın.” O da şöyle karşılık vermişti: “Ahmed’in bütün söylediklerini onaylıyorum.”
Bişr, İbn Hanbel’in tavrını desteklediğini bir başka şekilde daha göstermiştir. O, halku’l-Kur’ân meselesinde Mutezile’ye karşı koymaktan vazgeçen, aynı zamanda kendinin de arkadaşı olan İbn Hanbel’in yakın dostlarına serzenişte bulunmuştu. Baskı altında kalarak direnmeyi bırakan Ebû Nasr et-Temmâr ve üç hadis aliminin bu tavırlarının İbn Hanbel’i en çok üzen şey olduğu rivayet edilmektedir. Bu olaydan sonra İbn Hanbel İmam Mâlik’den de hadis nakletmiş olan et-Temmâr’dan hadis rivayet edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bişr’in yeğeni Ebû Hafs, Ebû Nasr’ın Bağdat emiri İshak ibn İbrahim’in sarayına çağrıldığı gün, amcasının kendisine şöyle dediğini belirtmektedir: “Ebû Nasr’dan ne haber?” Ebû Hafs’ın şöyle cevap verdiği rivayet edilir: “Cevap verdi (yani Kur’ân’ın mahluk olduğu tarzındaki inancı kabul ettiğini söyledi).” Bişr cevabı üç defa tekrarlattı. Sonra güçlükle şöyle diyebildi: “Keşke bu sakal kana bulansaydı ve keşke o öldürülseydi de cevap vermeseydi.”
Rivayete göre, Ahmed b. Hanbel’e yapılan zulme karşı, ona yardım etme hususundaki –sözde- çaresizliğinden dolayı Bişr pişmanlık duymuştu. Ayrıca, İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki Sünnî inancı savunmasındaki sadakatten dolayı Bişr onu kıskanmıştı. Diğer taraftan mutasavvıflar, genel olarak, Bağdat’taki Mutezile yanlısı rejime karşı açıktan, dikkate değer bir muhalefette bulunmamışlardı. Ayrıca, Sünnî inancın önderi olarak görülen İbn Hanbel’le aktif bir dayanışma içine de girmemişlerdi. Ancak imkan ölçüsünde, bir bakıma bu eksikliklerini telafi maksadıyla İbn Hanbel’i taltif etmeye ve onu yüceltmeye başlamışlardı. Nitekim sûfi müellif Ebu’l-Hasan Ali b. Cehzem (ö.414/1023) Bişr’i kaynak göstererek “fetâ”nın meziyetleri hakkında oldukça uzun açıklamalar ihtiva eden bir rivayeti nakletmektedir. Bişr, rivayetini, fütüvvetin bütün özelliklerinin İbn Hanbel’de toplandığına işaret ederek bitirmektedir.
Suriyeli sûfi şeyhlerinden biri ve Bişr’in müridi olan Yahya el-Cellâ’nın İbn Hanbel’in manevî üstünlük açısından kendi arkadaşlarından daha ileri olduğunu kabul ettiği, İbn Cevzî tarafından zikredilen ve Ebu Nuaym’a isnad edilen bir rivayetten anlaşılmaktadır. Bu tür menkıbevî rivayetler vasıtasıyla İbn Hanbel, sonunda, Bağdat’ın koruyucu velisi mertebesine yükseltilmiştir. es-Sülemî, İbn Hanbel’in, Bağdat’ta türbeleri bulunan ve bura halkını belalara karşı koruduğuna inanılan dört veliden biri olduğunu söyler. Diğer üç veli ise, Maruf el-Kerhî, Bişr el-Hâfî ve Mansur b. Ammâr’dır. Zühdle ilgili kendisine atfedilen sözler yanında, sûfiler İbn Hanbel’in Kur’ân konusundaki bilinçli tavrını aksettiren ifadelerini de nakletmişlerdir. Ayrıca, İbn Hanbel’in cennetle ödüllendirildiğine dair rüya formunda anlatılan hikayeler oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi, İbn Hafîf’in naklettiği, İbn Hanbel’in kendi müntesiplerinden birine rüyada görünmesi hikayesidir. Burada İbn Hanbel, cennetlik kulların yürüme şekliyle çalımla yürümektedir ve “Kur’ân Rabbimin kelamıdır” dediği için de, başına bir tâc, ayaklarına da altın ayakkabılar giydirilmiş bir vaziyette takdim edilmektedir.
Başka bir nakilde ise Bağdatlı sûfi Ali b. el-Muvaffak’ın (ö.265/878-9) rüyada gördüğü cennet manzarası tasvir edilir. Burada o, İbn Hanbel’in Bağdatlı diğer iki sûfi Bişr ve Maruf el-Kerhî ile birlikte nasıl onurlandırıldığını görür. İbn Hanbel cennetin kapısında durmakta ve kendisine Sünnî insanların yüzleri gösterilip, hangisinin itiraf edip, hangisinin etmediğini söylemesi emredilmektedir. Bişr bir örtünün üzerinde oturmakta, bu dünyadan aç ve susuz ayrıldığı için iki melek kendisine ödül olarak yiyecek ve içecek ikram etmektedirler. Maruf ise bahçenin tam ortasında, gözlerini arşa dikmiş, Tanrı’ya bakmakta ve kulluğunun karşılığı olarak O’nu görmek istemektedir.
Maruf el-Kerhî’nin bir yeğeni, mihne döneminde, bir defasında uykuda Hz. İsa ve Hz. Musa’nın kendisine nasıl göründüklerini anlatır. Onlar, Allah’ın arşını taşıyan meleklerle birlikte, Kur’ân’ın Allah’ın mahluk olmayan sözü olduğunu açıklamak üzere İbn Hanbel’e katılırlar.
Sûfiler rüyalarında ayrıca, İbn Hanbel’i, düşmanı olan Mutezile’nin lideri ve el-Me’mun’un sırdaşı İbn Ebî Düâd (ö.240/854) ile birlikte otururken de görürler. Bu ikisi Hz. Muhammed’in huzurundadırlar ve o birini överken diğerini de yermektedir. Sûfi İbn Ebi’l-Verd, Yahya el-Cellâ’yı şöyle söylerken işittiğini bildirmektedir:
“Peygamber’i rüyamda gördüm. O, Sîniyyetü’l-Kerh’te ayakta duruyordu ve sol yanında İbn Ebî Düâd, sağ yanında ise Ahmed b. Hanbel oturuyordu. Peygamber, İbn Ebî Düâd’a döndü ve şöyle dedi: “Eğer onlar bunu inkar ederlerse, biz onu inkar etmeyecek birini göndeririz.” Hz. Peygamber bunu söylerken Ahmed b. Hanbel’i işaret ediyordu.
Tasavvufî öğretiyle, İbn Hanbel’in zühd ve tevekküle meyilli tavrının birbirine olan uygunluğu, İbn Hanbel’in bu menkıbevî kimliğinin belli bir tasavvuf ekolüne benzetilmesini kolaylaştırmıştır. Aynı şekilde, onun, zamanın bazı sûfilerine büyük saygı duymuş olması da, zikredilen süreçte etkili olmuştur. İbn Hanbel’in, Serî es-Sakatî ve Ebû Türâb en-Nahşebî’nin arkadaşı olan Ebû Hamza Bağdâdî’ye (ö.289/902) gidip, meclisinde cevaplandırılmak üzere sorular sorduğu rivayet edilir.
İbn Hanbel, Bişr-i Hâfî’nin zamanın velilerinden biri olduğunu düşünüyordu. Ona göre Bişr ancak Leyla’nın aşığı olan Âmir b. Kays ile kıyaslanabilirdi. Çünkü bunların her ikisi de dünyadan yüz çevirme hususunda mükemmeldiler. Benzer şekilde, Fudayl b. İyâz ve Feth el-Mavsılî’nin zühd yoksulluğu içerisindeki çıplaklık ve sabırlarından bahsedildiğinde, İbn Hanbel’in gözyaşlarına boğulduğu rivayet edilmektedir.
Bütün bunların yanında, İbn Hanbel’in tasavvufa olan sempatisinin belirgin sınırı, müntesiplerine Muhâsibî ile arkadaşlık etmemeleri tavsiyesinde ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen İbn Hanbel, bir defasında, bu sûfi teorisyeninin tasavvuf üzerine bir vaazını dinlediğinde gözleri dolmuştu. Kur’ân’ın mahluk olduğunu kabul etmeyip bundan dolayı fiziksel eziyete maruz kalan tek sûfinin ünlü Mısırlı mutasavvıf Zünnûn (ö. 245/860) olduğu anlaşılmaktadır. el-Ensârî de, Câmi de Sûriyeli sûfi şeyh İbrahim b. Dâvud el-Kassâr er-Rakkî’den bir rivayeti naklederler. er-Rakkî şöyle demektedir:
“Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşü resmen açıklandığı ve İbn Hanbel’in de hapiste bulunduğu dönemde, bu düşünceyi benimsediğini açıklamaya zorlamak maksadıyla Zünnûn el-Mısrî de halifenin hapishanesine konulmuştu. Ben Zünnûn’un şöhretini önceden de duymuştum. İnsanlar onu görmeye gidiyorlardı. O dönemde ben çocuktum. Menbic köprüsünün yanına onu görmeye gitmiştim. Ona baktığımda gözüme perişan gözüktü. Çünkü gerçekten de dış görüntüsü itibariyle çok kötü bir durumdaydı. Kendi kendime şöyle dedim: “Çok büyük bir isme ve şöhrete sahip olan Zünnûn bu olabilir mi?” O büyük kalabalığın ortasında Zünnûn yüzünü bana döndü ve şöyle dedi: “Ey çocuk! Allah bir kulundan yüz çevirdiğinde, o kulun dili Allah’ın dostlarını eleştirme hususunda uzar.” Bunun üzerine ben bayıldım. Ayılmam için üzerime su döktüler. Kendime geldiğimde ben artık bir sûfiydim.”
ez-Zehebî, İbn Hanbel ve Zünnûn’un birlikte hapsedildiklerine dair başka bir rivayeti daha aktarmaktadır. Böylece o, Zünnûn’un hapsedilme sebebinin, “Kur’ân’ın Allah’ın mahluk olmayan sözü” olduğunu açıktan söylemesi olduğunu ima etmektedir.”
Ensârî el-Herevî Tabakât’ında yer alan bir hikayede, öyle görünüyor ki, Zünnûn’un Mutezilî yönetime karşı daha tutarlı ve daha radikal olduğunu ima etmeye çalışmaktadır. Burada dolaylı olarak anlatılmak istenen şudur: İbn Hanbel temelde, kendisini sultanın emirlerine itaate mecbur hissediyordu. Zünnûn ise, bu tür baskılar karşısında kendisini özgür hissediyordu. Aslında İbn Hanbel, imanla ilgili açıklamalarının birinde adil olsa da olmasa da sultanın sancağı altında sebat göstermenin imanın gereklerinden biri olduğunu belirtmişti.
Mutezile ile tasavvuf arasındaki çatışmaya sahne olan bir başka bölge ise IV./X. yüzyıl Şîraz’ıydı. Mutezilî edebiyatçı Muhassin et-Tenûhi’nin söylediğine göre bu şehirde binlerce sûfi vardı ve liderleri de İbn Hafîf el-Bağdâdî idi.
İbn Hafîf henüz genç bir delikanlıyken yaklaşık 300/900 yılında hazır bulunduğu, Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve Mutezile arasında Basra’da vuku bulan bir tartışmadan çok daha önceleri Mutezile ile temasa geçmişti. Burada el-Eş’arî kelam sahasındaki ustalığını ve hitabetteki maharetini sergilemişti. Bu da onun Mutezile’yi altettiği anlamına geliyordu. İbn Hafîf bu olaydan sonra, el-Eş’arî’nin öğrencisi olduğunu iddia etmiştir. Onun, el-Eş’arî’nin kelami görüşlerine ömür boyu sadık kaldığı, el-Bakıllânî (ö.403/1013) tarafından da doğrulanmıştır.
Bütün bunlardan dolayı, öğrencisi Ali ed-Deylemî’nin hazırladığı “Sîretü İbn Hafîf” adlı biyografide de açıkça görüldüğü üzere, İbn Hafîf’in Mutezile’ye karşı olumsuz bir tavrı vardı. O, bir ara Saffârî hükümdarı Amr b. el-Leys’e ders veren bir Mutezilî kelamcıyı alaya almıştı. Sözü edilen kelamcı, İbn Hafîf’in biyografisinde belirtildiğine göre, şerri irade edenin şeytan olduğunu öğretmekteydi. Buradan hareketle, onun, Mutezile’nin kulun cüz’î irade sahibi olduğu şeklindeki prensibi kabul ettiği ortaya çıkmaktaydı. Bunun sonucunda o, kötülüğü asla irade etmeyen Allah’ın adaletine inanmaktaydı. Amr’ın zekası sayesinde, eski hocasının doktrininin yanlışlığını kanıtlaması daha sonraları da dile getirilmiştir. O, ehl-i sünnet inancına sadık kalmış ve nihayetinde kelamcıların dövülmesini ve şehirden sürülmelerini emretmişti.
Büveyhî hanedanının Şii sultanı Adududdevle’nin (ö.372/982) -338/949-50 yılında Şîraz’a hakim olduğu kabul edilir- idaresi döneminde Fars’daki sûfilerin durumu daha da kötüye gitmiştir. Çünkü Büveyhî emiri Şiâ’ya sempati duyan ünlü Mutezilî kelamcıların etkisi altındaydı. Bağdat kadılarından biri olan Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed el-Fezârî, Şîraz’a gönderildi ve rivayete göre burada İbn Hafif’in müntesipleri için bir hankâh kurdu. Her ne kadar Adududdevle, el-Fezârî’ye kötü muamele ettiyse de sonunda onu kendi alanında serbest bıraktı. el-Fezârî, sultandan daha uzun bir hayat yaşadı. İbn Hafîf’in hayatının sonlarına doğru, Şîraz’da bir zalim ortaya çıktı ve bunun yaptığı haksızlıklar, ed-Deylemî’ye “Denekş Mihnesi” olarak haber verildi. Bu isim ed-Deylemî veya ona bilgi veren İbn Hafîf tarafından seçilmiş olmalıdır. Kasıtlı olarak yapılan bu ima yaklaşık 150 yıl önce sünni toplumun eziyet çektiği Mutezile mihnesine gönderme yapmaktaydı. Bu zalim Denekş, İbn Hafîf ile aynı dönemde yaşayan ve Errecân ile Ahvaz arasındaki Râmhürmüz bölgesine kadı olarak tayin edilen Bağdâdî, Ebu Tâlib Abdülaziz ed-Denekşî ile aynı kişi olmalıdır.