MUTEZİLE VE TASAVVUF - 2

Râmhürmüz halkının Mutezile inancını benimsediği rivayet edilir. ed-Denekşî, sûfilere aşırı nefret duyan ve bunu Nişvâr adlı eserinde anlattığı sûfilerle ilgili hikayelerde belli eden el -Muhassin et-Tenûhî’nin oğlunun arkadaşıdır. İbn Hafîf’in kölesi Abdurrahim, Sîre’de, Şîraz halkının ricası üzerine, İbn Hafîf’in beddua etmesiyle, Denekş’in nasıl kötü bir şekilde can verdiğini nakletmektedir.

Şîraz’ın hem Mâliki ve hem de Şâfii kadıları tarafından İbn Hafîf’le ilgili bir çok güzel olay anlatılmış ve ondan hadis rivayet edilmiştir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine mensup kadılar 372/982 yılına dek uzun bir süre Fars bölgesinin başkadılıklarında bulunmuşlardı. O tarihten itibaren bu görevi, Adududdevle tarafından Şîraz’a davet edilen Zâhirî fıkıhçı ve Mutezile kelamcısı olan bir şahıs üstlenmişti. Ebu İshâk eş-Şîrazî’nin Tabakâtü’l-fukahâ adlı eserinde el-Hüseyin, Adududdevle’nin idaresinde bulunan Fars, Irak ve diğer bölgelerin başkadısı olarak anılmaktadır. Bişr b. el-Hüseyin’in sûfilere karşı küçümseyici ve şaşkın tavrı açıkça ifade edilmiştir. et-Tenûhî’nin Nişvâr’ında sûfilerin Şîraz’daki üstünlüklerinden dolayı Bişr’in şikayette bulunduğunu okumaktayız.

et-Tenûhî, Bişr’in yönettiği ve taraflarla birlikte İbnü’s-Semmâk olarak da bilinen Mutezili mütekellim ve fakih Abdurrahman es-Sîrâfî’nin de hazır bulunduğu bir duruşmayı nakleder:

“Bir kadınla bir erkek sûfi davalarını Şîraz kadısı Ebu Sa’d Bişr b. el-Hüseyin ed-Dâvûdi’ye getirdiklerinde ben de Şîraz’da onunla birlikteydim. Bu tasavvuf hareketi bütün o bölgeyi kaplamıştı ve hiç kimse sûfilerin binlerce diye ifade edilen sayılarını bilmiyordu. Kadın, kocasına karşı, yardım etmesi için kadıya başvurmuştu. İçeriye çağrıldıklarında kadın şöyle dedi: “Ey kadı, bu benim kocam beni boşamak istiyor ama bu davranış ona yakışmıyor. Keşke onu caydırabilseniz.” Daha sonra, Ebu Sa’d bu konuşmayla ilgili olarak benim şaşkınlığımı artırmaya başladı ve olayın devamını sağlayarak sûfilerin durumunu bana gösterdi. Kadına şöyle dedi: “Neden bu durum ona yakışmıyormuş?” Kadın şöyle cevap verdi: “Çünkü biz evlendiğimizde onun bana karşı olan ilgisi devamlıydı. Fakat şimdi o bana olan ilgisinin bittiğini söylüyor. Ancak benim ona olan hislerim aynı şekilde devam ediyor. Onun bana olan ilgisinin son bulması gibi, benim ona olan ilgimin de sona ermesini sabırlı bir şekilde beklemek zorunda.” Sonra, Ebû Sa’d bana döndü ve şöyle dedi: “Bu meselenin hükmü hakkında ne dersin?” Ardından aralarında barışı sağladı ve onlar da boşanmadan oradan ayrıldılar.

Allah’ta fenâ olma anlayışı ve bununla bağlantılı olan terminoloji; ya da bir kimsenin asıl hedefe ulaşmak maksadıyla eğitici bir hazırlık olarak önce kendi eşinde fena bulması, et-Tenûhî’nin, kendisi de bir sûfi olup, kocasını mahkemeye veren sûfi kadının ağzından aktardığı sözler göz önüne alındığında, gülünç olarak yorumlanabilir. Bu olayda, belki de ruhsal gelişiminde kendisine ayak uyduramadığını düşündüğü karısına karşı kocanın sabrının tükendiği söylenebilir.

Adududdevle zamanında Mutezile kelamının iki önemli ekolü olan Behşemiyye ve İhşîdiyye’nin lider ve temsilcileri Büveyhî sarayında yapılan dini tartışmalara katılırlardı. Bu iki ekol arasında ciddi bir gerilim vardı. Bu durumu en açık şekilde yansıtan, Behşemiyye’nin ünlü polemikçisi Ebû Râşid Saîd en-Neysâbûrî’nin, İhşîdiyye’nin Bağdat’taki lideri el-Ehdeb’e yönelik olarak yaptığı tenkidlerdir. en-Neysâbûrî, Mesâil isimli eserinde el-Ehdeb’i, güya, Büveyhî sultanının Hıristiyan veziri Nasr b. Hârun’la işbirliği yapmakla suçlamıştır. Üstelik ed-Deylemî, Nasr b. Hârun’un İbn Hafîf’in kudsiyyetini kabul ettiğini söylemektedir. Bu bağlamda İbn Hafîf’in müntesiplerinden biri, sözü edilen vezirin, İbn Hafîf’in veli olduğuna inandığından dolayı ihtida
ettiğini belirten bir olayı nakletmektedir. Bu inanç, el-Ehdeb’in mensup olduğu ekol olan İbn İhşid’in öğretilerine dayanmaktadır. İbn İhşid, kerametin imkânını inkar etmeyen az sayıdaki Mutezililer’den biridir. Şayet Hıristyan vezirle İhşidî kelamcı el-Ehdeb arasındaki işbirliği iddiası doğru olsaydı vezir, Mutezile’nin başkadısı olan Bişr’e karşı muhalefetle ortak hareket ederdi. Bundan dolayı politikaların karmaşıklığı ile birlikte iki Mutezile ekolü arasındaki rekabet, İbn Hafîf ile Şîraz sûfilerinin, neden bazı hakim Mutezilî politikacıların temsilcileri tarafından korunurken, diğerleri tarafından zulme uğradıklarını açıklamaktadır.

Mutezilî edip et-Tenûhî’nin Nişvâru’l-muhâdara adlı eserinde, alay konusu edilen şeylerden biri de, Şîraz’daki tasavvuf hareketiydi. O özellikle, güvenilir bir topluluktan duyduğunu iddia ettiği bir rivayete dayanarak İbn Hafîf’e saldırıyordu:

“Onlar bana, adının İbn Hafîf el-Bağdâdî olduğunu söyledikleri bir adamın Şîraz’da bulunduğunu ve onunla buluştuklarını söylediler. Bu adam gelişigüzel konuşuyor, şeytânî vesveselerden bahsediyor ve binlerce kişi onun meclisine gidiyormuş. Ayrıca çevik, akıllı ve zekiymiş. Özellikle insanlar arasında zayıf olanları kendi yoluna gelmeleri için kandırıyormuş.”

Rivayetin sonlarına doğru, et-Tenûhî, İbn Hafîf’i, müridlerinden birinin cenaze töreninden sonra, erkek müridlerini kadın müridleriyle cinsel ilişkiye girmeleri için teşvik etmekle suçlar. et- Tenûhî bu bilgiyi sûfi terminolojisiyle ilgili olarak yaptığı bir açıklama esnasında verir. İbn Hafîf’in, kocası yeni ölmüş olan bir kadın sûfiye söylediği sözler dönemin tasavvufi söylemine örnek olarak sunulabilir. et-Tenûhî’nin açıkladığı ilk terim, İbn Hafîf’in kadına sorduğu şu soruda yer alan “gayr”dır: “Hâhunâ gayr?” et-Tenûhî bu ifadeyi “bizim yolumuza karşı çıkan kimse var mı?” şeklinde tercüme eder. Daha sonra İbn Hafîf’in bir kadından ısrarla kendi erkek müridleriyle birlikte bir gece geçirmesini istemesi vesilesiyle ikinci bir soru nakledilir: “Üzüntülerin belalarına ve elemlerin acılarına ruhlarla birlikte direnmek ne güzel! Işıkların buluşması, ruhların saflaşması, haleflerin doğumu ve rahmetin inişini sağlayacak olan imtizâcdan(kaynaşma) niçin kaçınmak zorunda olalım ki?” Bu cümlelerden et-Tenûhî’nin teknik terimler olarak seçip ayırdığı bazı terimler şöyle açıklanır:

“İmtizâc= cinsel münasebet,
ışıkların buluşması= inançlarına göre
herkes bir ışıkla donatılmıştır, ihlâfât= yani her biri kocası ölmüş veya
kaybolmuş olsa bile bir halefe sahip olmak zorundadır.”

et-Tenûhî, bu seksüel karmaşa iddiasıyla artık kalıplaşmış olan, sapık insanların, kendi karılarını mensubu bulundukları grubun üyelerine peşkeş çektikleri tarzındaki önyargıyı sürdürmektedir. Bundan dolayı et-Tenûhî’nin bu hikayeyi nakletmekten maksadı, okuyucuyu bilgilendirmekten ziyade, Sünnî inanca sadakati herkesçe bilinen İbn Hafîf’i bir ibâhî olarak tanıtmaktır. et-Tenûhî rivayetin sonunda iddia edilen bu olaydan dolayı çok şaşırdığını ve eğer haberi kendisine ulaştıran ravilerin güvenilir kimseler olduklarını bilmese bunu nakletmeyeceğini söyler.

et-Tenûhî kendi kaba mizah anlayışına hedef olarak özellikle Bağdatlı sûfileri seçer. Nişvâr’da Ebûbekir eş-Şiblî (ö.334/945) ile ilgili iki hikaye vardır. Bunlardan birincisi daha uzun bir başka hikayenin tamamlayıcısı durumundadır. Burada, kızgın yağın kendi vücuduna zarar vermeyeceğini iddia eden ve bunu ispatlamaya çalışan sahte bir velinin aslında bir şarlatan olduğu anlatılır. et-Tenûhî’nin iddiasına göre, Ebu’t-Tayyib b. Herseme adındaki râvi Şiblî’yi, içinde faluzec (bir tür muhallebi) bulunan kaynar bir kazana elini daldırıp çıkarırken görmüştür. Şiblî’nin çıplak elinin kazana daldırıp peşpeşe birkaç avuç dolusu faluzec çıkardığı belirtilmektedir. Bu esnada orada bulunan sûfilerden biri hayretle Şiblî’ye şöyle haykırmıştır: “Yazık sana! Dikkat et elinde bir yüksük var, yoksa senin boğazın su deposu mu?” Bu, şeyhin kendisini iğreti araçlarla koruduğuna dair onun zihnindeki şüphenin iması da olabilir. Bu söz biraz da alaylıdır. Zira bir insanın zarar görmeksizin ateşe maruz kalması mümkün değildir. Burada aynı zamanda Şiblî’ye karşı bir kurnazlık da söz konusudur. Bu hikaye Mutezile’nin keramet karşısındaki olumsuz tavrını da yansıtmaktadır.

İkinci hikaye kerametle ilgilidir ve burada Şiblî’ye isnad edilen şaşırtıcı fiiller vardır. et-Tenûhî bu tür fiillerden birini vezir el-Muhallebî’den işittiğini söylemektedir. el-Muhallebî bir defasında Bağdat sokaklarında dolaşırken, etrafında insanların toplandığı bir adamı, yerde bitkin bir halde uzanmış olarak gördüğünü belirtir. Bu adamın Şibli olduğu kendisine söylenir. Bir kaç dakika önce bir herîse (keşkek) satıcısı oradan geçerken şöyle seslenmiş: “Daha ne kadar günah işleyeceksin?” Bunun üzerine Şiblî kendinden geçmiş. Ardından bir feryad koparıp bilinçsiz bir şekilde yere yığılmış. el-Muhallebî, kendi kendine Şiblî’nin cehaletini düşünerek yürürken bir sûfiyle karşılaşmış ve olanları ona anlatmış. Sûfiye şöyle demiş: “Yazıklar olsun! Şiblî’nin bir çığlık atıp vecde gelmesinin sebebi nedir?” Sûfi şöyle cevap vermiş:

“O, Allah’ın kendisiyle satıcının dili vasıtasıyle konuştuğuna (hitap ettiğine) inanıyor.” el-Muhallebi şöyle demiş: “Bu çok şaşırtıcı. Eğer başka bir herîse satıcısı daha olsaydı ve o da “daha ne kadar günah işleyeceksin” diye sorsaydı bunlardan hangisi Allah’ın kelamı olacaktı?” Sûfi şöyle demiş: “Buna ancak o cevap verebilir.”

Burada, Şiblî’nin haklı olarak ünlenmesine neden olan vecd halindeki sözlerine karşı bu hikayede eleştiri de vardır. Bu da şunu göstermektedir ki eğer Şiblî’nin tavrını açıklamak üzere hikayedeki muhakeme bir sûfi tarafından ortaya konsaydı, bu onların iki tanrının varlığına inandıkları şeklinde yorumlanabilirdi. et-Tenûhî’nin, Şiblî’nin vecdini reddedişi Mutezilî epistemolojisinin terimleriyle açıklanabilir: “Allah hakkındaki bilgi, ilham veya vecdle elde edilemez. Ancak muhakeme ve istidlal ile elde edilebilir”.

Diğer hikayeler arasında, et-Tenûhî’nin Bağdatlı sûfilerle ilgili nakilleri vardır. Bunlardan birinde Ahmed b. Muhammed el-Medâinî adında birinin, sûfiler arasında onları şaşırtmak amacıyla soytarılık yaptığı anlatılmaktadır. el-Medâinî naklediyor:

“Bir defasında ben, Bağdat’ın Medine Camii’nde bir sûfi halkasının önünde duruyordum. Bu sırada onlar rastgele konulardan, havâtır, hevâcis ve vesveseden bahsediyorlardı. Ne dediklerini anlamıyordum. Aklıma onlarla alay etmek geldi ve şöyle dedim:

“Ey şeyh! Bir soru sorabilir miyim?” Şeyh şöyle dedi: “Sor bakalım.” Ben de sordum: “Madem ki bu sahada sen bir uzmansın, söyle o zaman, sen Allah’ın iradesi altındayken senin tepende bir çatlak oluşur mu? Sen Allah’ın ipine yapışmış durumdayken, hiçbir şey senin vasıflarına zarar verebilir mi?” Şeyhin etrafına toplanmış olanlar bunun ciddi bir soru olduğunu sandılar ve en uygun cevabı bulmak için tartışmaya başladılar. Fakat şeyh, benim kendileriyle alay ettiğimi anladı. Bana zarar verebileceklerinden korktuğum için oradan kaçtım.”

“Sen Allah’ın iradesi altındayken tepende bir çatlak oluşur mu?” sorusu öyle görünüyor ki, sûfilerin, Sünnî müslümanların da benimsediği kader anlayışı ile alay etmek için sorulmuştur. Burada, ayrıca, aynı zamanda, ciddi bir soruyla alaylı bir soru arasındaki farkı ayırdedemeyecek kadar aptal olmakla itham edilen sûfilerle alay edilmektedir. İbn Hafîf’le ilgili hikayede şeyhin aklen zayıf insanları kendi yoluna çektiği söylendiği gibi, şeyh burada zeki biri olarak takdim edilmektedir. Her iki hikayede vurgulanmak istenen, tasavvuf şeyhlerinin tam anlamıyla birer şarlatan olduklarıdır.

et-Tenûhî’ye ait bir çok hikayede oldukça olumsuz bir figür olarak tasvir edilen Hallâc’la karşılaşmaktayız. Bunlardan birinde Hallâc’a atfedilen, yanına yiyecek almaksızın bir aylık bir yola çıktığı tarzındaki keramet, aldatmaca olmakla itham edilir.

Başka bir hikayede et-Tenûhî Hallâc’ı şiileri kendisine inanmaları için nasıl ayartacağını düşünüp duran biri olarak tasvir edilir. Hallâc’ın, Şii kelamcı Ebû Sehl en-Nevbahtî’yi yeni bir taraftar olarak elde etmeye çalıştığı söylenmiştir. Fakat en-Nevbahtî’nin sadece inanıyormuş gibi yaptığını anlayan Hallâc bu fikrinden vazgeçmişti. en-Nevbahtî, kelliğinin giderilmesi için Hallâc’dan keramet gücünü kullanmasını istemişti. Fakat aynı zamanda kendisine hiçbir zaman inanmamış olduğu da ortaya çıkmıştı. Bu hikaye Hallâc’ın farklı gruplara mensup birçok insana arzu ettikleri belli bir şeyi yerine getireceğine dair söz verdiği şeklinde bir iddiayla son bulmaktadır. Taraftar kazanmak için yapılan bu tarz girişimler yine kandırma ve aldatma olarak nitelendirilmiştir.

et-Tenûhî, Hallâc’ın mahkumiyetiyle sonuçlanan yargılama esnasında cereyan eden olaylarla ilgili bilgi de verir. Taraftarlarından Hallâc’a gelen, iddiaya göre, Allah’a veya Hz. Peygamber’e atıfta bulunulan başlıklarla hitap eden mektupları Hallac’ın reddettiğini belirtir. Yine iddia edildiğine göre, Hallâc, Hac ibadetini fiziksel olarak yerine getirmeye gücü yetmeyen müslümanların bunun yerine sembolik bir hac yapmalarına izin verilmesi fikrini ileri sürmüştü. et-Tenûhî, Hallâc’la alakalı olarak, iki ünlü fakihin verdiği birbiriyle çelişen fetvaları iktibas eder. O, fetvalardan daha sert olanın benimsendiğini belirtir.

Bu hikaye, Hallâc’ın takipçilerinin (Hallâciyye) güya, onun yerine bir başkasının öldürüldüğüne ve Hallâc’ın gelecek bir zamanda tekrar geri geleceğine inandıklarını vurgulayan bir bahisle sona erer. et-Tenûhî bu inancı ahmaklık olarak nitelendirir.

et-Tenûhî, Mutezile Ebû Ali el-Cübbâî ile Hallâc arasında münasebet olduğunu ileri süren bir başka hikayeyi daha nakleder. Verilen örnekte Hallâc, bu Mutezilî liderin üzerinde etkili olan bir düzenbaz olarak takdim edilir. et-Tenûhî, Ahvaz ve buraya komşu olan bölgelerdeki insanların Hallâc tarafından “kudret dirhemleri”(?) ve çeşitli turfanda yiyeceklerle nasıl kandırıldıklarını açıklamaya koyulur. el-Cübbâî’nin bu olanları duyduktan sonra, talebelerini Hallâc’ın hokkabazlıklarına maruz kalma ihtimaline karşı hazırlıklı olmaları için uyardığı söylenir. Bunun sonucunda Hallâc’ın Ahvaz’dan ayrıldığı rivayet edilir.

Bir başka hikayede et-Tenûhî Hallâc’ın yazdığı eserlerdeki metodunu “deli saçmalıklarına uygun olarak, sûfilerin yolunun takip edilmesi” tarzında vasıflandırır. Bununla birlikte, et-Tenûhî istemeyerek de olsa, Hallâc’ın anlaşılır şeyler söylediğini, yazdıklarının çekici şeyler olduğunu ve telaffuzunun da akıllıca olduğunu belirtmek zorunda kalır. et-Tenûhî, bir taraftan da Tüster’de Hallâc’ın oğullarından birinin etrafında toplandıkları söylenen Hallâc’ın takipçileriyle alay etmeye girişir.

et-Tenûhî’ye göre onlar, Hallâc’ın sahip olduğu ilahi özelliklerin sonradan oğluna geçtiğine inanmaktaydılar. Yine aynı hikayede, bu bölgede bulunan gruplardan birine mensup olan bir sûfinin Hz. Muhammed’in ruhunun kendi bedenine girdiğine inanmakta olduğu anlatılır. Bu hikayede dikkat çeken husus Allah’ın veya Peygamber’in ruhunun seçilmiş bir insana hulûl edebileceğinin inkarıdır. İddialarında bu mantıksal çelişkiyi öne çıkarmak suretiyle, Hallâciyye, akıl dışı inançlara sahip ve dalalete düşmüş olmakla itham edilmiştir.

et-Tenûhî’nin alay ettiği diğer bir sûfi de Bağdatlı Ruveym b. Ahmed’dir. O, Cafer el-Huldî’nin bu sûfi hakkında verdiği hükmü nakleder: “O öyle bir kimsedir ki sırrını açmak isteyen ona gitsin. Çünkü o, aşkını bu dünyadan 40 yıl gizli tuttu.” Bu, Ruveym’in nispeten daha düşük bir seviyeden Bağdat’ın başkadısı İsmail b. İshâk’ın vekili konumuna yükselmesini ima etmektedir.

Ruveym’in bu konum değiştirmesi olayı bazı sûfi arkadaşlarının eleştirisine yol açmıştır. Abdullah Ensârî’ye göre, her ne kadar zahiri seviyesi değişse de bu durum büyük bir mürâi olan Ruveym’in batınını hiçbir şekilde etkilememiştir.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP