Felsefede Romantiklik - 2
|
Bu gibi sistemlerin aklın saldırışlarına dayanmayacaklarına ayrıca açıklamaya lüzum yoktur. Nitekim akıl araçlarıyla (yani kavramlarla)kurulmuş olan bu destanlar, ortaya atıldıktan pek az sonra, türklü yönlerden gelen saldırılarla yıkılıp gitmişlerdir. Onun için, bu gibi öğretilerin bir daha gelmeyeceğine inananlar çoktur. Acaba bu inanç yerinde midir?
Alman idealistleri, düşünüp alanında egemen durumda iken felsefede yalnız başlarına hüküm sürmüyorlardı. Onların karşısında Fransızcıları, bilimci olduğunu iddia eden pozitivizmi gelişiyordu. Almanlar öznelliği temsil ederken, Fransızlar nesnelliği temsil ediyorlardı. Öte yandan, Schopenhauer, Kant'a daha gerçek bir şekilde dayanarak ve Kant'ı başka türlü ileriye götürerek, onlara karşı çok sert bir olumsuz cephe almaktaydı. Buna benzer durumlar sonraları da görülmüştür. Yeni Kant'çılık, Pozitivizm, Erimcilik gibi rasyonel sistem ve öğretilerin karşısında da, insan varlığını, onun duyduğu "endişe"yi merkeze alan türl "existence" felselefeleri çıkmıştır.
Ancak bunların romantik olduklarını öne sürmeden önce, böyle olmak için gerekli koşulları yerine getirip getirmediklerini incelemeliyiz.
a) Bergson'culuk: Bergson, son yüzyılın Fransız nesir yazarları arasında şerefli bir yer tutmaktadır; onun için, kanaat vermeden önce insanı kendi görüşlerine, üsturubun sihri sayesinde sürükler. Acaba sürükledikten başka kanaat da verir mi? Yoksa yalnız sürükler mi? Bu nokta aydınlatılınca onun da romantik olup olmadığı meydana çıkmış olur. Bu hususta bir tek örnek almamız yeter. Bergson, felsefesinde çok önemli bir yer tutan "sezgi"yi nasıl tanımlıyor? Biraz yakından bakınca görüyoruz ki, onda sezginin birbirinden ayrı, birbirine indirgenemez -hatta bazıları birbiriyle çelişik- beş tanımı var: Sezgi, bir kere zekanın karşıtı fakat içgüdüden ayrı, bir kere içgüdünün ta kendisi, bir kere zekadan ayrı değl, onun alt tabakası ilh.oluyor. Bildiren, öğreten bir düşüncede temel koşullardan biri, kullanılan kavramların tanamında karışıklık olmamasıdır. Bu olunca o, gerçek anlamda bir "öğreti" olamaz. İmdi, sezgi kavramı dediğimiz gibi, bu felsefenin temel taşlarındandır, ve burada tespit ettiğimiz tutarsızlığın eşleri, başka kavramlarda da, örneğin 'sonsuz'da da gösterilebiliyor. O halde bitün öğreti tutarsızdır, yani gerçekten bir öğreti değil demektir. Bergson'culuk, bir yandan öğretici bir düşünüş bütününden beklenen tutarlılığı olmadığına, öte yandan üslubunun büyüsü ile insanları sürüklediğine, üstelik psikolojinin banal hakikatlerini (yahut hatalarını) tantanalı bir dille büyüterek ifade ettiğine göre, romantiktir. (Esasen bir Fransız düşünü, Bergsoncu'luğu anlatan bir eserine: Romantik bir felsefe" başlığını vermiştir)
b)Varoluş felsefeleri: Bu felsefeler, daha ilk adımlarını atarken, tutarlılığı, sistemliliği yapmalık diye yadsımakla büyük bir öznellik öğesini : romantik öğeyi, işin içine katmışlardır. Fakat daha önemlisi: Bunlar insanın ne olduğunu, mantıklı bir zincirleme içinde anlatmak değil, telkin etmek isterler; onun için de rasyonel öğretiden uzak, edebiyata, şiire yakın düşerler. Bu hallerini açık bir şekilde ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Bir tanesini alalım: Martin Heidegger, "Metafizik nedir?" adlı küçük, fakat kendince önemli yazısının bir yerinde şöyle der: "Var-olan araştırılacak ve başka hiç birşey araştırılmayacak... Bu hiç nasıl birşeydir?... Korku, bu hiç'i meydana kor... Bu hiç hiçiyor..."
Birinci cümledeki hiç, yalnız ve yalnız var-olanın araştırılacağını söylemek için konmuştur; fakat biraz sonra görüyoruz ki bu hiç, bir varlık oluvermiş! Hem de birşey yapan, hiçen bir hiç! Bir kere, sınır ifade eden bir sözcükten başka birşey olmayan hiç'ten, var-olan ve iş gören, korku tarafından meydana konan bir hiç'e geçiliyor. Bize bir şeyi öğretecek, haber verecek bir söz yahut yazının uymak zorunda bulunduğu en basit mantık kuralı burada çiğneniyor. Sonra, hiçmek ne demektir? Hiçe saymak değil, hiçe indirgemek değil, yok etmek değil... Yani bu hiçmek kavramı (!) düşünce kategorilerimizin hiçbirine tekabül etmiyor. Peki ne yapıyor? Hiçmek sözcüğünün içinde hiç kökü var; hiçmeği anlamıyoruz ama, onu duynca hiç kökünün yüzünden içimizde bir takım imajlar belki de duygular beliriyor. İşte hiçmek'in ödevi, bizde uyanan bu imajlar, bu duygular sayesinde bir şeyi telkin etmek -tıpkı şiir gibi telkin etmektir.
"Varoluş" felsefeleri, öte yandan, ta eski zamanlardan, ilk Hiristiyanlıktan, Augustinus'tan beri bilinen, tanılan, hatta analizi yapılmış olan bir ruh halini, onunla orantılı olmayan bir zenginlikle ifade ettilerinden, denebilir ki, bunlar da romantiktirler.
Dar anlamda romantik çağ çoktan kanmıştır. Fakat geniş anlamda romantiklik, hep yaşanmaktadır. İnsanlığın ana niteliklerinden biri gibi görünen bu hal, kendini felsefe'de eskiden göstermiş olduğu gibi şimdi de göstermektedir. Bu ne bir mutluluk ne de bir felakettir; olduğu gibi alınacak bir olaydır. Ancak bir tek noktaya dikkat etmek gerekir: felsefe, ta Platon, Aristoteles gibi düşünürlerden beri, bilgi, hem de çok kere bilgilerin en üstünü sayılmıştır. Oysa felsefe vardır, felsefe var: Bir uçta salt bilgi eleştirmesi olan felsefe, öbür uçta salt telkin eden, yahut filozofun sadece ruh halini açığa vuran felsefe -romantik felsefe- var. Felsefede bilgi arıyorsak, birinci türtden olanlara başvurmalıyız. Bu iş için ikincilere başvurursak, yanılırız. Hem yanılmakla da kalmaz, onları gerçek bilgi, belki de en yüksek bilgi saydığımızdan, asıl gerçek bilgi ile karşı karşıya gelince onu küçük görür, onun düşmanı oluruz. Yoksa romantik felsefenin özü bilindikten ve ona göre davranıldıktan sonra, ondan hiçbir zarar gelmez, tersine, ruhumuzu heyecanlandırmak bakımından bazı hallerde faydalı da olabilir, yeter ki Kant'tan daha ileriye giderek, bilgi ile ilgisi olmayan bu felsefe ile, bilgiye sıkı sıkıya bağlı olan felsefe biribirine karıştırılmasın.
Alman idealistleri, düşünüp alanında egemen durumda iken felsefede yalnız başlarına hüküm sürmüyorlardı. Onların karşısında Fransızcıları, bilimci olduğunu iddia eden pozitivizmi gelişiyordu. Almanlar öznelliği temsil ederken, Fransızlar nesnelliği temsil ediyorlardı. Öte yandan, Schopenhauer, Kant'a daha gerçek bir şekilde dayanarak ve Kant'ı başka türlü ileriye götürerek, onlara karşı çok sert bir olumsuz cephe almaktaydı. Buna benzer durumlar sonraları da görülmüştür. Yeni Kant'çılık, Pozitivizm, Erimcilik gibi rasyonel sistem ve öğretilerin karşısında da, insan varlığını, onun duyduğu "endişe"yi merkeze alan türl "existence" felselefeleri çıkmıştır.
Ancak bunların romantik olduklarını öne sürmeden önce, böyle olmak için gerekli koşulları yerine getirip getirmediklerini incelemeliyiz.
a) Bergson'culuk: Bergson, son yüzyılın Fransız nesir yazarları arasında şerefli bir yer tutmaktadır; onun için, kanaat vermeden önce insanı kendi görüşlerine, üsturubun sihri sayesinde sürükler. Acaba sürükledikten başka kanaat da verir mi? Yoksa yalnız sürükler mi? Bu nokta aydınlatılınca onun da romantik olup olmadığı meydana çıkmış olur. Bu hususta bir tek örnek almamız yeter. Bergson, felsefesinde çok önemli bir yer tutan "sezgi"yi nasıl tanımlıyor? Biraz yakından bakınca görüyoruz ki, onda sezginin birbirinden ayrı, birbirine indirgenemez -hatta bazıları birbiriyle çelişik- beş tanımı var: Sezgi, bir kere zekanın karşıtı fakat içgüdüden ayrı, bir kere içgüdünün ta kendisi, bir kere zekadan ayrı değl, onun alt tabakası ilh.oluyor. Bildiren, öğreten bir düşüncede temel koşullardan biri, kullanılan kavramların tanamında karışıklık olmamasıdır. Bu olunca o, gerçek anlamda bir "öğreti" olamaz. İmdi, sezgi kavramı dediğimiz gibi, bu felsefenin temel taşlarındandır, ve burada tespit ettiğimiz tutarsızlığın eşleri, başka kavramlarda da, örneğin 'sonsuz'da da gösterilebiliyor. O halde bitün öğreti tutarsızdır, yani gerçekten bir öğreti değil demektir. Bergson'culuk, bir yandan öğretici bir düşünüş bütününden beklenen tutarlılığı olmadığına, öte yandan üslubunun büyüsü ile insanları sürüklediğine, üstelik psikolojinin banal hakikatlerini (yahut hatalarını) tantanalı bir dille büyüterek ifade ettiğine göre, romantiktir. (Esasen bir Fransız düşünü, Bergsoncu'luğu anlatan bir eserine: Romantik bir felsefe" başlığını vermiştir)
b)Varoluş felsefeleri: Bu felsefeler, daha ilk adımlarını atarken, tutarlılığı, sistemliliği yapmalık diye yadsımakla büyük bir öznellik öğesini : romantik öğeyi, işin içine katmışlardır. Fakat daha önemlisi: Bunlar insanın ne olduğunu, mantıklı bir zincirleme içinde anlatmak değil, telkin etmek isterler; onun için de rasyonel öğretiden uzak, edebiyata, şiire yakın düşerler. Bu hallerini açık bir şekilde ortaya koyan pek çok örnek verilebilir. Bir tanesini alalım: Martin Heidegger, "Metafizik nedir?" adlı küçük, fakat kendince önemli yazısının bir yerinde şöyle der: "Var-olan araştırılacak ve başka hiç birşey araştırılmayacak... Bu hiç nasıl birşeydir?... Korku, bu hiç'i meydana kor... Bu hiç hiçiyor..."
Birinci cümledeki hiç, yalnız ve yalnız var-olanın araştırılacağını söylemek için konmuştur; fakat biraz sonra görüyoruz ki bu hiç, bir varlık oluvermiş! Hem de birşey yapan, hiçen bir hiç! Bir kere, sınır ifade eden bir sözcükten başka birşey olmayan hiç'ten, var-olan ve iş gören, korku tarafından meydana konan bir hiç'e geçiliyor. Bize bir şeyi öğretecek, haber verecek bir söz yahut yazının uymak zorunda bulunduğu en basit mantık kuralı burada çiğneniyor. Sonra, hiçmek ne demektir? Hiçe saymak değil, hiçe indirgemek değil, yok etmek değil... Yani bu hiçmek kavramı (!) düşünce kategorilerimizin hiçbirine tekabül etmiyor. Peki ne yapıyor? Hiçmek sözcüğünün içinde hiç kökü var; hiçmeği anlamıyoruz ama, onu duynca hiç kökünün yüzünden içimizde bir takım imajlar belki de duygular beliriyor. İşte hiçmek'in ödevi, bizde uyanan bu imajlar, bu duygular sayesinde bir şeyi telkin etmek -tıpkı şiir gibi telkin etmektir.
"Varoluş" felsefeleri, öte yandan, ta eski zamanlardan, ilk Hiristiyanlıktan, Augustinus'tan beri bilinen, tanılan, hatta analizi yapılmış olan bir ruh halini, onunla orantılı olmayan bir zenginlikle ifade ettilerinden, denebilir ki, bunlar da romantiktirler.
Dar anlamda romantik çağ çoktan kanmıştır. Fakat geniş anlamda romantiklik, hep yaşanmaktadır. İnsanlığın ana niteliklerinden biri gibi görünen bu hal, kendini felsefe'de eskiden göstermiş olduğu gibi şimdi de göstermektedir. Bu ne bir mutluluk ne de bir felakettir; olduğu gibi alınacak bir olaydır. Ancak bir tek noktaya dikkat etmek gerekir: felsefe, ta Platon, Aristoteles gibi düşünürlerden beri, bilgi, hem de çok kere bilgilerin en üstünü sayılmıştır. Oysa felsefe vardır, felsefe var: Bir uçta salt bilgi eleştirmesi olan felsefe, öbür uçta salt telkin eden, yahut filozofun sadece ruh halini açığa vuran felsefe -romantik felsefe- var. Felsefede bilgi arıyorsak, birinci türtden olanlara başvurmalıyız. Bu iş için ikincilere başvurursak, yanılırız. Hem yanılmakla da kalmaz, onları gerçek bilgi, belki de en yüksek bilgi saydığımızdan, asıl gerçek bilgi ile karşı karşıya gelince onu küçük görür, onun düşmanı oluruz. Yoksa romantik felsefenin özü bilindikten ve ona göre davranıldıktan sonra, ondan hiçbir zarar gelmez, tersine, ruhumuzu heyecanlandırmak bakımından bazı hallerde faydalı da olabilir, yeter ki Kant'tan daha ileriye giderek, bilgi ile ilgisi olmayan bu felsefe ile, bilgiye sıkı sıkıya bağlı olan felsefe biribirine karıştırılmasın.