Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 2

Osmanlı’da modern bilimin doğmadığı ve olmadığı, Osmanlı’nın kendi içsel bilim tarihini incelemekle de anlaşılabileceği gibi, daha kesin bir yol, dünya bilim tarihi yazılı standart kitaplarının ve bunların endekslerinin taranmasıdır. Görülecektir ki, modem bilime katkısı olan bir Osmanlı ya da Türk ismi yoktur. Bunu bir ırkçılık, bir anti-Türk tutum saymamak gerekir. Çünkü, böyle bir isim veya katkı gerçekten yoktur. Hatta Modern Çağda, artık, üzerinde çok durulan Arap ya da İslam Bilimine ilişkin referanslar da, Çin Hint veya Kolomb-öncesi Amerikan medeniyetleri gibi dipnotlara indirgenmektedir. Dipnotlar derken bir küçümseme ifadesi olduğu sanılmasın. Çünkü, sayı­lan medeniyetlerin modem çağ öncesi ne denli başanlı bir performans gösterdiklerini, yine Batılı tarihçiler ortaya koymaktadırlar. Çin-Hint medeniyetleri çok bilinen örneklerdir; yenilerde Kolomb-öncesi Amerikan toplumları yani Aztek, Maya, Ölmek, İnka uygarlıktarı da deşifre edilmeğe başlanmış ve ilgi çekici sonuçlarla karşılaşılmıştır. Söz konusu olan, sanayi toplumuna geçebilecek bir bilim ve teknoloji bazı oluşturabilmektir. Diyelim ki, evrensel bilim tarihi değil, Osmanlı’nın kendi içsel düşün tarihinde araştırmaları yoğunlaştırıp, 17. yy’da temel bilimler alanında, gerçek anlamda özgün bir katkı bulundu. Bu ne ifade eder? Kişisel bir başarının iç ve dış dünyayla hiçbir bilimsel iletişim kurmadan, bulunduğu toplumu hiç etkilemeden, tarihin tozlu raflarında kaldığını gösterir ki, temel sorun da budur (7).

Gerçi, Batı’da pek çok buluş, teori ve bilim adamı, bir yerlerde unutulup kalmıştır (8). Ama kendileri unutulmayan ve toplumu etkileyen pek çok insan ve buluş ise modern bilimlerin temel taşlarını oluşturuyor. Esas meselenin iki cephesi vardır: İstatistik olarak, her toplumda, biyolojik anlamda yeterli miktarda potansiyel bilim (beyin, zihinsel yetenek) adamı mevcuttur ancak, bazı toplumlarda, kritik sayıda insan tarafından, yeterli bilimsel çalışmalar yapılmış veya buna imkan verilmiştir. İkincisi ise, toplumlar, geç ve zorda olsa, bu insanları ve çalışmalarını (teorilerini, icatlarını, deney sonuçları­nı) kabul ederek, esasında talep ederek, değişim süreçlerine girebilmişlerdir.

Önemli olan bilim ve teknoloji sistemi ile toplumun diğer alt-sistemlerinin etkileşim halinde olabilmesidir. Osmanlı’da, isterseniz geleneksel Türk toplumunda deyin, eksik olan bu etkileşim, toplumun alıcı (receptive) olmayışıdır. Bilim olmadığı için mi ‘alıcı’ olamamıştır yoksa alıcılık eksikliği mi bilimlerin ortaya çıkmasını bir şekilde etkilemiştir? Sadece Osmanlı uleması değil, ordusu, donanması, tüccarı, çiftçisi ve Sarayı da alıcı değildir. Alıcılık, “yenilik talebi” , tabiatı ve toplumu sorgulama yetisi, bilimsel “şüphecilik”, sadece, bilimsel sonuçların bilim toplumunda kabul görmesi ve eski düşüncenin ve teorilerin yerini alması şeklinde de algılanmamalıdır. Alıcılık, baş­ka bir anlamda, bilim sonuçlarının pratik kullanımlara dönüştürülebilmesi yeteneğidir ki, üretimden, toplumdan bir teknoloji talebi getirir; daha iyi bir hayat olabileceği, bunun gelecekte gerçekleşebileceği şeklinde, dinamik toplum “beklentisi” mevcut olmalıdır. Eğer bir toplumda, daha iyi bir hayatın geç­mişte kaldığı, eskiye dönerek daha mutlu olunacağı kanaati yer etmişse, her yenilik, her ileriye atılım, toplumu “eski” (ancient) den ayırıp, geleceğe yani fenaya götürmektedir. Bu tür toplumlara tutucu, “muhafazakar” diyoruz; daha teknik ifadesiyle, yukanda belirttiğimiz “homeostatik” toplum karakteri. Bazı iktisatçılar, bu özelliklerin, “Asya Tipi Üretim Tarzı”, “Oriental Despotizm”, “Sulamacı = Hidrolik Toplum” vb. kavramlar etrafında incelemişlerdir (9). Acaba, Osmanlı bu kavramlarla mı ifade edilmelidir? BD esnasında, yavaşça ortaya çıkan bilim ve teknoloji etkileşiminin (feedback) Osmanli’da görülememesi daha özel bir faktöre mi bağlıdır? Bunlara daha yakından bakalım.

II , OSMANLI’DA BİLİM VE TEKNOLOJİ

Osmanlı’da müspet bilimin doğmaması veya yaşayamaması hakkındaki görüşlere geçmeden önce, bilim adına mevcut olan unsurları görmeye çalış­mak ve bazı tespitler yapmak daha uygun olacaktır. Bu toplumda, ne kadar ve hangi nitelikte bir “Bilim” unsuru mevcuttu? Bilim tarihimizin klasik eserlerinden birisi A. Adnan Adıvar’ın “Osmanlı Türklerinde İlim”dir. Bu kitaba göre, Avrupa'da Rönesans Dönemine rastlayan, “Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan (1299) Fatih’in tahta çıkmasına (1451) kadar geçen bir buçuk yüzyıllık bir sürede... müspet bilimler, Osmanlı Tüıkleri arasında özel bir mevkie sahip olamamış, fakat kelam, mantık, fıkıh, evvelce Selçuklular medreselerinde olduğu gibi, okutulmakta bulunmuştur.” (Adıvar; 1982;31) Fatih’in bir Rönesans “Prensi” gibi davrandığı ve belki onlardan birisi sayılması gerektiği tartışılabilir. (Küçük, 1987, passim) Mehmet Il’nin, zamanında, Uluğ Bey’in Semerkant’ta öğrencisi (Özbek!) Ali Kuşçu gibi bir astronomu, Sinan Paşa gibi matematikçileri himaye ettiği bilinmektedir. Ancak bu ve benzeri kişiler genel bilim tarihi içinde önemli şahsiyetler arasına giremiyorlar ve Avrupa’ya ya da Akdeniz’deki diğer Hıristiyan toplumlarına paralel bir “kültürel canlanma” doğuramıyorlar. “Türk Rönesansı” , eğer böyle bir akım doğabilecek idiyse, bu da tartışılabilir, Fatih’in oğlu, tutucu Beyazıt II tarafından, babasının ölümüyle birlikte, bertaraf ediliyor. Acaba, Şehzade Cem tahta geçseydi ne olurdu? Bu spekülasyonları başkalarına ve başka zamanlara bı­rakalım.

Yükseliş dönemine girildiğinde Adıvar, “Türkiye’de XVI. Yüzyıla kadar ilmi düşüncenin pek ağır geliştiğinden” bahsederek (Adıvar, 1982;58), bu “ağırlığın, XVII. Yüzyılın yarısında daha çok belirdiğini...” ifade etmektedir.

“Gerçekten bu yılların yazmalarında, artık Avrupa’da beliren modern ilmi... düşünce hareketinden eser bile görülmez... medreselerde yavaş yavaş akli ve müspet ilimler itibardan düşmüş ve dersler daha ziyade fıkıh alanı içine kapanmıştı. Matematik, astronomi, felsefe gibi dersler, her ne kadar tamamiyle ortadan kalkmış değilse de, herhalde ikinci planda kalmıştır.” (Adıvar, 1982;126) İşte, bu dönemde, Avrupa’da Bilim Devriminin bütün sonuçlarıyla yaşandığını görüyoruz (10). Bu devrim, bilimin teolojiden kurtarılması, ayrı bir düşünce sistemi haline getirilmesidir.

Nedir bu sonuçlar? Kiliseyle çatışma, “eski bilim”le yani Batlamyus ve Aristo ile çatışma, bazen devletler (krallar, prensler ve aristokrasi) ile çatış­ma; Engizisyona kayıplar veriliyor: yakılmalar, işkenceler, hapisler, kendi ülkesinden kaçanlar ve Galileo’da görülen onur kırıcı reddiyeler (recantation); fakat, bunlar istisna oluyor, bilimsel düşünce hızla temellerini atarak, hayatla bağlantısını kurarak, “Aydınlanma”ya doğru seyrine devam ediyor. Osmanlı’da hiç bir çatışma yok; çatışacak bilim adamı ve fert yok, böyle bir çatışma anında toplumun herhangi bir kademesinden destek yok. Hükümdarın, ümeranın veya ulemanın istemediği bir düşüncenin yaşaması söz konusu değil. Halktan (burada tamamen kullardan bahsediyoruz çünkü, ne buıjuvazi ne aristokrasi mevcut) destek gelmesi bir yana, bastırılmak istenen düşünce ve/veya alim bu kalabalığın önüne konuyor, hatta bu kalabalığın öfkesi, bunların cezalandırılmasında gerekçe gösteriliyordu. Şimdi, buna bakarak, Osmanlılarda da bazı ‘martyre’ler (11), padişah himayesini kazanmış, kaybetmiş alimler bulmak olasıdır. Bu olaylardan birisini, belki de en önemlisini, Osmanlı’da yaşanan Takiyettin olayını inceleyerek, 16. yy biliminde, özellikle Bilim Devriminin temelindeki astronomide yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye yansımasını görebiliriz.

Bilindiği gibi sınırlı bir Batlamyus (İskenderiyeli Ptolemy) dünya-merkezli (geocentric) evreninden Güneş-merkezli (heliocentric) sonsuz Evrene geçiş Kopernik’in 1543 kitabı “De revolutionibus” ile başlamış, Tycho Brahe’nin çıplak gözle yaptığı son ve ayrıntılı gözlemleri, onun ölümüyle kullanmak fırsatını bulan Kepler’in 1609 “Astronomia Nova” ve 1619 “Harmonice mundi” si ile tam formunu almıştır. Galileo’nun 1618’den itibaren teleskopla yaptığı gözlemler sonucunda 1632’de yayınladığı ve başına iş açan ünlü “Dialogo” ile bilim dünyasına yerleşen yeni bilim, Aristo ve Ptolemy’nin 2000 yıllık entellektüel hakimiyetine son veriyordu. Bu olaylar gelişirken, 1576-1580 yıllarında, İstanbul’da, Padişah III. Murat’ın müneccimbaşılığına getirilen Takiyettin (1520-1585) adlı astronomun, Uluğ Bey tarafından hazırlanmış eski gök tablolarının (zic) düzeltilmesi gereğini ileri sürerek, yeni rasatlar için bir rasathane kurulmasını kabul ettirdiği ve bina inşaatına başlandığı anlaşılıyor. Ayrıca, zamanına göre gelişmiş sabit ve taşınabilir gözlem araçları yapıldığı biliniyor. Bu araçların, özellikle mekanik saat, usturlap, kadram ve rasat kuyusunun, bilinen ayrıntıları, aynı dönemde gözlem yapan Tycho Brahe’nin araçlarından geri değil, belki bazı açılardan üstün bile sayılabilirdi. Bu konuda, bizim bilim tarihinde (Adıvar, 1982;99-109 ve diğerlerinde) pek çok bilgi vardır; ben uzun alıntılar yapmak istemiyorum, ancak çağdaşı Tycho ile karşılaştırarak, bazı sonuçlara ulaşmak istiyorum (Aşağı­daki bilgiler McClelan ve Dom; 1999; 10. Bölümdendir).

Tycho Brahe (1546-1601) Danimarka’lı bir soylu olup, hayatı boyunca, kendisine ait Hveen adasında, 1570’lerden 90’lara kadar, çıplak gözle gözlem yapmıştır. Adada iki büyük astronomi sarayı inşa ettirmiştir: “Uraniborg”, Gökler Şatosu ve “Stjemeborg”, Yıldızlar Şatosu. Bunların yanında, bir matbaa, kağıt imalathanesi, kütüphane ve bir kimya (alchemy) laboratuvarı kurdurmuş, bir Rönesans bilgesi ve Feodal lord olarak çok sayıda asistanı, saray erkanı ile birlikte 1597’ye kadar burada yaşamıştır. Yeni Danimarka Kralı ile geçinemeyeceğini anlayınca da, Kutsal Roma İmparatoru Rudolphü ’nin Prag’daki sarayına giderek, birkaç yıl sonra burada ölmüştür. İşte burada, Kepler’i yanında iki yıl çalıştırmış ve uzun yılların ürünü gözlem sonuçları­nı kendisine vermiştir. İkisi çok farklı dünyaların insanları olmalarına rağ­men; birisi soyludur, ötekisi çok fakir bir aileden gelmektedir, Tycho bir Batlamyusçu olarak ölürken, Kepler, Kopemik sistemini eliptik yörüngeye oturtarak, astronomideki devrimi sonuçlandırmıştır. Kepler’in “Rudoph Tabloları” diye bilinen, İmparatorluk Matematikçisi olarak, Prag’da meydana getirdiği, Kopemik/Kepler heliyosentrik sistemininin en yeni ve en doğru astronomik tabloları Tycho’nun verilerine dayanmaktadır. (Niye niyet, kime kısmet!) Kepler kanunlarından ikisini ihtiva eden 1609, Astronomia Nova Prag’da yazılmıştır.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP