Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 4

Özellikle, seyrüsefer ve topçuluk, bilimle (astronomi, trigonometri, kalkülüs ve coğrafya) yakından ilgiliydi. Bu alanlardaki gelişmeler denizcilerin Okyanuslarda yolunu açıyordu. Bir başka yaklaşıma göre de, Hessen tezleri, Ticari Kapitalizmin ve ulusal devletin birinci derece türevi olan denizcilik ve askerlikteki teknoloji talebi, bu alanlardaki bilimsel gelişmenin kaynağını oluşturur (12). Bu teorik tartışmayı bir tarafa bırakırsak, 16 ve 17. yy’daki açık deniz kaptanlarının, belli düzeyde hesap, astronomi ve coğrafya bildiklerini varsayarız. Bu denizciler, kendilerine harita ve seyir (logaritma) tabloları yapanlara şükran duymuşlardır. Ancak Akdeniz’e hapis olmuş Türk Donanması ve 1571 Lepanto bozgunundan canını zor kurtarmış Kalabriyah (Goodwin; 1999; 125) Kılıç Ali Paşa’nın bilime böyle bir şükran borcunun olmadığını, Osmanlı Donanmasının başına gelen felaketi analiz edemediğini anlı­yoruz. Bu felaketi analiz eden bir Batılı tarihçi, sadece Lepanto değil, Hint Okyanusundaki bozgunların da anahtarını veriyor. Akdeniz tipi kadırgalarla, birbirine yanaşarak bir kara savaşı düzeninde savaşan Türkler, yüksek güverteli, gelişmiş yelkenleriyle yüksek manevra yeteneği sergileyen ve uzaktan topçu atışı yapabilen Atlantik tekneleriyle başa çıkamadılar. Bu teknelere yanaşmak ve menzillerine girince, salvo ateşiyle karşılaşmamak mümkün değildi. Daha iyi tekneler yapmak için kereste sıkıntısı değil irade eksikliği ya da “teknolojik durgunluk” izahı daha akla yakındır. (Cipolla, 1970; 79-83) Bü­tün bunlardan, kara savaşındaki eksiklikleri de göz önüne alınırsa, Türklerin kendilerine çok daha yakın olan, binebilecekleri bir dalga gibi görünen “Askeri Devrim”i de kaçırdıkları anlaşılır (13).

Aynı şekilde, babası Selim I’e bir dünya haritası takdim ederek, belki Türk Merkantilist çağını açabilecek olan Piri Reis’i 1554’de idam ettiren Sultan Süleyman da, Okyanus denizciliğini ve getirdiği imkanları anlayamamış­tı. O da Akdeniz gemiciliğine ve Barbaros kardeşlere esir düşmüştü; tek stratejisi Orta Avrupa’da Habsburg hakimiyetine son vermekti, yani Okyanusları ve bakir topraklan değil, tarihi Hıristiyan kara parçasını ele geçirmek istiyordu. Acaba Süleyman’ın babası farklı mı düşünüyordu?

Selim I’in, Çaldıran seferi, Anadolu’da Şii yayılmasına karşı bir önleme hareketi, Küçük Asya'nın Doğusundaki topraklarını ele geçirerek, bir kordon kurmak şeklinde algılanabilir. Bu seferin bugünkü Doğu Anadolu’da Osman lI hakimiyetini kurmak ve Şii’liği önlemek gibi sonuçları tartışılır. Ancak, hep Batı’ya giderken, birden Doğu’ya yönelişi, sadece, toprak ve ideoloji ötesinde bir stratejik sebebe bağlamak mümkün müdür?

Kaanatimizce, Selim I, Büyük İskender’in yolundan Hindistan’a gitmek istiyordu. Harita üzerine mantıklı bir bakış; Portekizlilerin Güney Afrika’yı dolaşarak, İspanyolların Atlantik’i geçerek varmak istedikleri efsanevi Hint Kıtasına, Osmanlılar, sadece İran’ı geçerek ulaşabiliyordu. (Osmanlılar diyorum, çünkü diğer Türk kavimleri Hindistan’a Kuzeyden girip Büyük Moğol İmparatorluğunu kurmuşlardı bile.) Ancak, Çaldıran zaferine rağmen, Selim, Iran topraklarından geçemedi; bu zafer, Doğu Anadolu’nun Osmanlı mülkü­ne geçmesinin mührü oldu, fakat Hindistan’a vize vermedi. O zaman, mantı­ki olan İkinci Hindistan yoluna yöneldi: Mısır ve Kızıldeniz. Hiçbir zaman kullanmadığı Halifelik Unvanını kazanmak ve İslam’ın beşinci şartını yerine getirmek için kökeni Türk ve Çerkeş kölelerden oluşan Memlûk Sultanlığını devirmeğe kalkışmadı; Kahire, Hindistan seferinin birinci etabıydı. İkinci etap Hint Okyanusu idi. Ne Selim ne de oğlu Süleyman bu suları fethedebilecek ve Hint’e ulaşabilecekti: Osmanlılar, açık deniz gemiciliğinde ve savaşında, teknolojik ilerlemeyi takip edememişti. Eğer bu teknolojileri yakalasaydılar, 1513’te, dünya haritasını, bir şekilde biliyor ve seyrüsefer yapabilecek hale geliyorlardı (14).

Bence, denizcilikteki teknolojik yetersizlikler de, temelde, bir Osmanlı-Türk Merkantilizminin doğmamasını yeterince açıklayamıyor. Eski Hindistan deniz yolunu (Basra-Levant veya Aden Yemen - Kızıldeniz) ele geçirmenin Merkantilist amaçlardan çok, geleneksel “fîskalist”, hâzineye gelir sağlama -vergi almayla ilgili olduğu düşünülebilir. Gerçekte, bu eski yol, Portekizliler tarafından 1498’de açılan yeni Hindistan rotasına rağmen, Venedikliler tarafından yine kullanılıyor ve Memlükilere gelir sağlıyordu. Çünkü, Hint baharatı, uzun Okyanus yolculuğundan sonra kalitesini bozuyor, bazı pazarlar, eski Arabistan mahreçli malları talep edebiliyordu. Aynca, Kahire’nin bir tür, Afrika altın transfer merkezi olduğu, Afrika’da çıkanlan ve Mısır (firavunlar tarafından iddihar edilmiş) altınlanmanın, buradan ticaret yoluyla dağıldığı bilinir. Belki, böylece, Selim I, fiskalist amaçlarına ulaşmış oluyordu. Bu hazineler, oğlu Süleyman'ın ihtişamını hazırlamıştır. Aslında, Merkantilizm, devlet destekli olmasına rağmen, ilke olarak maceracı tüccar (merchant adventurer) ve bunların ortak şirketlerinin gerçekleştirdiği deniz aşırı bir ticaret, bir ilk-birikim modelidir; temelinde, yine bir girişimci-fert yatan bir modeldir.

Mesele de budur.

Eğer Osmanlının dünyasında, sosyal sisteminde ferde dayalı, özel mülkiyet-birikim temelli bir hukuk (pilitico-legal) sistemi mevcut olsaydı, ileri teknolojileri ve belki modern bilimi transfer edecek, bunu daha ileriye götürecek fertler ortaya çıkabilirdi; İslam’ın kapanmış olan içtihat kapısını aralayacak düşünürler çıkabilir, bir İslam Reformasyonu bile doğabilirdi. Hatta daha geriye giderek, Rönesans’ın tüm Antik malzemesini Avrupa’ya taşıyan İslam, bu malzemeyle, önce kendi Rönesans’ını doğuramaz mıydı?

Bütün bu söylemde, bağımsız fert eksikliği ortaya çıkmıyor mu? Kul veya köle yığını, sadece yaşamından (mülkiye ve can) emin olmayan bir toplum modelinin temelinde ne yatıyor? Bu çok ayrı bir konu; burada veya başka bir yerde kolayca açıklayabileceğimi sanmıyorum. Sadece bir hipotez olarak Asya toplumu, Şark despotizmi gibi kavramların denenmesini önerebilirim. Çünkü, Hıristiyan olmasına rağmen, tüm Ortodoks toplumlarda, Ruslar ve Rumlarda ve Viyana’nın Doğu’sunda kalmış diğer, kadim Hıristiyan Kiliselerinde de bir Reform, Kilisenin içinden gelen bir yenileşme hareketi çıkmı­yor. Üstelik, Rumlar, Ermeniler hatta Levanterler ticareti ellerinde tutmakla birlikte, hep mahalli kalıyorlar: Rumlar Ege ve Akdeniz’den yani kıyılardan ayrılıp, kendi maceracı tüccarlarını üretemezken, Ermeniler de, Türklerin yapmadığı esnaflık alanını dolduruyor. Çünkü, hepsi Şarklıdır; kul pozisyonunu benimsemişlerdir. Daha sonra, bunlardan bazıları, 19. yy sonlarında, Amerika’ya göç edince, büyük tüccar olacaktır. Rusların, mülkiyet, politico legal sistemlerinde ve fert oluşumunda geçirdikleri evrim ise bilinir: Türklerden önce başlamakla birlikte, tamamen devlet zoruyla, yukarıdan aşağı bir cebir ve şiddetle, Büyük Petro’nun sarsılmaz ve çılgın kararlığıyla (Belki bu yüzden adama Deli diyoruz) bilim ve teknolojiyi öğrenmeğe başlıyorlar; halkın, askerlerin (Stretsy) ve tabii, Boyarların nasıl direnç gösterdikleri ve aynı şiddetle karşılık bulduklan Rus tarihinin bilinen sayfalarıdır. Sonuçta, onların da bir Amerika’sı vardır: Sibirya. Ama, bunu işletecek, maceracı tüccarları, girişimcileri olmamıştır; orası, işçilerden değil mahkumlardan oluşan devlet işletmeleri, bir sürgün mekanı olarak kalmış, modern çağa da böyle girmiştir. Ama nasıl oluyorsa, 18. yy’dan itibaren Rusya büyük bilim adamları ve düşünürler doğurmaya başlayacaktır. Osmanlı’dan daha önce işe baş­ladığı için mi, Kilisede resme yer verdiği için mi? Minyatürden perspektif resme geçmek önemli mi? Sadece soruyorum.

Artık, bilim tarihimizi incelerken, olmayan bilim adamlarını ve hayali bilimsel buluşları arayarak, yeniden yazacağız diyerek, vakit kaybetmek yerine, başarısızlığımızın sosyo-kültürel ve iktisadi nedenlerini araştırarak değerlendirmeliyiz. Evet, Avrupa’da bir Bilimsel Devrim olmuştur ve bunu, zamanında, pek az toplum yakalamıştır; bazı toplumlar da 19. veya 20. yy aralığında bu sürece eklemlendiler. Türkiye de, 20. yy’da eklemlenen bir toplumdur.

Şimdiki mesele, Osmanlıya, zoraki bilim “üretmek” değil, bu toplum yapısında, bilimsel düşünceyi engelleyen pek çok gizli gücün ve olumsuz faktörün, Cumhuriyet döneminde, bir daha ortaya çıkmasını önlemek ve mümkünse ortadan kalkmasını sağlamaktır. Bu ihtimal, 21. yy da, 16. yy’ı yeniden yaşamak gibi abes bir yaklaşım sayılmamalıdır: Sadece parlak bir İslam bilim çağından sonraki çöküşü değil, günümüzün toplumları olan İran, Pakistan ve Afganistan’ı da hatırlatmak isterim; bunlar bize, hem coğrafi hem de sosyo kültürel düzeyde, çok uzak sayılmazlar.

Sonuç

Sonuçta şunu söyleyebilir miyiz? Osmanlı, mensubu bulunduğu kültür medeniyet çevrelerinde (yani hem İslam hem de Doğu Roma), bilimsel dü­şüncenin donuklaştığı hatta çözüldüğü bir aşamada devletini kurmuş; bu devletin büyüme dinamiklerinin istediği en uygun şartlar altında yani Balkanlar da iktidar boşlukları, Avrupa Din Savaşları ve ulusal devlet çekişmeleri karşısında, eski bir ekonomik - yönetim tarzını Avrupa ortasına kadar taşıyabilmiştir. Sonra, Avrupa yeni bir ekonomik düzene, Merkantilizme, mutlakiyetçi - merkeziyetçi devlet sistemlerine geçerek, kendi alt ve üst yapılarında devrimler yaratmıştır. Teknolojik ilerlemenin hız kazanması bilimlerle bağlantıları sıklaştırarak, bilimsel kavramlarda ve tabii dünya görüşlerinde (paradigmalar) radikal değişmeleri gündeme getirmiştir. Avrupa’nın süratle genişleyerek “Dünya ekonomisi”ne dönüşmesine karşın, Osmanlı, yine sistemi gereği, içine kapanmış ve sarsıntısını, eski sosyo-ekonomik dengelerini koruyarak atlatmağa çalışmıştır. Kendi kültür sistemi ve dünya görüşü, her düzeyde (bilim ve teknolojiden devlet yönetimine kadar) her türlü yeniliklere (bid’a) karşıdır (İS).

Osmanlı toplumunda içten bir baskı ve talep gelmemesi yani yeni pazarlar ve teknolojiler arayan, ticaret ve sanayi ile uğraşan (burjuva) bir Müslü­man tabaka olmaması ve dinde reform düşüncesini doğuracak herhangi bir entellektüel çalkantının yaşanmaması, Osmanlı toplumunu 18. yy başlarına kadar, kendi sistemi içinde kalarak götürebilmiştir. Dış baskıların, ancak 17.yy sonunda hissedilmesi, üst yapıda, yüzeysel de olsa, bir ıslahatı, Batı’daki yenilikleri bilme isteğini, 18. yy başına, Lale Devrine kadar erteletebilmiştir. Bu aşamada, Avrupa Bilimsel ve Askeri devrimlerini tamamlamış, Aydınlanma Çağına girmiş bulunuyordu; din çatışmalarını bitirip, 17. yy krizi diye bilinen, geniş spektrumlu kabuk değiştirmeyi (Kapitalizmin bir ileri aşamasına geçişi) gerçekleştiriyordu. Rusya, bu aşamada, Büyük Petro’nun radikal reformlarıyla, bazı alanlarda, aradaki mesafeleri kapatmağa çalışırken, Osmanlı, zayıf ve sonuçsuz reform denemeleriyle (Lale Devri, I. Abdülhamit ve III.Selim reformları), eski modelini 19. yy ortasına kadar getirmiş, İngiliz Sanayi Devrimini ve Avrupa Siyasi Devrimini (Fransız İhtilali ve milli devlet kavramları, işçi sınıfı ideolojisinin doğuşu) çok hazırlıksız karşılamıştır.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP