Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 3
|
Tycho’nun adası, üniversite ve bilim akademileri dışında ilk özel araştırma merkezi sayılabilir. Burada devlet yardımı almasına rağmen, ilk “büyük bilim” örneğinde bir girişimdir. (Bu tür araştırmalar o günden bu yana devlet desteği olmadan gerçekleşmez.) Yapılan hesaplara göre, Tycho, 20 büyük gözlem aletinin inşası için, o zamana göre çok fazla bir miktar olan, Krallık gelirinin % 1 oranında bir destek alabilmiştir (Türkiye hala milli gelirinden, bu oranın yarısını araştırmaya harcayamıyor). Bu nedenle, Tycho, bu aletlerden birinin bile en yüksek maaşlı bir üniversite profesörünün yıllık gelirinden fazlaya mal olduğunu söyleyerek övünebiliyordu.
Şimdi İstanbul’a dönersek, inşa halinde, bir kısım yazarlara göre gözlemler yapmaya başlamış Tophane Rasathanesi, Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendinin, Padişaha sunduğu, “gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edildiyse, devletin mahiv ve harap olduğunu” ifade eden arizası (jurnal) üzerine, aynı gece (Zilhice 4,987 yık, 1580’e isabet ediyor) verilen emirle, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından (top ateşiyle !) bir gecede yerle bir ediliyor. Türkiye’de bundan sonraki ilk rasathane 1911’de Fatin Hoca’nın Kandilli Rasathanesi olacaktır. Oysa, Avrupa’da 17. yy’da, teleskoplu rasathaneler dönemi başlamaktadır.
Türk-İslam sisteminde Tycho’ya benzeyen tek astronom, Timur’un torunu Özbek Uluğ Bey (1394-1449) ve onun Semerkant Rasathanesidir (1420’ 1er); bu rasathane 16. yy’da yobazlar tarafından (zamanın Talibanı) yerle bir edilmiş, yeri, ancak 20. yy’da bulunmuştur. Kardeşleri tarafından öldürülen Uluğ Bey, bir anlamda, soylu ya da yönetici sınıftan gelen, para harcama yetkisi olan bir kimsedir. Uluğ Beyin yardımcısı ve Rasathane Müdürü Ali Kuşçu, bu olaydan sonra Azerbaycan’a hicret etmiş, Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın elçisi olarak Fatih’e gönderildiğinde, Sultan kendisini onurlandırmış ve 200 akçe maaşla Ayasofya Medresesine tayin etmiştir. Ama, bilim düşkünü Fatih kendisine bir rasathane kurmamıştır. O da, Uluğ Bey Zic’ine matematiksel bir şerh yazmak durumunda kalmıştır. Takiyettin bu “zic”leri düzeltmek, yenilemek için yola koyulmaktadır.
Burada, İslam astronomlarıyla Hristiyanlar arasındaki temel bilimsel güdü (motif) farkını açıklamaya çalışalım. Bunun sübjektif bir değerlendirme olduğu düşünülebilir ancak, bazı objektif kanıtlar da bulunmalıdır. İslam’da vakit kavramı dinsel bir önem kazanır: Beş vakit namaz, Ramazan ve Bayram günlerinin başlangıçları ve bunun coğrafyaya tatbiki; astronom bir çeşit baş “muvakkit”, saat bildiren, durumundadır. Kozmolojik sistem Ptolemy temelindedir. Bu durum 16. yy sonunda, Kopemik’e rağmen, genelde, tüm Avrupa’da da geçerlidir; Osmanlı da aynı paradigma içindedir. Fakat, Avrupa’da birileri, evrenin yapısını anlamak (bilimsel bilgiye erişim) için uğraş verir ve gerekirse, hayatını tehlikeye atarken (Giardano Bruno), yerini değiştirirken (Tycho ve Kepler), hapsi ve işkenceyi göze alırken (Galileo); Osman II’da, alim, sadece, maaşlı bir devlet görevlisidir ve geleneksel tablolan düzeltmekle yükümlüdür. Bunun için gökyüzüne bakması gerektiğini ifade eder ve para bulursa, bu işe devam eder; vazgeç derlerse de, işi bırakır; bundan sonra direnen yoktur. Avrupalı “fert” ile Osmanlı “kul” arasındaki fark burada ortaya, çıkıyor. Orada da, Kilisenin ve devletin baskıları oluyor. Ancak, bilginler, bunlara karşı direnebiliyorlar, yer değiştirerek, kilise değiştirerek, daha geniş bir manevra alanına sahip olabiliyorlar ve sonunda eserlerini bastırabiliyorlar.
En büyük silahları, kitaplarını basabilmektir; küçük bir elit de olsa, fikirler biliniyor, geleceği etkiliyor. Osmânlıda matbaa, 18. yy’nin ilk yansına kadar olmayacaktır. Sadece, birkaç nüsha yazılı eser kalabilir, etkisi çok sınırlıdır. Bu bilimsel tartışmayı-düşünceyi yayma imkanlarından, araçlarından birinin eksik olduğunu gösteriyor. Başka önemli eksiklikler de var: Bilime talep yok, yukarıda bahsettiğimiz kişisel cesaret yok, çünkü fert yok; böyle bir cesaret hissedilse ki, bu cesaret akıl ve kurnazlıkla birlikte sonuca ulaşır yani bilim adamının silahı ve parası olmadığından, yer ve hami (prens) değiştirerek idame-i hayat (Survival) çabasına girmesi gerekir ki, Avrupa’nın tamamından çok daha büyük bir ülke olan 16. yy Osmanlı Devletinde bu imkanda yok. Bu son husustan başlayarak imkansızlıklara, bilim ortamının doğmamasmdaki negatif etkilere kısaca değinelim.
İslam’daki büyük Sünni-Şii mezhep aynlığı ilk yüz yılda ortaya çıkmışken Hıristiyan Dünyasındaki Ortodoks-Katolik aynmı 10-11. yy’larda belirir, ilk büyük siyasi çatışma 4. Haçlı seferinde, 13. yy’da ortaya çıkar. Katolik Kilisesi içindeki dahili muhalefet şeklinde kendini gösteren Protestanlık Hareketi ise 16. yy’da baş vermiş, 1,5 yüzyıl süren, Avrupa’nın büyük “fragmantasyonu” ve tekrar ulusal devletler biçiminde örgütlenmesinde rol oynamıştır. Sünni İslam’ı temsil eden Osmanlı’da böyle bir hareket kendisini hiç bir zaman göstermemiştir. Çünkü, yaklaşık bin yıllık katılaşmış iki doktrinden birisinin ortadan kalkması gibi bir sorun yoktur. Bu sürece paralel, Doğu’daki, 16. yy Sünni-Şii çatışması yeni bir din ayrımı önlemek değil, Iranilerle (Safavi) Osmanlılar arasındaki klasik yani Antik Yunan ve Roma’dan beri süregelen territoyal bir mücadeledir; burada Osmanlı Roma’nın pozisyonundadır; bu noktaya tekrar geleceğiz. Oysa, Protestanlık, Kutsal Roma İmparatorluğu artı Katolik Kilisesi’nin kendi sınırlan içinde, bu inancın ve otoritenin yerini alma tehdidi taşıyan, 150 yıllık bir Avrupa iç savaş modeline dönüşmüştür. Her iki süreç iki kutuplu bir mücadele formunda görünse dahi, sadece, Osmanlı-Safavi çatışması iki devlet arasındadır; Avrupa’da ise, iki kampta yer alan, saf değiştiren devletler, prensler, bağımsız şehirler, cumhuriyetler mevcuttur ve bu sürekli savaş durumunda, bazı fertlerin (burada bilim adamlan ve düşünürler) bu çatışmalardan yararlanarak, inanç ve yer değiştirerek yaşamlarını ve düşüncelerini korumaları olasıdır, en azından büyük bir olasılıkları vardır: Katolik krallar, İspanya ile çatışan Fransa Kralı gibi bir Protestanı koruyabildikleri gibi, Descartes gibi bir Katolik’in de, Hollanda’ya kolayca iltica edip; tıpkı Protestan Tycho ile Kepler’in, Katolikliğin Hollanda’ya gidip koruyucusu İmparator Rudolph’un sarayında iş bulmaları gibi.
Tehlikeli ve riskli de olsa, düşünceler, yaşamlar, deneyimler (yaşam permütasyonları) çok çeşitlidir; insanlar, bazen birkaç mil veya bir şehir değiştirerek canlarını ve kitaplarını kurtarabilirler. İstanbul’da yaşayan birinin Padişahın, Şeyhülislamın hatta bir saray kethüdası veya paşanın gazabından kaçması, birine sığınması söz konusu değildir. Bir Müslümanın din değiştirmesinin şer’an mümkün olmadığı, toleransın, sadece diğer dinlerin (milletlerin) kendi sosyal değerleri içinde yaşaması şeklinde algılandığı bir büyük homojen kültürde düşüncede çeşitlilik beklemek abestir.
Zaten en büyük değer, Fetih ve askerlik ise sadece kendini yeniden üretmeye şartlanmış homeostatik bir ilmiye sınıfı, “akli ilimleri” “nakli ilimlere” tercih edecek değildir; temel bilimler yani matematik ve astronomi ile tıp eğer zararlı değilse, bir teferrüat, basit bir zanaattır. Başka bir deyişle, Türkiye’de 1930’lara değin, bazı bilim adamları (izole olarak) yaşamışlar, sayıları ve bilimsel ilişkilerinin yoğunluğu bakımından bir “bilim topluluğu” (scientifıc community) haline gelememişlerdir.
Kuşkusuz, Osmanlı toplumunda da, bir biyolojik istatistik gerçeği olarak, 5 bin yıldır, bu kadar kavmin kaynaştığı bir yerde, en azından, Avrupa’daki kadar, bilime, matematiğe yetenekli, akıllı insan doğmuş, bir kısmı boyunu bir yere kadar uzatabilmiştir. Ancak, düşünmeyi “farklılığı” değil, katı itaati sosyal norm kabul etmiş bir kullar toplumunda, sayıları kritik miktara ulaşamamış, bir bilim cemaati ortaya çıkmamıştır. Şimdi bunun (bilimsel ve teknolojik) talep cephesine gelelim.
Yukanda, Donanma Komutanı Kılıç Ali Paşa’nın, Padişahın emriyle, Osmanlı'daki müspet bilimlerin ilk ve son yapısı, Tophane Rasathanesi’ni yıktırdığını kaydetmiştik. Burada, tarihin veya talihin acı bir yorumu mevcut: Bu bilim cinayeti işlenirken, Avrupa’da Bilim Devrimi ve Askeri Devrim mayalanıyordu. Askeri Devrimin önemli bir bölümü denizcilik, topçuluk ve deniz savaşlarıyla ilgilidir. Keşifler çağında, astronomi ve coğrafyadan en çok yararlanan faaliyet kolu denizciliktir. Yeni Kıta’lar, topraklar, yeni mallar ve insanlar, şehirler, hızla gelişen Merkantilizmin yani ticari kapitalizmin alanını, denizcilik de bunun bel kemiğini oluşturuyordu. Yeni devletlerin desteği olsun olmasm maceracı tüccarlar, servet edinmek için her türlü tehlikeyi göze alarak, açık deniz ticaretine atılıyorlar, Batı Avrupa toplumları, ticaret ve sömürgeler yoluyla ilk kapitalist birikimlerini gerçekleştiriyorlardı. Bu süreçlerde, özellikle deniz seferlerinde üç önemli teknolojik yenilik kritik önem taşır: Yeni gemi yapım teknikleri; deniz topçuluğu etrafında geliştirilen yeni deniz savaşı teknikleri; haritacılık ve modem açık deniz seyir düzeni.
Şimdi İstanbul’a dönersek, inşa halinde, bir kısım yazarlara göre gözlemler yapmaya başlamış Tophane Rasathanesi, Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendinin, Padişaha sunduğu, “gökleri rasat etmenin uğursuz ve her nerede bu işe teşebbüs edildiyse, devletin mahiv ve harap olduğunu” ifade eden arizası (jurnal) üzerine, aynı gece (Zilhice 4,987 yık, 1580’e isabet ediyor) verilen emirle, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından (top ateşiyle !) bir gecede yerle bir ediliyor. Türkiye’de bundan sonraki ilk rasathane 1911’de Fatin Hoca’nın Kandilli Rasathanesi olacaktır. Oysa, Avrupa’da 17. yy’da, teleskoplu rasathaneler dönemi başlamaktadır.
Türk-İslam sisteminde Tycho’ya benzeyen tek astronom, Timur’un torunu Özbek Uluğ Bey (1394-1449) ve onun Semerkant Rasathanesidir (1420’ 1er); bu rasathane 16. yy’da yobazlar tarafından (zamanın Talibanı) yerle bir edilmiş, yeri, ancak 20. yy’da bulunmuştur. Kardeşleri tarafından öldürülen Uluğ Bey, bir anlamda, soylu ya da yönetici sınıftan gelen, para harcama yetkisi olan bir kimsedir. Uluğ Beyin yardımcısı ve Rasathane Müdürü Ali Kuşçu, bu olaydan sonra Azerbaycan’a hicret etmiş, Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın elçisi olarak Fatih’e gönderildiğinde, Sultan kendisini onurlandırmış ve 200 akçe maaşla Ayasofya Medresesine tayin etmiştir. Ama, bilim düşkünü Fatih kendisine bir rasathane kurmamıştır. O da, Uluğ Bey Zic’ine matematiksel bir şerh yazmak durumunda kalmıştır. Takiyettin bu “zic”leri düzeltmek, yenilemek için yola koyulmaktadır.
Burada, İslam astronomlarıyla Hristiyanlar arasındaki temel bilimsel güdü (motif) farkını açıklamaya çalışalım. Bunun sübjektif bir değerlendirme olduğu düşünülebilir ancak, bazı objektif kanıtlar da bulunmalıdır. İslam’da vakit kavramı dinsel bir önem kazanır: Beş vakit namaz, Ramazan ve Bayram günlerinin başlangıçları ve bunun coğrafyaya tatbiki; astronom bir çeşit baş “muvakkit”, saat bildiren, durumundadır. Kozmolojik sistem Ptolemy temelindedir. Bu durum 16. yy sonunda, Kopemik’e rağmen, genelde, tüm Avrupa’da da geçerlidir; Osmanlı da aynı paradigma içindedir. Fakat, Avrupa’da birileri, evrenin yapısını anlamak (bilimsel bilgiye erişim) için uğraş verir ve gerekirse, hayatını tehlikeye atarken (Giardano Bruno), yerini değiştirirken (Tycho ve Kepler), hapsi ve işkenceyi göze alırken (Galileo); Osman II’da, alim, sadece, maaşlı bir devlet görevlisidir ve geleneksel tablolan düzeltmekle yükümlüdür. Bunun için gökyüzüne bakması gerektiğini ifade eder ve para bulursa, bu işe devam eder; vazgeç derlerse de, işi bırakır; bundan sonra direnen yoktur. Avrupalı “fert” ile Osmanlı “kul” arasındaki fark burada ortaya, çıkıyor. Orada da, Kilisenin ve devletin baskıları oluyor. Ancak, bilginler, bunlara karşı direnebiliyorlar, yer değiştirerek, kilise değiştirerek, daha geniş bir manevra alanına sahip olabiliyorlar ve sonunda eserlerini bastırabiliyorlar.
En büyük silahları, kitaplarını basabilmektir; küçük bir elit de olsa, fikirler biliniyor, geleceği etkiliyor. Osmânlıda matbaa, 18. yy’nin ilk yansına kadar olmayacaktır. Sadece, birkaç nüsha yazılı eser kalabilir, etkisi çok sınırlıdır. Bu bilimsel tartışmayı-düşünceyi yayma imkanlarından, araçlarından birinin eksik olduğunu gösteriyor. Başka önemli eksiklikler de var: Bilime talep yok, yukarıda bahsettiğimiz kişisel cesaret yok, çünkü fert yok; böyle bir cesaret hissedilse ki, bu cesaret akıl ve kurnazlıkla birlikte sonuca ulaşır yani bilim adamının silahı ve parası olmadığından, yer ve hami (prens) değiştirerek idame-i hayat (Survival) çabasına girmesi gerekir ki, Avrupa’nın tamamından çok daha büyük bir ülke olan 16. yy Osmanlı Devletinde bu imkanda yok. Bu son husustan başlayarak imkansızlıklara, bilim ortamının doğmamasmdaki negatif etkilere kısaca değinelim.
İslam’daki büyük Sünni-Şii mezhep aynlığı ilk yüz yılda ortaya çıkmışken Hıristiyan Dünyasındaki Ortodoks-Katolik aynmı 10-11. yy’larda belirir, ilk büyük siyasi çatışma 4. Haçlı seferinde, 13. yy’da ortaya çıkar. Katolik Kilisesi içindeki dahili muhalefet şeklinde kendini gösteren Protestanlık Hareketi ise 16. yy’da baş vermiş, 1,5 yüzyıl süren, Avrupa’nın büyük “fragmantasyonu” ve tekrar ulusal devletler biçiminde örgütlenmesinde rol oynamıştır. Sünni İslam’ı temsil eden Osmanlı’da böyle bir hareket kendisini hiç bir zaman göstermemiştir. Çünkü, yaklaşık bin yıllık katılaşmış iki doktrinden birisinin ortadan kalkması gibi bir sorun yoktur. Bu sürece paralel, Doğu’daki, 16. yy Sünni-Şii çatışması yeni bir din ayrımı önlemek değil, Iranilerle (Safavi) Osmanlılar arasındaki klasik yani Antik Yunan ve Roma’dan beri süregelen territoyal bir mücadeledir; burada Osmanlı Roma’nın pozisyonundadır; bu noktaya tekrar geleceğiz. Oysa, Protestanlık, Kutsal Roma İmparatorluğu artı Katolik Kilisesi’nin kendi sınırlan içinde, bu inancın ve otoritenin yerini alma tehdidi taşıyan, 150 yıllık bir Avrupa iç savaş modeline dönüşmüştür. Her iki süreç iki kutuplu bir mücadele formunda görünse dahi, sadece, Osmanlı-Safavi çatışması iki devlet arasındadır; Avrupa’da ise, iki kampta yer alan, saf değiştiren devletler, prensler, bağımsız şehirler, cumhuriyetler mevcuttur ve bu sürekli savaş durumunda, bazı fertlerin (burada bilim adamlan ve düşünürler) bu çatışmalardan yararlanarak, inanç ve yer değiştirerek yaşamlarını ve düşüncelerini korumaları olasıdır, en azından büyük bir olasılıkları vardır: Katolik krallar, İspanya ile çatışan Fransa Kralı gibi bir Protestanı koruyabildikleri gibi, Descartes gibi bir Katolik’in de, Hollanda’ya kolayca iltica edip; tıpkı Protestan Tycho ile Kepler’in, Katolikliğin Hollanda’ya gidip koruyucusu İmparator Rudolph’un sarayında iş bulmaları gibi.
Tehlikeli ve riskli de olsa, düşünceler, yaşamlar, deneyimler (yaşam permütasyonları) çok çeşitlidir; insanlar, bazen birkaç mil veya bir şehir değiştirerek canlarını ve kitaplarını kurtarabilirler. İstanbul’da yaşayan birinin Padişahın, Şeyhülislamın hatta bir saray kethüdası veya paşanın gazabından kaçması, birine sığınması söz konusu değildir. Bir Müslümanın din değiştirmesinin şer’an mümkün olmadığı, toleransın, sadece diğer dinlerin (milletlerin) kendi sosyal değerleri içinde yaşaması şeklinde algılandığı bir büyük homojen kültürde düşüncede çeşitlilik beklemek abestir.
Zaten en büyük değer, Fetih ve askerlik ise sadece kendini yeniden üretmeye şartlanmış homeostatik bir ilmiye sınıfı, “akli ilimleri” “nakli ilimlere” tercih edecek değildir; temel bilimler yani matematik ve astronomi ile tıp eğer zararlı değilse, bir teferrüat, basit bir zanaattır. Başka bir deyişle, Türkiye’de 1930’lara değin, bazı bilim adamları (izole olarak) yaşamışlar, sayıları ve bilimsel ilişkilerinin yoğunluğu bakımından bir “bilim topluluğu” (scientifıc community) haline gelememişlerdir.
Kuşkusuz, Osmanlı toplumunda da, bir biyolojik istatistik gerçeği olarak, 5 bin yıldır, bu kadar kavmin kaynaştığı bir yerde, en azından, Avrupa’daki kadar, bilime, matematiğe yetenekli, akıllı insan doğmuş, bir kısmı boyunu bir yere kadar uzatabilmiştir. Ancak, düşünmeyi “farklılığı” değil, katı itaati sosyal norm kabul etmiş bir kullar toplumunda, sayıları kritik miktara ulaşamamış, bir bilim cemaati ortaya çıkmamıştır. Şimdi bunun (bilimsel ve teknolojik) talep cephesine gelelim.
Yukanda, Donanma Komutanı Kılıç Ali Paşa’nın, Padişahın emriyle, Osmanlı'daki müspet bilimlerin ilk ve son yapısı, Tophane Rasathanesi’ni yıktırdığını kaydetmiştik. Burada, tarihin veya talihin acı bir yorumu mevcut: Bu bilim cinayeti işlenirken, Avrupa’da Bilim Devrimi ve Askeri Devrim mayalanıyordu. Askeri Devrimin önemli bir bölümü denizcilik, topçuluk ve deniz savaşlarıyla ilgilidir. Keşifler çağında, astronomi ve coğrafyadan en çok yararlanan faaliyet kolu denizciliktir. Yeni Kıta’lar, topraklar, yeni mallar ve insanlar, şehirler, hızla gelişen Merkantilizmin yani ticari kapitalizmin alanını, denizcilik de bunun bel kemiğini oluşturuyordu. Yeni devletlerin desteği olsun olmasm maceracı tüccarlar, servet edinmek için her türlü tehlikeyi göze alarak, açık deniz ticaretine atılıyorlar, Batı Avrupa toplumları, ticaret ve sömürgeler yoluyla ilk kapitalist birikimlerini gerçekleştiriyorlardı. Bu süreçlerde, özellikle deniz seferlerinde üç önemli teknolojik yenilik kritik önem taşır: Yeni gemi yapım teknikleri; deniz topçuluğu etrafında geliştirilen yeni deniz savaşı teknikleri; haritacılık ve modem açık deniz seyir düzeni.