Bilimsel Devrim ve Osmanlı Dünyası - 1
|
Prof.Dr. Ergun Türkcan
I - GENEL YAKLAŞIM VE SORUNLAR
Bilim, Bilimsel Devrim ve Osmanlı... Bir cümle içinde bir araya getirilmeleri çok güç terimler. Ön-Asya Dünyasında, çeşitli bilim gelenekleri ve medeniyetlerin yani Hellen-Bizans, Arap-îslam, Sassani - Zerdüşt, Süryani Hıristiyan bilim ve kültürlerinin zayıfladığı, statik hale geldiği veya silindiği bir aşamada, 14. yy sonu ve 15. yy başında ortaya çıkan Osmanlı devletinine ön-Asya bölgesinde benimsediği İslam’dan ne de daha sonra kuramlarıyla birlikte ele geçirdiği Doğu Roma’dan canlı bir bilim-kültür mirası kalmadı. İstila, ayaklanma ve saray entrikası dışında, içsel dinamiklerden kaynaklanan büyük toplumsal dönüşümler yaşayamayan “Şark” toplumlan için “Devrim” 19. yy’a hatta 20. yy’a kadar bilinmeyen bir olgudur. Toplumun ve / veya devletin temel felsefesi statükoyu bozmamak, hiçbir parametreyi değiştirmemektir. Sibernetik veya “homeostatic” (1) bir toplumda tedrici “yenilikler” dahi kontrol altındadır. Bir yaklaşıma göre, ufak birikimlerin yarattığı büyük değişimler, ani bir devrim olgusu, bu sistemlere her bakımdan yabancıdır. Ancak, sistem durağanlığından doğan içsel çürüme, sistemi koruma çabaları sistemi tahribe yöneldiğinde ortaya çıkan doğal çöküşler, bir devrim değil, bir deprem, fırtına gibi doğa olayı biçiminde algılanabilir. Oldukça iradi ve ferdi (fertler tarafından yönlendirilen) nitelikte görünen Devrim olgusuyla bazı fertlerin her şeyi sorgulamasıyla hareket eden bilim süreci Osmanlıya tarihsel olarak tamamen yabancıdır. Nerede kaldı ki, iki olguyu birleştiren Bilimsel Devrim...
Bilim Devrimini nasıl tanımlayabiliriz? Avrupa’da, 16. yy dan 17. yy sonuna kadar bilim ve düşünce hayatında ortaya çıkan çok radikal yaklaşımların kabul edilip, “Antikite” den gelen otorite ve teorilerin başta, Aristo ve Batlamyus (Ptolemy) olmak üzere terk edildiği süreç. Daha kesin olarak, bu devrimin içsel tarihi göz önüne alınırsa, 1543’te, Nicholas Copemicus’un”Derevolutionibus orbium coelestium” (Gök cisimlerinin hareketleri hakkında) ve yine aym yıl basılan ilk anatomi kitabı, Andreas Vesalius’un “De humani corporis fabrica” (İnsan vücudunun yapısı hakkında) yayınlanmasıyla başlayıp Isaac Newton’un 1687’de “Principia Mathematica Philosophia Naturalis” (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) ile sona erdiği ve başka bir evreye, “Aydınlanma Dönemi”ne geçtiği varsayılan çok özel bir süreç. Ancak bütün süreçler gibi, bunun da gerisinde, paralelinde ve tabii ilerisinde başka olgular ve süreçler var. Zaten tarihin düğüm noktası da burada; tüm bilinmeyen, “kozmik” sorular burada sorulmaya başlanıyor; çünkü, Avrupa’nın dünyadan kopuş noktası bu dönem ve biraz daha gerilere rastlıyor, iktisadi ve siyasi ko puşu kesinleştiren ve ayrı dünyaları tescil eden Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi bu uzun sürecin bir devamı veya sonuç bölümleri gibi görünüyor.
Temel kozmik soru nedir? Niçin Batı Avrupa bilim ve teknolojide devrimler yaparak, kendi içsel dinamikleriyle modernleşip, hegomonik bir güç haline gelirken, modem dönem başmda güçlü görünen, hatta Çin ve Arap medeniyetlerinde görüldüğü gibi, bilim ve teknolojide nispi üstünlüğüne rağmen, Şark toplumları, bu arada Osmanlı, bu sürece katılamamıştır? Bunun temelinde Bilimsel Devrim (BD) mi vardır yoksa Bilimsel Devrimin temelinde yatan olgular mı? Bu nedenle, BD’yi veri alıp Osmanlının niçin bu devrimden etkilenmediğini veya katılmadığını araştırmak çok verimli bir yaklaşım sayılmaz. En azından BD ile ilgili bilinen bazı temel noktaları ve bu süreçte de henüz aydınlanmamış bazı kozmik sorunları hatırlatmak yerinde olabilir.
Çok iyi bilinir ki BD’nin arkasında ve paralelinde bir Rönesans, Yeniden Doğuş (Renaissance) ve Kilisede Reformasyon ve Karşı-Reformasyon denilen süreçler vardır. Ayrıca 14. yy’dan 17. yy ortasına kadar süren bu iç içe girmiş olguların yanı sıra, 15. yy’dan itibaren hızını arttıran coğrafi keşifler ve bunun yarattığı ticarete dayalı bir Kapitalist veya proto-Kapitalist bir sistem, Merkantilist Çağ özellikleri mevcut; bu Çağ’da yaşanan önemli bir Askeri Devrim, ulusal devletlerin, mutlakiyetçi (absolutist) kralların hegemonik taleplerine bilim ve teknolojinin bulduğu çözümleri içeriyor. Keşifler mi Kapitalizmin kapısını araladı yoksa yüksek kar, altın talebi, yeni pazarlar ve mallar mı Keşifleri zorladı? Askeri talep ve gemicilik mi bazı bilimsel ve teknolojik buluşların yapılmasını zorunlu kıldı? Kapitalizm mi Protestanlığı yoksa Protestanlık mı Kapitalizmi doğurdu? Rönesans ile Reformun bağlantısı kadar açık olmasa da bu soru 19. yy’dan beri soruluyor. Matbaanın icadını da katarsak BD bütün bu olguların, süreçlerin bir vektörü mü yoksa tamamen bağımsız özel bir olgu mu? Başka bir ifade ile, Bilim Sistemi, kendi iç dinamikleriyle hareket eden bağımsız bir ünite midir yoksa toplumsal gelişmenin herhangi bir dereceden türevi mi? Bu ve benzer bazı temel sorunları bir şekilde cevaplandırmadan ya da bazı kabuller yapmadan, yukarıda saydığımız devrimleri ve süreçleri hiç yaşamamış olan Osmanlıdan söz etmek biraz güç olacaktır. Daha doğrusu, Osmanlı ile BD ilişkisinden...
Bu ilişkilere geçmeden önce Osmanlı tarafıyla ilgili bazı sorunları da açı ğa çıkarmak gereklidir. Bu tarafta üç kavram ya da terim var: Osmanlı devleti, Türkler ve İslam. Osmanlı devletini kuranların Türk soyundan gelmeleri ve önemli bir Türk nüfusunu yönetmelerine rağmen, bu devletin, 15. yy’dan itibaren tüm Türk soyundan gelenleri kapsamadığı, Hint Kıtasını yöneten, Orta Asya’yı yöneten, hatta Kafkaslardaki ve İran’daki hanedanların da Türk soyundan geldiklerini, dünyadaki Türk ve Türk’e yakın insanların çoğunun bu yönetimleri altında olduğunu hatırlatmamız gerekir.
Aynı şekilde, Osmanlının resmi dininin İslam olması, 16. yy’dan itibarende Suriye, Mısır, Hicaz ve Kuzey Afrika topraklarını kontrol etmesine rağmen (17. yy’da Irak ve Basra Körfezinin Doğusu), bu devlet, Endonezya’dan Fas’a değin tüm Müslümanları temsil etmiyordu çünkü, yukanda saydığımız diğer devletlerdeki Müslüman sayısı Osmanlı tebaası Müslümanlardan daha fazlaydı. Şimdi başka bir açıdan düşünelim: Osmanlı devlet topraklarında çok önemli miktarda diğer dinler mensubu mevcuttu. Bunların başında, Doğu Roma’nın Ortodoks Rum (Romalı) tebaası gelmekteydi. İslam’dan sonraki ikinci resmi inanç (confession) olarak, Ortodoksi ve Ökümenik Patriklik, 19. yy başına (Yunan İsyanı) kadar devletteki önemini ve itibarını korumuştur. Bu topraklar, hemen bütün dinlerin ve hatta felsefelerin (bilimin) doğduğu tarihi mekanı temsil eder. Osmanlı, bu anlamda Roma’ya benzer ve aslında onun tabii mirasçısıdır. Genişleme dinamiği, Heilenistik Çağdan beri, toleransı ve ortak yaşamı (cohabiation) gerektirmektedir. Bu bakımdan Osmanlı devleti bir kültürler-dinler mozaiğidir (2). (Roma ile başka bir benzerlik, bu sistemin, Eski Grek-Helen bilimini aldığı yerden ileriye götürememesinde olduğu gibi, Osmanlı da, Suriye-İslam bilimini bulduğu yerden ileriye taşıyamamış, hatta yerinde bile tutamamıştır (3).)
Bu açıklamaya neden gerek gördüm? Genelde, bizdeki Osmanlı bilimi ile uğraşan tarihçiler, Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında, Osmanlı-Türk-îslam çizgisini savunmak için, bütün bu elemanlardan çeşitli ‘kokteyller’ hazırlamaktadırlar. Kokteylde yerine göre İslam, yerine göre Türklük ağırlık kazanmaktadır. Tabii ki, bunlar, Avrupa karşısındaki entellektüel ‘inferiorite kompleksimizin’ birer göstergesidir.
Birinci kokteyl, tabii ki kendi yapıp içtiğimiz, bilimleri ve bazı teknolojileri, bizim (Müslüman kimliğimizle konuştuğumuzda), Avrupalılara öğrettiğimiz şeklindedir. Hatta bir Prof. Başbakanımız, Avrupalılardan, ondalık sayıları her kullandıklarında ‘royalty’ almağa kalkmıştır. Kuşkusuz, Ispanya’daki Müslümanların Antik bilimleri tercüme yoluyla nakil ettikleri ve ilk Rönesansı başlattıklarını herkes bilir. Ondalık sayıları Hindistan’dan getirip cebirin temellerini atanlar o dönemin Arapça konuşan-yazan Müslümanları olup, Eflatun (Plato)’dan Aristo’ya klasik bilim kitaplarını tercüme ve şerh yoluyla unutulmaktan kurtaran, Avrupa’da karanlık Orta Çağda sönmüş bilim ateşini canlı tutanlar bunlardır. “Arapça’da bilim” in özgünlüğünü ve ne zaman ölmeğe başladığını daha ilerde inceleyebiliriz. Kuşkusuz, bu kadar bilimle iç içe girmiş insanların, tercüme ötesinde birçok katkı yaptıkları yadsınamaz. Ancak, Müslümanların 13. yy başlarına kadar temel işlevleri bir nakil (bilim transferedir. Üstelik, bu kitapları çevirenlerin hepsinin Müslüman olmadığı da bilinir. Örneğin, Musa ibn Maymun, 1135-1204 (Moses Maimonides) bir Musevi filozof ve bilim adamı olup pek çok kitabın tercümanıdır. Ama bütün bunlar, daha Osmanlı devleti kurulmadan Avrupa’nın Batısında, Ispanya’da cereyan ediyor.
İkinci kokteyl, Uluğ Beyden Ali Kuşçu’ya değin Türk asıllı fakat başka bir Türk devletinin, örneğin Özbek tebaası bilim adamlarını ileri sürmektir. Bunlara Türk asıllı fakat çeşitli İslam devletlerinde yer alan isimler de ilave edilir. Bu durumda Türk kimliğimizle konuşmaktayız. Kimisi Türk kökenli, kimisi Müslüman, büyük bir bilim topluluğunu, “Osmanlı biliminin” önceli saymak ne kadar doğrudur? (4) Henüz ulusal devletlerin belirmediği “kavmiyet” aşamasında, insanların ana-baba veya ana dili esasında ‘Türki ve başka bir gruptan olması sadece ‘kişisel’ bir özellik olarak bilim tarihi kayıtlarına girebilir. Ulusal bilim sistemleri (bilim ne kadar ulusal olabilirse!), Avrupa’da dahi, 17. yy sonunda tam olarak belirmiş sayılmazdı; temel bilim eserleri Latince yazılıyordu. Buna rağmen, ulusal dillerde yayınlar da başlamıştı : Galileo’nun İtalyanca “Diyalogo” su bunun ilk önemli örneklerindendir. (Belki de bu nedenle yargılanmış olabilir. Çünkü Galileo’nun savunmuş olduğu Kopemik sistemini açıklayan özgün Latince kitabı yüzünden asıl yazara yönelik bir Kilise önlemi alınmamıştır; belli ki, Kilise, zararlı düşüncelerin geniş halk kitlesine yayılmasından hoşnut değildi, Latince çok sınırlı bir elite hitap ediyordu.) Bilim akademilerinin Rönesans ve Bilimsel Devrim döneminde ortaya çıktığını, daha önemlisi artık bilim adamlarına, din veya yazdıkları dille değil, belli bir devletin yurttaşı olarak referans verilmeğe başlandığı görülmektedir. Hatta kendi ülkelerinden, korku veya başka bir nedenle, ayrılıp yabanda eser verseler bile, Örneğin Jansenist Descartes’in Hollanda’da yaşaması gibi, Bilim Tarihleri, yine de onu Fransız, Newton’u İngiliz, Huygens’i Hollandalı (Dutch) saymaktadır.
Osmanlı’nın içindeki Türklerin ulusal devlet içinde kendi bilimsel alt yapılarını oluşturmaları ise 20. yy’dadır. Bundan önceki Osmanlının bilim hayatını ancak, Karolenj dönemi ve daha genelde, Katolik Kutsal Roma İmparatorluğu’nun 16. yy başına kadar süren hayatı ile karşılaştırabiliriz. Bu dönemde Avrupa’da Latince Din-Bilim dili olup bir Hıristiyan cemaatinin üstyapı kurumlarında geçerlidir. Ulusal diller ve devletler ayrışması, matbaanın ortaya çıkıp, başta İncil olmak üzere, eski ve yeni temel bilim kitaplarının ulusal dillerde (vemaculars) basılmasıyla başladı ve bu süreç Protestanlık Hareketiyle büyük bir ivme kazandı. Protestanlığın yani Roma Kilisesi’ne dinsel başkaldırıda, matbaanın rolünü burada açıklamak gereksiz.
Osmanlı’da bu ayrım kendiliğinden olmadı: Matbaa, Türkiye’ye, daha doğrusu Osmanlıca-Türkçe yayın hayatına, 18. yy’da (1727-1729) girdi (5). Berkes’in “ilk yenilik” (6) diye adlandırdığı bu geç kalmış teknoloji transferi bir İslam Protestanlığına yol açmadığı gibi Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesine de fazla yardım etmedi. Osmanlı Devleti’nde ulusal ayrışmalar da, Fransız Devrimi’nin etkileriyle 19. yy’da başlayarak 20. yy’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla belli bir sona ulaştı. Üstelik Osmanlı, Avrupa Hıristiyan Cemaati’ne göre çok-dinli ve çok-dilli bir yapı gösteriyordu. Zaten ayrışma bu farklı din ve dil gruplan içinde, özellikle Balkanlarda ortaya çıktı. Avrupa Katolik Cemaati’ne tekabül eden Sünni İslam Cemaati’nde hiçbir ayrışma olmadı; homeostatik halini korudu. Bu bakımdan, Osmanlı’yı, bilim ve düşün alanında, ancak, Kapitalizm öncesi, hatta Keşifler öncesi Avrupa ile karşılaştırmak mümkündür; çıkış noktamız da budur: Bilim Devrimi ile (varsa) Osmanlı Bilimini karşılaştırmak mümkün değildir çünkü, iki toplumun, gelişmişlik derecesini göz önüne aldığımızda, benzer yapılar da olmadığını anlıyoruz. Buna daha ilerde değiniriz. Ancak, ifademizden de anlaşılacağı gibi, Osmanlıda 20. yy’a kadar bir modem bilim olmadığını, BD öncesi toplumlarla karşılaştırılabileceğini ileri sürüyoruz. Bu da genel yaklaşımımızın bir parçasıdır. Bu yaklaşım nereden doğmaktadır?
I - GENEL YAKLAŞIM VE SORUNLAR
Bilim, Bilimsel Devrim ve Osmanlı... Bir cümle içinde bir araya getirilmeleri çok güç terimler. Ön-Asya Dünyasında, çeşitli bilim gelenekleri ve medeniyetlerin yani Hellen-Bizans, Arap-îslam, Sassani - Zerdüşt, Süryani Hıristiyan bilim ve kültürlerinin zayıfladığı, statik hale geldiği veya silindiği bir aşamada, 14. yy sonu ve 15. yy başında ortaya çıkan Osmanlı devletinine ön-Asya bölgesinde benimsediği İslam’dan ne de daha sonra kuramlarıyla birlikte ele geçirdiği Doğu Roma’dan canlı bir bilim-kültür mirası kalmadı. İstila, ayaklanma ve saray entrikası dışında, içsel dinamiklerden kaynaklanan büyük toplumsal dönüşümler yaşayamayan “Şark” toplumlan için “Devrim” 19. yy’a hatta 20. yy’a kadar bilinmeyen bir olgudur. Toplumun ve / veya devletin temel felsefesi statükoyu bozmamak, hiçbir parametreyi değiştirmemektir. Sibernetik veya “homeostatic” (1) bir toplumda tedrici “yenilikler” dahi kontrol altındadır. Bir yaklaşıma göre, ufak birikimlerin yarattığı büyük değişimler, ani bir devrim olgusu, bu sistemlere her bakımdan yabancıdır. Ancak, sistem durağanlığından doğan içsel çürüme, sistemi koruma çabaları sistemi tahribe yöneldiğinde ortaya çıkan doğal çöküşler, bir devrim değil, bir deprem, fırtına gibi doğa olayı biçiminde algılanabilir. Oldukça iradi ve ferdi (fertler tarafından yönlendirilen) nitelikte görünen Devrim olgusuyla bazı fertlerin her şeyi sorgulamasıyla hareket eden bilim süreci Osmanlıya tarihsel olarak tamamen yabancıdır. Nerede kaldı ki, iki olguyu birleştiren Bilimsel Devrim...
Bilim Devrimini nasıl tanımlayabiliriz? Avrupa’da, 16. yy dan 17. yy sonuna kadar bilim ve düşünce hayatında ortaya çıkan çok radikal yaklaşımların kabul edilip, “Antikite” den gelen otorite ve teorilerin başta, Aristo ve Batlamyus (Ptolemy) olmak üzere terk edildiği süreç. Daha kesin olarak, bu devrimin içsel tarihi göz önüne alınırsa, 1543’te, Nicholas Copemicus’un”Derevolutionibus orbium coelestium” (Gök cisimlerinin hareketleri hakkında) ve yine aym yıl basılan ilk anatomi kitabı, Andreas Vesalius’un “De humani corporis fabrica” (İnsan vücudunun yapısı hakkında) yayınlanmasıyla başlayıp Isaac Newton’un 1687’de “Principia Mathematica Philosophia Naturalis” (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) ile sona erdiği ve başka bir evreye, “Aydınlanma Dönemi”ne geçtiği varsayılan çok özel bir süreç. Ancak bütün süreçler gibi, bunun da gerisinde, paralelinde ve tabii ilerisinde başka olgular ve süreçler var. Zaten tarihin düğüm noktası da burada; tüm bilinmeyen, “kozmik” sorular burada sorulmaya başlanıyor; çünkü, Avrupa’nın dünyadan kopuş noktası bu dönem ve biraz daha gerilere rastlıyor, iktisadi ve siyasi ko puşu kesinleştiren ve ayrı dünyaları tescil eden Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi bu uzun sürecin bir devamı veya sonuç bölümleri gibi görünüyor.
Temel kozmik soru nedir? Niçin Batı Avrupa bilim ve teknolojide devrimler yaparak, kendi içsel dinamikleriyle modernleşip, hegomonik bir güç haline gelirken, modem dönem başmda güçlü görünen, hatta Çin ve Arap medeniyetlerinde görüldüğü gibi, bilim ve teknolojide nispi üstünlüğüne rağmen, Şark toplumları, bu arada Osmanlı, bu sürece katılamamıştır? Bunun temelinde Bilimsel Devrim (BD) mi vardır yoksa Bilimsel Devrimin temelinde yatan olgular mı? Bu nedenle, BD’yi veri alıp Osmanlının niçin bu devrimden etkilenmediğini veya katılmadığını araştırmak çok verimli bir yaklaşım sayılmaz. En azından BD ile ilgili bilinen bazı temel noktaları ve bu süreçte de henüz aydınlanmamış bazı kozmik sorunları hatırlatmak yerinde olabilir.
Çok iyi bilinir ki BD’nin arkasında ve paralelinde bir Rönesans, Yeniden Doğuş (Renaissance) ve Kilisede Reformasyon ve Karşı-Reformasyon denilen süreçler vardır. Ayrıca 14. yy’dan 17. yy ortasına kadar süren bu iç içe girmiş olguların yanı sıra, 15. yy’dan itibaren hızını arttıran coğrafi keşifler ve bunun yarattığı ticarete dayalı bir Kapitalist veya proto-Kapitalist bir sistem, Merkantilist Çağ özellikleri mevcut; bu Çağ’da yaşanan önemli bir Askeri Devrim, ulusal devletlerin, mutlakiyetçi (absolutist) kralların hegemonik taleplerine bilim ve teknolojinin bulduğu çözümleri içeriyor. Keşifler mi Kapitalizmin kapısını araladı yoksa yüksek kar, altın talebi, yeni pazarlar ve mallar mı Keşifleri zorladı? Askeri talep ve gemicilik mi bazı bilimsel ve teknolojik buluşların yapılmasını zorunlu kıldı? Kapitalizm mi Protestanlığı yoksa Protestanlık mı Kapitalizmi doğurdu? Rönesans ile Reformun bağlantısı kadar açık olmasa da bu soru 19. yy’dan beri soruluyor. Matbaanın icadını da katarsak BD bütün bu olguların, süreçlerin bir vektörü mü yoksa tamamen bağımsız özel bir olgu mu? Başka bir ifade ile, Bilim Sistemi, kendi iç dinamikleriyle hareket eden bağımsız bir ünite midir yoksa toplumsal gelişmenin herhangi bir dereceden türevi mi? Bu ve benzer bazı temel sorunları bir şekilde cevaplandırmadan ya da bazı kabuller yapmadan, yukarıda saydığımız devrimleri ve süreçleri hiç yaşamamış olan Osmanlıdan söz etmek biraz güç olacaktır. Daha doğrusu, Osmanlı ile BD ilişkisinden...
Bu ilişkilere geçmeden önce Osmanlı tarafıyla ilgili bazı sorunları da açı ğa çıkarmak gereklidir. Bu tarafta üç kavram ya da terim var: Osmanlı devleti, Türkler ve İslam. Osmanlı devletini kuranların Türk soyundan gelmeleri ve önemli bir Türk nüfusunu yönetmelerine rağmen, bu devletin, 15. yy’dan itibaren tüm Türk soyundan gelenleri kapsamadığı, Hint Kıtasını yöneten, Orta Asya’yı yöneten, hatta Kafkaslardaki ve İran’daki hanedanların da Türk soyundan geldiklerini, dünyadaki Türk ve Türk’e yakın insanların çoğunun bu yönetimleri altında olduğunu hatırlatmamız gerekir.
Aynı şekilde, Osmanlının resmi dininin İslam olması, 16. yy’dan itibarende Suriye, Mısır, Hicaz ve Kuzey Afrika topraklarını kontrol etmesine rağmen (17. yy’da Irak ve Basra Körfezinin Doğusu), bu devlet, Endonezya’dan Fas’a değin tüm Müslümanları temsil etmiyordu çünkü, yukanda saydığımız diğer devletlerdeki Müslüman sayısı Osmanlı tebaası Müslümanlardan daha fazlaydı. Şimdi başka bir açıdan düşünelim: Osmanlı devlet topraklarında çok önemli miktarda diğer dinler mensubu mevcuttu. Bunların başında, Doğu Roma’nın Ortodoks Rum (Romalı) tebaası gelmekteydi. İslam’dan sonraki ikinci resmi inanç (confession) olarak, Ortodoksi ve Ökümenik Patriklik, 19. yy başına (Yunan İsyanı) kadar devletteki önemini ve itibarını korumuştur. Bu topraklar, hemen bütün dinlerin ve hatta felsefelerin (bilimin) doğduğu tarihi mekanı temsil eder. Osmanlı, bu anlamda Roma’ya benzer ve aslında onun tabii mirasçısıdır. Genişleme dinamiği, Heilenistik Çağdan beri, toleransı ve ortak yaşamı (cohabiation) gerektirmektedir. Bu bakımdan Osmanlı devleti bir kültürler-dinler mozaiğidir (2). (Roma ile başka bir benzerlik, bu sistemin, Eski Grek-Helen bilimini aldığı yerden ileriye götürememesinde olduğu gibi, Osmanlı da, Suriye-İslam bilimini bulduğu yerden ileriye taşıyamamış, hatta yerinde bile tutamamıştır (3).)
Bu açıklamaya neden gerek gördüm? Genelde, bizdeki Osmanlı bilimi ile uğraşan tarihçiler, Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında, Osmanlı-Türk-îslam çizgisini savunmak için, bütün bu elemanlardan çeşitli ‘kokteyller’ hazırlamaktadırlar. Kokteylde yerine göre İslam, yerine göre Türklük ağırlık kazanmaktadır. Tabii ki, bunlar, Avrupa karşısındaki entellektüel ‘inferiorite kompleksimizin’ birer göstergesidir.
Birinci kokteyl, tabii ki kendi yapıp içtiğimiz, bilimleri ve bazı teknolojileri, bizim (Müslüman kimliğimizle konuştuğumuzda), Avrupalılara öğrettiğimiz şeklindedir. Hatta bir Prof. Başbakanımız, Avrupalılardan, ondalık sayıları her kullandıklarında ‘royalty’ almağa kalkmıştır. Kuşkusuz, Ispanya’daki Müslümanların Antik bilimleri tercüme yoluyla nakil ettikleri ve ilk Rönesansı başlattıklarını herkes bilir. Ondalık sayıları Hindistan’dan getirip cebirin temellerini atanlar o dönemin Arapça konuşan-yazan Müslümanları olup, Eflatun (Plato)’dan Aristo’ya klasik bilim kitaplarını tercüme ve şerh yoluyla unutulmaktan kurtaran, Avrupa’da karanlık Orta Çağda sönmüş bilim ateşini canlı tutanlar bunlardır. “Arapça’da bilim” in özgünlüğünü ve ne zaman ölmeğe başladığını daha ilerde inceleyebiliriz. Kuşkusuz, bu kadar bilimle iç içe girmiş insanların, tercüme ötesinde birçok katkı yaptıkları yadsınamaz. Ancak, Müslümanların 13. yy başlarına kadar temel işlevleri bir nakil (bilim transferedir. Üstelik, bu kitapları çevirenlerin hepsinin Müslüman olmadığı da bilinir. Örneğin, Musa ibn Maymun, 1135-1204 (Moses Maimonides) bir Musevi filozof ve bilim adamı olup pek çok kitabın tercümanıdır. Ama bütün bunlar, daha Osmanlı devleti kurulmadan Avrupa’nın Batısında, Ispanya’da cereyan ediyor.
İkinci kokteyl, Uluğ Beyden Ali Kuşçu’ya değin Türk asıllı fakat başka bir Türk devletinin, örneğin Özbek tebaası bilim adamlarını ileri sürmektir. Bunlara Türk asıllı fakat çeşitli İslam devletlerinde yer alan isimler de ilave edilir. Bu durumda Türk kimliğimizle konuşmaktayız. Kimisi Türk kökenli, kimisi Müslüman, büyük bir bilim topluluğunu, “Osmanlı biliminin” önceli saymak ne kadar doğrudur? (4) Henüz ulusal devletlerin belirmediği “kavmiyet” aşamasında, insanların ana-baba veya ana dili esasında ‘Türki ve başka bir gruptan olması sadece ‘kişisel’ bir özellik olarak bilim tarihi kayıtlarına girebilir. Ulusal bilim sistemleri (bilim ne kadar ulusal olabilirse!), Avrupa’da dahi, 17. yy sonunda tam olarak belirmiş sayılmazdı; temel bilim eserleri Latince yazılıyordu. Buna rağmen, ulusal dillerde yayınlar da başlamıştı : Galileo’nun İtalyanca “Diyalogo” su bunun ilk önemli örneklerindendir. (Belki de bu nedenle yargılanmış olabilir. Çünkü Galileo’nun savunmuş olduğu Kopemik sistemini açıklayan özgün Latince kitabı yüzünden asıl yazara yönelik bir Kilise önlemi alınmamıştır; belli ki, Kilise, zararlı düşüncelerin geniş halk kitlesine yayılmasından hoşnut değildi, Latince çok sınırlı bir elite hitap ediyordu.) Bilim akademilerinin Rönesans ve Bilimsel Devrim döneminde ortaya çıktığını, daha önemlisi artık bilim adamlarına, din veya yazdıkları dille değil, belli bir devletin yurttaşı olarak referans verilmeğe başlandığı görülmektedir. Hatta kendi ülkelerinden, korku veya başka bir nedenle, ayrılıp yabanda eser verseler bile, Örneğin Jansenist Descartes’in Hollanda’da yaşaması gibi, Bilim Tarihleri, yine de onu Fransız, Newton’u İngiliz, Huygens’i Hollandalı (Dutch) saymaktadır.
Osmanlı’nın içindeki Türklerin ulusal devlet içinde kendi bilimsel alt yapılarını oluşturmaları ise 20. yy’dadır. Bundan önceki Osmanlının bilim hayatını ancak, Karolenj dönemi ve daha genelde, Katolik Kutsal Roma İmparatorluğu’nun 16. yy başına kadar süren hayatı ile karşılaştırabiliriz. Bu dönemde Avrupa’da Latince Din-Bilim dili olup bir Hıristiyan cemaatinin üstyapı kurumlarında geçerlidir. Ulusal diller ve devletler ayrışması, matbaanın ortaya çıkıp, başta İncil olmak üzere, eski ve yeni temel bilim kitaplarının ulusal dillerde (vemaculars) basılmasıyla başladı ve bu süreç Protestanlık Hareketiyle büyük bir ivme kazandı. Protestanlığın yani Roma Kilisesi’ne dinsel başkaldırıda, matbaanın rolünü burada açıklamak gereksiz.
Osmanlı’da bu ayrım kendiliğinden olmadı: Matbaa, Türkiye’ye, daha doğrusu Osmanlıca-Türkçe yayın hayatına, 18. yy’da (1727-1729) girdi (5). Berkes’in “ilk yenilik” (6) diye adlandırdığı bu geç kalmış teknoloji transferi bir İslam Protestanlığına yol açmadığı gibi Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesine de fazla yardım etmedi. Osmanlı Devleti’nde ulusal ayrışmalar da, Fransız Devrimi’nin etkileriyle 19. yy’da başlayarak 20. yy’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla belli bir sona ulaştı. Üstelik Osmanlı, Avrupa Hıristiyan Cemaati’ne göre çok-dinli ve çok-dilli bir yapı gösteriyordu. Zaten ayrışma bu farklı din ve dil gruplan içinde, özellikle Balkanlarda ortaya çıktı. Avrupa Katolik Cemaati’ne tekabül eden Sünni İslam Cemaati’nde hiçbir ayrışma olmadı; homeostatik halini korudu. Bu bakımdan, Osmanlı’yı, bilim ve düşün alanında, ancak, Kapitalizm öncesi, hatta Keşifler öncesi Avrupa ile karşılaştırmak mümkündür; çıkış noktamız da budur: Bilim Devrimi ile (varsa) Osmanlı Bilimini karşılaştırmak mümkün değildir çünkü, iki toplumun, gelişmişlik derecesini göz önüne aldığımızda, benzer yapılar da olmadığını anlıyoruz. Buna daha ilerde değiniriz. Ancak, ifademizden de anlaşılacağı gibi, Osmanlıda 20. yy’a kadar bir modem bilim olmadığını, BD öncesi toplumlarla karşılaştırılabileceğini ileri sürüyoruz. Bu da genel yaklaşımımızın bir parçasıdır. Bu yaklaşım nereden doğmaktadır?