İbn Haldun (1332-1406) - 2
|
BEDEVİ (GÖÇEBE) VE HADARİ (YERLEŞİK) HAYAT
İbn Haldun'a göre toplum hayatı zorunludur. İnsan muhtaç olduğu gıdayı elde etmek için yakınlarıyla dayanışma halinde olmalıdır. Hayvanların hücumundan korunmak için de yakınlarının yardımına muhtaçtır. İnsanların hayatlarını sürdürmeleri ancak kendiler için gereken şeyleri elde etmek için toplumlaşma ve dayanışmaya sahip olmalarıyla mümkündür. İnsanlar arasında mücadele, savaşlar ve kavimlerin çökmesi bunların sonuçlarıdır. Devamlı bir anarşi imkansızlığı da buradan gelir, bazıları ötekilere hükmeder ve bunlar da idare edici olurlar, bu, hükmetme ve yıkma gücü insan tabiatının sonucudur. Filozoflar bu gerçeği, insanın tabiatça medeni bir varlık olduğunu söyleyerek ifade ederler: Onların terimlerinde polis (medine: şehir) İbn Haldun'a göre toplumu (umran) gösterir. Devlet toplum dışında anlaşılamaz; devletsiz toplum çok nadirdir, yalnız insanları düşman zümreler halinde koyan mücadele vardır. İki türlü sosyal hayat vardır:
1) Göçebe hayat,
2) Yerli hayat.
Her ikisi de:
a- Zümrede meydana gelen sosyal düşmanlık hali ile;
b- Dıştan gelen düşmanlık halini ayırıyor.
Başkanlık görevi doğal bir görevdir ve burada zorbalık ve zulüm söz konusu değildir. Fakat iktidar yaptırıcı güç ile hakim olmaktır. Zira iktidar başkanlık görevine katılan bir şeydir. Bir rütbe kazanıldığı zaman daha üstün bir derece istenir, böylece hırs yüzünden (coercitive) yaptırıcı hükmetmeye varılır. Satı-el-Husri'ye göre İbn Haldun Durkheim'in sosyal baskı teorisi ile Tarde'ın taklit teorisinin öncüsüdür. Filozofun şu sözleri bu kanaati destekler: "Mesela babasının, ailesinden birçoğunun ipek elbiseler, yaldızlı şeyler giydiği, meclislerde halktan kaçtığını gören kimse eski nesillerin adetlerinden etkilenir. Sade esvab (elbise) giymeyi isteyemez. Eğer onlara karşı koyarsa kötü görülür, ona deli gözüyle bakılır, hatta o toplumdan kovulur." Öte yandan şu bölümde sosyal olayların gerçekleşmesinde taklidin etkisini çok iyi bildiğini gösteriyor:
TAKLİT
Kılık kıyafette, davranışta ve başka hareketlerde yenilen yeneni taklit eder. Yenilenin daima kılık, at ve silahlar bakımından yenene benzediğini görüyoruz. O yenenin bütün adetlerini alır ve onun kopyası olmaya çalışır. Bu taklidin nedeni şunlardır:
1) Üstünü yetkin bir varlık olarak görmekten;
2) Yenenin baskı şeklinde adetlerinin etkisinden. Böylece, İbn Haldun'un düşüncesinde birbirine karışmış iki sosyal etkenin seziş halinde anlaşıldığını görüyoruz.
SOSYAL OLAYLAR VE COĞRAFYA
İbn Haldun sosyal olaylar üzerinde coğrafi etkiye büyük bir önem veriyor ve kavimlerin karakterlerini ona göre hakim olan bu etkiyle açıklıyor: Aşırı iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bunun için uygarlıklar ılıman iklimlerde kurulmuştur. Bu uygarlıklar daha istikrarlı ve çevreye uyumludurlar. Halbuki sert iklimlerde toplumlar nadirdir ve bu kavimler ılıman memleketlerin halkına göre aşağı seviyede yaşarlar. Filozofun bu vesileyle verdiği izahlar bizim medar (tropik) kavimleri hakkındaki etnografik bilgimize tam uymaktadır. Mukaddime'nin bu sayfalarını okuduktan sonra çağdaş bir yazarın Arap tarihçisi ile sosyolojide coğrafyacı denen okul arasında yaklaştırma yapmadan kaçınması güçtür.
İbn Haldun bu tecrübi incelemeler sonunda onca evrensel olan açıklayıcı ilkelere ulaşıyor:
A. İnsan alışkanlıkları ve kazandıklarının ürünüdür. Yoksa tabiatı ve doğuştan mizacının eseri değildir,
B. Kavimlerin karakterleri varsa bunlar da onların alışkanlıkları ve kazandıklarının eseridir.
C. Bundan dolayı adetler insan tabiatını değiştirirler ve insan varlığını eski kuşaklardan gelen köküne değil, alışkanlıklarına borçludur. Bir şeye alışılınca o görenek ve adet olur, adet de doğuştan tabiat olmaya kadar gider. Böylece insan karakterlerini sosyal faaliyette kazanır:
1- Göçebeler, yerlilerden daha cesurdur;
2- İyiliğe ötekilerden daha kabiliyetlidir;
3- Göçebeler yerlilerden daha az zekidirler.
Çünkü yerliler, büyük şehirlerin halkı kendilerini rahata ve gevşekliğe bırakmışlardır. Korunma tasaları yoktur ve kadınlar, çocuklar gibi yaşarlar. Oysa göçebeler daima istikrarsız bir hayatın tehlikelerine karşı korunma zorundadırlar. Ve bu onlara cesur eylemler alışkanlığını verir. En sonra yerliler de göçebelerden daha zekidirler. Çünkü mal yapma (imal) ve sözü kullanma sırasındaki egzersizleri onlara göçebenin bilmediği bir beceriyi verir. Tüccar kendini satış ve alışa verir ve bir fayda kazanma onun sonucudur, yerli hayatı, cesareti söndürerek ve hırsı, düşüklükleri körükleyerek insanları adetlerin bozulmasına götürür.
Hükümet sürenler yerlerinde kalmak için ihtiyaçları olandan fazlasını sarfetmeye mecbur olurlar, idare edilenler de üstünlerinin hoşuna gitmek için hediyeler verme ve kazandıklarından fazla harcama zorundadırlar. Sanatlar ve bilimlerin gelişmesi ihtiyaçları, hırsları, her türlü düşüklükleri arttırır ki bu da ahlakın bozulması ve medeniyetin çökmesinden başka bir şey değildir. İbn Haldun'a göre şehirlerin yerli hayatı her türlü düşüklükleri, başlıca kötüye kullanılan evlenme, zina, fuhuş, sapık cinsiyet ile şehveti arttırır. Fakat öte yandan sanatlarla, iktisatla, kıyafet ve bildirme yollarıyla insanların faaliyetini işletir. Bu şartlarda gittikçe daha canlanan faaliyet aklın gelişmesini doğurur. Çünkü akıllı nefs, İbn Haldun'a göre, ancak güç (kuvve) halindedir. Onun güçten eyleme geçmesi sosyal şartların işe karışmasıyla, yani bilgilerin kazanılmasıyla mümkündür. Aklı işlemeye elverişli kılan deneyimdir. Dil bunun kanıtıdır. Yazıda çizgi halinde harflerden resim (imaj) halinde kelimelere ve resimli kelimelerden zihnin anlamlarına doğru evrim gösteririz ki biz daima deneyim ile teşekkül ediyoruz. Belirti (delil)den belirtişe (delalet) geçerken akılyürütmeleri ile metafizik problemlere kadar çıkan kuramsal akla sahip oluyoruz.
İbn Haldun'a göre toplum hayatı zorunludur. İnsan muhtaç olduğu gıdayı elde etmek için yakınlarıyla dayanışma halinde olmalıdır. Hayvanların hücumundan korunmak için de yakınlarının yardımına muhtaçtır. İnsanların hayatlarını sürdürmeleri ancak kendiler için gereken şeyleri elde etmek için toplumlaşma ve dayanışmaya sahip olmalarıyla mümkündür. İnsanlar arasında mücadele, savaşlar ve kavimlerin çökmesi bunların sonuçlarıdır. Devamlı bir anarşi imkansızlığı da buradan gelir, bazıları ötekilere hükmeder ve bunlar da idare edici olurlar, bu, hükmetme ve yıkma gücü insan tabiatının sonucudur. Filozoflar bu gerçeği, insanın tabiatça medeni bir varlık olduğunu söyleyerek ifade ederler: Onların terimlerinde polis (medine: şehir) İbn Haldun'a göre toplumu (umran) gösterir. Devlet toplum dışında anlaşılamaz; devletsiz toplum çok nadirdir, yalnız insanları düşman zümreler halinde koyan mücadele vardır. İki türlü sosyal hayat vardır:
1) Göçebe hayat,
2) Yerli hayat.
Her ikisi de:
a- Zümrede meydana gelen sosyal düşmanlık hali ile;
b- Dıştan gelen düşmanlık halini ayırıyor.
Başkanlık görevi doğal bir görevdir ve burada zorbalık ve zulüm söz konusu değildir. Fakat iktidar yaptırıcı güç ile hakim olmaktır. Zira iktidar başkanlık görevine katılan bir şeydir. Bir rütbe kazanıldığı zaman daha üstün bir derece istenir, böylece hırs yüzünden (coercitive) yaptırıcı hükmetmeye varılır. Satı-el-Husri'ye göre İbn Haldun Durkheim'in sosyal baskı teorisi ile Tarde'ın taklit teorisinin öncüsüdür. Filozofun şu sözleri bu kanaati destekler: "Mesela babasının, ailesinden birçoğunun ipek elbiseler, yaldızlı şeyler giydiği, meclislerde halktan kaçtığını gören kimse eski nesillerin adetlerinden etkilenir. Sade esvab (elbise) giymeyi isteyemez. Eğer onlara karşı koyarsa kötü görülür, ona deli gözüyle bakılır, hatta o toplumdan kovulur." Öte yandan şu bölümde sosyal olayların gerçekleşmesinde taklidin etkisini çok iyi bildiğini gösteriyor:
TAKLİT
Kılık kıyafette, davranışta ve başka hareketlerde yenilen yeneni taklit eder. Yenilenin daima kılık, at ve silahlar bakımından yenene benzediğini görüyoruz. O yenenin bütün adetlerini alır ve onun kopyası olmaya çalışır. Bu taklidin nedeni şunlardır:
1) Üstünü yetkin bir varlık olarak görmekten;
2) Yenenin baskı şeklinde adetlerinin etkisinden. Böylece, İbn Haldun'un düşüncesinde birbirine karışmış iki sosyal etkenin seziş halinde anlaşıldığını görüyoruz.
SOSYAL OLAYLAR VE COĞRAFYA
İbn Haldun sosyal olaylar üzerinde coğrafi etkiye büyük bir önem veriyor ve kavimlerin karakterlerini ona göre hakim olan bu etkiyle açıklıyor: Aşırı iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bunun için uygarlıklar ılıman iklimlerde kurulmuştur. Bu uygarlıklar daha istikrarlı ve çevreye uyumludurlar. Halbuki sert iklimlerde toplumlar nadirdir ve bu kavimler ılıman memleketlerin halkına göre aşağı seviyede yaşarlar. Filozofun bu vesileyle verdiği izahlar bizim medar (tropik) kavimleri hakkındaki etnografik bilgimize tam uymaktadır. Mukaddime'nin bu sayfalarını okuduktan sonra çağdaş bir yazarın Arap tarihçisi ile sosyolojide coğrafyacı denen okul arasında yaklaştırma yapmadan kaçınması güçtür.
İbn Haldun bu tecrübi incelemeler sonunda onca evrensel olan açıklayıcı ilkelere ulaşıyor:
A. İnsan alışkanlıkları ve kazandıklarının ürünüdür. Yoksa tabiatı ve doğuştan mizacının eseri değildir,
B. Kavimlerin karakterleri varsa bunlar da onların alışkanlıkları ve kazandıklarının eseridir.
C. Bundan dolayı adetler insan tabiatını değiştirirler ve insan varlığını eski kuşaklardan gelen köküne değil, alışkanlıklarına borçludur. Bir şeye alışılınca o görenek ve adet olur, adet de doğuştan tabiat olmaya kadar gider. Böylece insan karakterlerini sosyal faaliyette kazanır:
1- Göçebeler, yerlilerden daha cesurdur;
2- İyiliğe ötekilerden daha kabiliyetlidir;
3- Göçebeler yerlilerden daha az zekidirler.
Çünkü yerliler, büyük şehirlerin halkı kendilerini rahata ve gevşekliğe bırakmışlardır. Korunma tasaları yoktur ve kadınlar, çocuklar gibi yaşarlar. Oysa göçebeler daima istikrarsız bir hayatın tehlikelerine karşı korunma zorundadırlar. Ve bu onlara cesur eylemler alışkanlığını verir. En sonra yerliler de göçebelerden daha zekidirler. Çünkü mal yapma (imal) ve sözü kullanma sırasındaki egzersizleri onlara göçebenin bilmediği bir beceriyi verir. Tüccar kendini satış ve alışa verir ve bir fayda kazanma onun sonucudur, yerli hayatı, cesareti söndürerek ve hırsı, düşüklükleri körükleyerek insanları adetlerin bozulmasına götürür.
Hükümet sürenler yerlerinde kalmak için ihtiyaçları olandan fazlasını sarfetmeye mecbur olurlar, idare edilenler de üstünlerinin hoşuna gitmek için hediyeler verme ve kazandıklarından fazla harcama zorundadırlar. Sanatlar ve bilimlerin gelişmesi ihtiyaçları, hırsları, her türlü düşüklükleri arttırır ki bu da ahlakın bozulması ve medeniyetin çökmesinden başka bir şey değildir. İbn Haldun'a göre şehirlerin yerli hayatı her türlü düşüklükleri, başlıca kötüye kullanılan evlenme, zina, fuhuş, sapık cinsiyet ile şehveti arttırır. Fakat öte yandan sanatlarla, iktisatla, kıyafet ve bildirme yollarıyla insanların faaliyetini işletir. Bu şartlarda gittikçe daha canlanan faaliyet aklın gelişmesini doğurur. Çünkü akıllı nefs, İbn Haldun'a göre, ancak güç (kuvve) halindedir. Onun güçten eyleme geçmesi sosyal şartların işe karışmasıyla, yani bilgilerin kazanılmasıyla mümkündür. Aklı işlemeye elverişli kılan deneyimdir. Dil bunun kanıtıdır. Yazıda çizgi halinde harflerden resim (imaj) halinde kelimelere ve resimli kelimelerden zihnin anlamlarına doğru evrim gösteririz ki biz daima deneyim ile teşekkül ediyoruz. Belirti (delil)den belirtişe (delalet) geçerken akılyürütmeleri ile metafizik problemlere kadar çıkan kuramsal akla sahip oluyoruz.