Tanrı ve Kötülük Problemi Üzerine
|
E.Cioran
* Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her nevi tapınma saçmalığından koruyun, beni sizin elinizden hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun… Kalbimle gökyüzü arasında ki boşluk genişlesin!... Issızlıklarımı mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç temenni etmiyorum… Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen ellerinizin aksine… Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece… Sözlerinize ihtiyacım yok, bunları bana dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum… Siz yoklukta bir gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene oluştaki aşağılamaya ve utanca mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden devşirilmiş mucizeyi gösterin bana…
* Hiçlik beni sardığında ve doğulu bir söyleme göre “boşluğun boşluğuna” ulaştığımda, böylesi bir aşırılıktan yıldırım çarpmış gibi, son çare olarak Tanrı’ya başvurduğum olur… Bu ancak kuşkularımı çiğneme, kendimle çelişme ve ürpertilerimi çoğaltarak orada bir uyarıcı arama arzusundan olsa bile… Boşluk deneyimi inançsızın mistik eğilimidir, yalvarma olanağıdır, onun doluluk anıdır… Sınırlarımızda bir Tanrı çıkıverir ortaya, ya da onun yerini tutan bir şey…
* Kendine inançları yıkmakla görevli sanan felsefe, Hıristiyanlığın yayılma ve zafer dönemini yaşadığı zaman, boş inançlarını bu dinin üstün saçmalıklarına tercih ettiği paganizmle işbirliği yaptı… Tanrılara saldırarak ve onları geçersiz addederek ruhları özgür bırakmış olduğunu sanan felsefe, gerçekte ruhları yeni bir köleliğe teslim ediyordu, eskisinden de kötü bir köleliğe… Ne hoşgörü ne de alay için özel bir zaafı olmayan Tanrıların yerine kendini koyan Tanrıya teslim ediyordu… Felsefenin bu Tanrı’nın gelişinden sorumlu olduğu ileri sürülebilir, onun önerisinin bu olmadığı söylenebilir… Kuşkusuz ama felsefe Tanrılara dokunmadan onların çökertilmediğini, başkalarının onların yerini almaya geleceklerini ve bu değişimimde kendisinin hiçbir kazancı olmadığını düşünmeliydi…
* Gizli yaşamımızı Tanrı’ya atfetmekten vazgeçeceğimiz zaman, mistiklerin kendinden geçişleri kadar etkili durumlara ulaşabileceğiz… Öbür dünyaya başvurmadan bu dünyayı alt edebileceğiz… Yine de başka bir dünya takıntısı bize musallat olmak zorunda kalsaydı, duruma göre onlardan birini oluşturmak, tasarlamak elimizde olacaktı, sadece görünmez bir ihtiyacımızı gidermek için olsa bile… Bunun için aklı uzun bir suskunluğa zorlamak bize yetecektir… Uçuruma doğru çıkıyor, göğe doğru iniyoruz… Neredeyiz?... Anlamsız bir soru… Artık yerimiz yok…
* Kaygılı insan, sıkıntısını yüreklendiren, yoğunlaştıran her şeye Tanrı yollamış gibi yapışır… Ondan kurtulmasını istemek, dengesini bozmaktır, varoluşun ve gönencin temeli olan kaygıyı alt üst etmektir… Kurnaz günah çıkarıcı, bu kaygının zorunlu olduğunu, onun ne olduğu bilindiği zaman ondan vazgeçilemeyeceğini bilir… O, iyiliklerden söz etmeye yanaşmazken, dolambaçlı yoldan giderek, benimsenmiş onur verici kaygıyı, vicdan azabını över… Müşterileri ona minnettardır… Onun laik meslektaşları birbirleriyle tartışıp, bu insanları kendi hallerine bırakırken, bu açıkgöz de, onları bu kadar kolayca elinde tutmayı başarır…
* Hiçbir şeyin henüz doğmaya tenezzül etmediği bir dünyaya dalıp gitmek, sonsuzca… Bilincin istemeden sezinlendiği dünyaya, oraya daha varlığa bürünmemiş döl yatağına, benden önceki bir ben’in sıfır varlığının tadının çıkarıldığı dünyaya doğru hayali bir yolculuk… Doğmuş olmamak, sadece onu düşünmek, ne mutluluk, ne özgürlük, ne sonsuzluk!...
* Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum… Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmişim… Henüz belirsiz bir varlık iken, doğmak bana o zaman, başıma gelmediği için avunamayacağım bir felaket gibi görünür…
* Tanrı bizim pasımızdır ve tözümüzün akıl almaz çürümesidir…
* Tanrım, bana hiç dua etmeme gücü verin, her nevi tapınma saçmalığından koruyun, beni sizin elinizden hepten teslim edecek o sevgi eğilimini benden uzak tutun… Kalbimle gökyüzü arasında ki boşluk genişlesin!... Issızlıklarımı mevcudiyetinizle doldurmanızı, gecelerimi nurunuzla hırpalamanızı, Sibiryalarımı güneşinizle eritmenizi hiç temenni etmiyorum… Sizden de yalnız, ellerim tertemiz kalsın istiyorum; yeryüzünü yoğururken ve dünya işlerine karışırken hepten kirlenen ellerinizin aksine… Sersem kadiri mutlaklığınızdan, yalnızlığıma ve ıstıraplarıma saygı istiyorum sadece… Sözlerinize ihtiyacım yok, bunları bana dinlettirecek çılgınlıktan da çekiniyorum… Siz yoklukta bir gedik açarak şu zaman panayırını başlatmaya ve böylelikle beni evrene oluştaki aşağılamaya ve utanca mahkum etmeye iten o hoş göremediğiniz huzuru, ilk anın öncesinden devşirilmiş mucizeyi gösterin bana…
* Hiçlik beni sardığında ve doğulu bir söyleme göre “boşluğun boşluğuna” ulaştığımda, böylesi bir aşırılıktan yıldırım çarpmış gibi, son çare olarak Tanrı’ya başvurduğum olur… Bu ancak kuşkularımı çiğneme, kendimle çelişme ve ürpertilerimi çoğaltarak orada bir uyarıcı arama arzusundan olsa bile… Boşluk deneyimi inançsızın mistik eğilimidir, yalvarma olanağıdır, onun doluluk anıdır… Sınırlarımızda bir Tanrı çıkıverir ortaya, ya da onun yerini tutan bir şey…
* Kendine inançları yıkmakla görevli sanan felsefe, Hıristiyanlığın yayılma ve zafer dönemini yaşadığı zaman, boş inançlarını bu dinin üstün saçmalıklarına tercih ettiği paganizmle işbirliği yaptı… Tanrılara saldırarak ve onları geçersiz addederek ruhları özgür bırakmış olduğunu sanan felsefe, gerçekte ruhları yeni bir köleliğe teslim ediyordu, eskisinden de kötü bir köleliğe… Ne hoşgörü ne de alay için özel bir zaafı olmayan Tanrıların yerine kendini koyan Tanrıya teslim ediyordu… Felsefenin bu Tanrı’nın gelişinden sorumlu olduğu ileri sürülebilir, onun önerisinin bu olmadığı söylenebilir… Kuşkusuz ama felsefe Tanrılara dokunmadan onların çökertilmediğini, başkalarının onların yerini almaya geleceklerini ve bu değişimimde kendisinin hiçbir kazancı olmadığını düşünmeliydi…
* Gizli yaşamımızı Tanrı’ya atfetmekten vazgeçeceğimiz zaman, mistiklerin kendinden geçişleri kadar etkili durumlara ulaşabileceğiz… Öbür dünyaya başvurmadan bu dünyayı alt edebileceğiz… Yine de başka bir dünya takıntısı bize musallat olmak zorunda kalsaydı, duruma göre onlardan birini oluşturmak, tasarlamak elimizde olacaktı, sadece görünmez bir ihtiyacımızı gidermek için olsa bile… Bunun için aklı uzun bir suskunluğa zorlamak bize yetecektir… Uçuruma doğru çıkıyor, göğe doğru iniyoruz… Neredeyiz?... Anlamsız bir soru… Artık yerimiz yok…
* Kaygılı insan, sıkıntısını yüreklendiren, yoğunlaştıran her şeye Tanrı yollamış gibi yapışır… Ondan kurtulmasını istemek, dengesini bozmaktır, varoluşun ve gönencin temeli olan kaygıyı alt üst etmektir… Kurnaz günah çıkarıcı, bu kaygının zorunlu olduğunu, onun ne olduğu bilindiği zaman ondan vazgeçilemeyeceğini bilir… O, iyiliklerden söz etmeye yanaşmazken, dolambaçlı yoldan giderek, benimsenmiş onur verici kaygıyı, vicdan azabını över… Müşterileri ona minnettardır… Onun laik meslektaşları birbirleriyle tartışıp, bu insanları kendi hallerine bırakırken, bu açıkgöz de, onları bu kadar kolayca elinde tutmayı başarır…
* Hiçbir şeyin henüz doğmaya tenezzül etmediği bir dünyaya dalıp gitmek, sonsuzca… Bilincin istemeden sezinlendiği dünyaya, oraya daha varlığa bürünmemiş döl yatağına, benden önceki bir ben’in sıfır varlığının tadının çıkarıldığı dünyaya doğru hayali bir yolculuk… Doğmuş olmamak, sadece onu düşünmek, ne mutluluk, ne özgürlük, ne sonsuzluk!...
* Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum… Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmişim… Henüz belirsiz bir varlık iken, doğmak bana o zaman, başıma gelmediği için avunamayacağım bir felaket gibi görünür…
* Tanrı bizim pasımızdır ve tözümüzün akıl almaz çürümesidir…