Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 4
|
Böylelikle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin bu görüşlerini şöyle bir gözden geçirmiş olduk. İmdi bu görüşlerin yarattığı tartışmalardan ortaya çıkan sonuç şudur ki bu tartışmalara konu olan “felsefe”den hep farklı şeyler anlaşılıyor ve hep o anlaşılan şeyin sonunun geldiği iddiâ ediliyor. Şöyle ki:
Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini iddiâ ediyordu. Bundan sonra yapılacak bir şey kalmamıştı; çünkü felsefenin görevi hakîkati ortaya koymaktı, hakîkat mutlağın bilgisiydi ve Hegel mutlağın bilgisini ortaya koymuştu(!?). İmdi biz de felsefeden eğer Hegel’in anladığı şeyi anlarsak doğal olarak Felsefe’nin sonunun geldiğine îtirâz edemeyiz; ne var ki Felsefe gerçekten de Hegel’in anladığı türden bir etkinlik midir?
Marksistler teoria yerine praksisi koymakta bir an bile tereddüt etmezler. Bunu yaparken de felsefenin daha fazla politikleştirilmesini sağlamaya çalışırlar. Onlara göre felsefe yaşam karşısında ezik düşen insanların yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya çalışmalıdır, bunu yapacak olan şey de teoria değil; praksistir. Pekî ama içinde teorianın olmadığı bir Felsefe’nin bunları yapabilmesi gerçekten de mümkün müdür; hem üstelik teoriasız bir Felsefe olanaklı mıdır?
Comte’a göre de pozitif felsefe geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirecekti. Pozitif felsefe de üç hâl yasasının zorunlu bir sonucuydu, hem insan zihni hem de târih bu yasaya tâbi olduğu gibi düşün dünyâsında da yine bu yasa geçerliydi. Gerçekten de insanlık erken dönemlerden îtîbâren, tüm olup bitenleri açıklamak için teolojik nitelikte bir iş yapmış, sonra da “metafizik” nitelikte bir iş. Örneğin ilk çağlarda bu gibi açıklamalarda kullanılan tanrılar ilerleyen dönemlerde yerlerini arkhe, apeiron, logos vb. kavramlara bırakmış. Bu bakımdan Aydınlanma pozitif aşamayı imler; çünkü Hume’dan îtîbâren bu ilk nedenler arayışına bir son verildi. Ne var ki Aydınlanma’nın hemen ardından Alman İdealist Okulu tekrardan ilk nedenler arayışına girdi. Nitekim Fichte bu ilk nedeni mutlak ben’de, Schelling mutlak ayrımlaşmamışlıkta, Hegel ise mutlak tinde buldu. Dolayısıyla henüz Aydınlanma’nın hemen ardından Comte’un “metafizik aşaması”na geri dönüldü; bu bakımdan Comte’un bu ilerleme görüşü geçersiz kılınmış oluyor. Hem üstelik geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğine inandığı şu “pozitif felsefe”sinin dayandığı kabûllerin de birer mesnetsiz sav olduğu ortaya çıkıyor. Öte yandan bunlara dayanarak Felsefe’nin sonunun geldiğini iddiâ etmek ise düpedüz sofistik bir yanılsamadır.
James’in felsefe ve doğruluk sorunu hakkındaki görüşleri ise başlı başına bir sorun: her filozof önünde sonunda ortaya bir bilgi koyar ve kendisinden de bu bilginin hesâbını vermesi beklenir. Felsefe’de doğruluk hakkında en yaygın kabûl görmüş anlayış, hakkında belirli bir şey söylenen belirli bir nesne ile bu söylenenin uygunluğudur. Ben de bu doğruluk anlayışına katılmaktayım ve hem Felsefe’de hem de günlük hayatta söylenen bir şeyin doğru olup olmadığını sınamak için o şeyi hakkında olduğu nesneye geri götürdüğümüz -geri götürmemiz gerektiği- görüşündeyim. Söz gelişi bir kimse ‘cebimde 10 YTL var’ demiş olsun. Şu hâlde bu kimsenin söylediğinin doğru olup olmadığını sınamak için yapmamız gereken nedir? Tabiî ki cebine bakmaktır. Ne var ki bu örnek için James’i konuşturursak bize şunu der: ‘eğer o kişi cebinde 10 YTL olduğu düşüncesinden büyük bir haz alıyorsa bu durumda cebinde bu paranın gerçekten de olup olmadığının bir önemi yoktur.’ İmdi bu sakat düşüncenin nelere yol açabileceğini uzun uzadıya tartışmaya sanırım gerek yok. Ancak bu doğruluk anlayışının bırakınız geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğini(!?) savunmayı, bununla hiçbir konuda hiçbir iş yapılamaz.
Öte yandan James’e göre felsefenin görevi olgularda herhangi bir değişiklik yaratmayacak şu ya da bu görüşü ortaya atmak değil; şu ya da bu görüşün doğru diye kabûl edilmesi hâlinde kişilerin yaşamlarında ne gibi değişikliklerle karşılaşacaklarını açığa çıkartmaktı. Ne var ki bu tür bir iş yapmak niçin Felsefe’ye özgü bir iş olsun? Nitekim bir kimse geleneksel felsefede(!?) olduğu türden başka bir iş yapacak olursa ve bu işi yaparken, yaptığı işin adının felsefe olmasını istiyorsa şâyet ancak Felsefe’ye özgü bir iş yapmak durumundadır; yâni ancak filozofların yapabileceği türden bir iş. Fakat James’in felsefeye yüklediği ödevi yerine getirmek için hiç de filozof olmak gerekmiyor. Ancak burada asıl sorun: Felsefe’nin gerçekten de böyle bir görevi olup olmadığı sorunudur ki James’in bu soruya vereceği cevap da mesnetsiz kalmaya mahkûmdur; çünkü o zâten doğruluğun olanağını ortadan kaldırmaktadır. Hem üstelik sonunun geldiğini iddiâ ettiği felsefede(!?) kavram fetişizmi olduğu yollu görüşünü temellendirmesi istenseydi bu durumda James de nesneye geri dönmek durumunda kalırdı ki bu da onu kendi doğruluk anlayışının dışına sürüklerdi. İmdi bu da önemli bir çelişki.
Felsefenin aslında mantıksal çözümleme etkinliği olduğunu iddiâ edenlerin (Wittgenstein ve Viyana Okulu) ortaya koydukları da yine nesnesine uygun değil. Onlar da kafalarındaki “felsefe” tasarımını Felsefe’nin üzerine ödev olarak yüklüyor. Böyle yapmalarının bir nedenini şurada görebiliriz: bunların akıl hocası Russell’a göre felsefe bilimlerin dölyatağıdır. İmdi bilimler henüz olgunlaşmaya başlamadan önce felsefenin içindeydi, Yeni Çağ’la birlikte olgunlaşmaya başladıkça birer özerk disiplin hâline geldiler. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise bu kopuş süreci artık felsefeye âit hiçbir bilim bırakmadı. Oysa ki felsefeye ancak mantıksal çözümleme yöntemi âit olabilirdi; üstelik bu yöntem felsefeye âit olan aslî unsurdu; hattâ felsefenin kendisi. Nitekim felsefenin sonunun geldiği yollu görüş geleneksel felsefenin(!?) sonu olmak bakımından bu özerkleşme sürecinin sonunun geldiğini söylüyordu. Felsefe târihi boyunca yapılagelen spekülâtif argümantasyonlar(!?) da mantıksal çözümleme yöntemiyle süzgeçten geçirildiklerinde bunların aslında tamâmen keyfî çıkarımlara dayandığı görülecek ve onların yerine bilimsel düşünüş(!?) geçecekti. İmdi Russell’ın felsefeye âit kalan tek unsurun salt mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu savunması (da) Wittgenstein ve Viyana Okulu üzerinde derin etkiler yarattı. Ne var ki Russell’ın bu görüşünün bir kısmı târihsel bakımdan doğru olsa da bu görüş tam olarak doğru değildir: ilk çağlarda henüz Felsefe ile bilimler arasında herhangi bir ayrımlaşmanın ortaya çıkmamış olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Felsefe’ye âit olan tek unsurun ve hattâ Felsefe’nin kendisinin mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Felsefe yapmak deyimiyle karşılaştığımız her yerde şu ya da bu şekilde mantıksal çözümleme yöntemiyle yapılan bir işe rastlamayabilmekteyiz. İmdi bu durumda verdiği tanım realiteye uygun düşmemiş oluyor. Aslında Russell da bunun farkındaydı; ancak bu, onun için bir sorun değildi; çünkü şimdiye kadarki filozofların yaptığı iş zâten spekülâtif argümantasyonlar(!?) geliştirmekten başka bir şey değildi(!?) ve bunların artık bir tarafa bırakılmasının zamânı gelmişti(!?). Ne var ki bu da doğru değildir; çünkü Russell’ın felsefe yapmaktan ve dolayısıyla Felsefe’nin kendisinden anladığı şey zâten nesnesine uygun değildir. Kezâ aynı yanlışlar Ayer ve Reichenbach tarafından da yapılmıştır.
Fransız post-yapısalcılarının ortaya koydukları ise özellikle de dil felsefesi alanında bir dizi epistemolojik sorun yaratmakta ve bunları da uzun uzadıya ele almak lâzım. Ancak bu noktada şu kadarını söyleyeyim ki geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirmek(!?) Felsefe’nin sonunu getirmez. Hem üstelik geleneğin dil ve anlam kuramına karşı çıkıp da yerine ne getirdiklerine baktığımızda da yine bir dizi mesnetsiz görüşle karşılaşıyoruz.
Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini iddiâ ediyordu. Bundan sonra yapılacak bir şey kalmamıştı; çünkü felsefenin görevi hakîkati ortaya koymaktı, hakîkat mutlağın bilgisiydi ve Hegel mutlağın bilgisini ortaya koymuştu(!?). İmdi biz de felsefeden eğer Hegel’in anladığı şeyi anlarsak doğal olarak Felsefe’nin sonunun geldiğine îtirâz edemeyiz; ne var ki Felsefe gerçekten de Hegel’in anladığı türden bir etkinlik midir?
Marksistler teoria yerine praksisi koymakta bir an bile tereddüt etmezler. Bunu yaparken de felsefenin daha fazla politikleştirilmesini sağlamaya çalışırlar. Onlara göre felsefe yaşam karşısında ezik düşen insanların yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya çalışmalıdır, bunu yapacak olan şey de teoria değil; praksistir. Pekî ama içinde teorianın olmadığı bir Felsefe’nin bunları yapabilmesi gerçekten de mümkün müdür; hem üstelik teoriasız bir Felsefe olanaklı mıdır?
Comte’a göre de pozitif felsefe geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirecekti. Pozitif felsefe de üç hâl yasasının zorunlu bir sonucuydu, hem insan zihni hem de târih bu yasaya tâbi olduğu gibi düşün dünyâsında da yine bu yasa geçerliydi. Gerçekten de insanlık erken dönemlerden îtîbâren, tüm olup bitenleri açıklamak için teolojik nitelikte bir iş yapmış, sonra da “metafizik” nitelikte bir iş. Örneğin ilk çağlarda bu gibi açıklamalarda kullanılan tanrılar ilerleyen dönemlerde yerlerini arkhe, apeiron, logos vb. kavramlara bırakmış. Bu bakımdan Aydınlanma pozitif aşamayı imler; çünkü Hume’dan îtîbâren bu ilk nedenler arayışına bir son verildi. Ne var ki Aydınlanma’nın hemen ardından Alman İdealist Okulu tekrardan ilk nedenler arayışına girdi. Nitekim Fichte bu ilk nedeni mutlak ben’de, Schelling mutlak ayrımlaşmamışlıkta, Hegel ise mutlak tinde buldu. Dolayısıyla henüz Aydınlanma’nın hemen ardından Comte’un “metafizik aşaması”na geri dönüldü; bu bakımdan Comte’un bu ilerleme görüşü geçersiz kılınmış oluyor. Hem üstelik geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğine inandığı şu “pozitif felsefe”sinin dayandığı kabûllerin de birer mesnetsiz sav olduğu ortaya çıkıyor. Öte yandan bunlara dayanarak Felsefe’nin sonunun geldiğini iddiâ etmek ise düpedüz sofistik bir yanılsamadır.
James’in felsefe ve doğruluk sorunu hakkındaki görüşleri ise başlı başına bir sorun: her filozof önünde sonunda ortaya bir bilgi koyar ve kendisinden de bu bilginin hesâbını vermesi beklenir. Felsefe’de doğruluk hakkında en yaygın kabûl görmüş anlayış, hakkında belirli bir şey söylenen belirli bir nesne ile bu söylenenin uygunluğudur. Ben de bu doğruluk anlayışına katılmaktayım ve hem Felsefe’de hem de günlük hayatta söylenen bir şeyin doğru olup olmadığını sınamak için o şeyi hakkında olduğu nesneye geri götürdüğümüz -geri götürmemiz gerektiği- görüşündeyim. Söz gelişi bir kimse ‘cebimde 10 YTL var’ demiş olsun. Şu hâlde bu kimsenin söylediğinin doğru olup olmadığını sınamak için yapmamız gereken nedir? Tabiî ki cebine bakmaktır. Ne var ki bu örnek için James’i konuşturursak bize şunu der: ‘eğer o kişi cebinde 10 YTL olduğu düşüncesinden büyük bir haz alıyorsa bu durumda cebinde bu paranın gerçekten de olup olmadığının bir önemi yoktur.’ İmdi bu sakat düşüncenin nelere yol açabileceğini uzun uzadıya tartışmaya sanırım gerek yok. Ancak bu doğruluk anlayışının bırakınız geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirdiğini(!?) savunmayı, bununla hiçbir konuda hiçbir iş yapılamaz.
Öte yandan James’e göre felsefenin görevi olgularda herhangi bir değişiklik yaratmayacak şu ya da bu görüşü ortaya atmak değil; şu ya da bu görüşün doğru diye kabûl edilmesi hâlinde kişilerin yaşamlarında ne gibi değişikliklerle karşılaşacaklarını açığa çıkartmaktı. Ne var ki bu tür bir iş yapmak niçin Felsefe’ye özgü bir iş olsun? Nitekim bir kimse geleneksel felsefede(!?) olduğu türden başka bir iş yapacak olursa ve bu işi yaparken, yaptığı işin adının felsefe olmasını istiyorsa şâyet ancak Felsefe’ye özgü bir iş yapmak durumundadır; yâni ancak filozofların yapabileceği türden bir iş. Fakat James’in felsefeye yüklediği ödevi yerine getirmek için hiç de filozof olmak gerekmiyor. Ancak burada asıl sorun: Felsefe’nin gerçekten de böyle bir görevi olup olmadığı sorunudur ki James’in bu soruya vereceği cevap da mesnetsiz kalmaya mahkûmdur; çünkü o zâten doğruluğun olanağını ortadan kaldırmaktadır. Hem üstelik sonunun geldiğini iddiâ ettiği felsefede(!?) kavram fetişizmi olduğu yollu görüşünü temellendirmesi istenseydi bu durumda James de nesneye geri dönmek durumunda kalırdı ki bu da onu kendi doğruluk anlayışının dışına sürüklerdi. İmdi bu da önemli bir çelişki.
Felsefenin aslında mantıksal çözümleme etkinliği olduğunu iddiâ edenlerin (Wittgenstein ve Viyana Okulu) ortaya koydukları da yine nesnesine uygun değil. Onlar da kafalarındaki “felsefe” tasarımını Felsefe’nin üzerine ödev olarak yüklüyor. Böyle yapmalarının bir nedenini şurada görebiliriz: bunların akıl hocası Russell’a göre felsefe bilimlerin dölyatağıdır. İmdi bilimler henüz olgunlaşmaya başlamadan önce felsefenin içindeydi, Yeni Çağ’la birlikte olgunlaşmaya başladıkça birer özerk disiplin hâline geldiler. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise bu kopuş süreci artık felsefeye âit hiçbir bilim bırakmadı. Oysa ki felsefeye ancak mantıksal çözümleme yöntemi âit olabilirdi; üstelik bu yöntem felsefeye âit olan aslî unsurdu; hattâ felsefenin kendisi. Nitekim felsefenin sonunun geldiği yollu görüş geleneksel felsefenin(!?) sonu olmak bakımından bu özerkleşme sürecinin sonunun geldiğini söylüyordu. Felsefe târihi boyunca yapılagelen spekülâtif argümantasyonlar(!?) da mantıksal çözümleme yöntemiyle süzgeçten geçirildiklerinde bunların aslında tamâmen keyfî çıkarımlara dayandığı görülecek ve onların yerine bilimsel düşünüş(!?) geçecekti. İmdi Russell’ın felsefeye âit kalan tek unsurun salt mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu savunması (da) Wittgenstein ve Viyana Okulu üzerinde derin etkiler yarattı. Ne var ki Russell’ın bu görüşünün bir kısmı târihsel bakımdan doğru olsa da bu görüş tam olarak doğru değildir: ilk çağlarda henüz Felsefe ile bilimler arasında herhangi bir ayrımlaşmanın ortaya çıkmamış olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Felsefe’ye âit olan tek unsurun ve hattâ Felsefe’nin kendisinin mantıksal çözümleme yöntemi olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Felsefe yapmak deyimiyle karşılaştığımız her yerde şu ya da bu şekilde mantıksal çözümleme yöntemiyle yapılan bir işe rastlamayabilmekteyiz. İmdi bu durumda verdiği tanım realiteye uygun düşmemiş oluyor. Aslında Russell da bunun farkındaydı; ancak bu, onun için bir sorun değildi; çünkü şimdiye kadarki filozofların yaptığı iş zâten spekülâtif argümantasyonlar(!?) geliştirmekten başka bir şey değildi(!?) ve bunların artık bir tarafa bırakılmasının zamânı gelmişti(!?). Ne var ki bu da doğru değildir; çünkü Russell’ın felsefe yapmaktan ve dolayısıyla Felsefe’nin kendisinden anladığı şey zâten nesnesine uygun değildir. Kezâ aynı yanlışlar Ayer ve Reichenbach tarafından da yapılmıştır.
Fransız post-yapısalcılarının ortaya koydukları ise özellikle de dil felsefesi alanında bir dizi epistemolojik sorun yaratmakta ve bunları da uzun uzadıya ele almak lâzım. Ancak bu noktada şu kadarını söyleyeyim ki geleneksel felsefenin(!?) sonunu getirmek(!?) Felsefe’nin sonunu getirmez. Hem üstelik geleneğin dil ve anlam kuramına karşı çıkıp da yerine ne getirdiklerine baktığımızda da yine bir dizi mesnetsiz görüşle karşılaşıyoruz.