Felsefe’nin Sonu mu Geldi ? - 1
|
Felsefe târihi içinde felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler göreli olarak yakın bir zamandan beri sıklıkla dile getirilmekte. Acabâ gerçekten de Felsefe’nin sonu mu geldi? Bu soruya şöyle bir cevap arayalım; ancak öncelikle felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler ileri sürenlerin bu görüşlerine şöyle bir bakalım:
*
Bildiğim kadarıyla ilk defâ Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini savunmuştu. Hegel’e göre felsefenin asıl görevi hakîkatin ne olduğunu serimlemekti(!?). Hegel’in dilinde hakîkat mutlağın bilgisiydi. Mutlak ise bir süreçti, yaşamın kendisi; yâni o, sâbit bir şey değildi. Mutlağa dışarıdan bakan bir tanrı yoktu. Kendisi bir süreç olan mutlak, idenin tin olarak kendi bilincine varma süreciydi. Bu süreç ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir ve bu sistemde kullanılan kavramların birbirleri arasında belirli bir içsel zorunluluğun bulunması gerekirdi. Böylelikle bir kavramdan başka hangi kavrama geçildiği gösterilir ve bu sistemi oluşturmada kullanılan her bir kavramın hesâbı verilmiş olurdu.
İmdi Hegel’in sistemi kapalı bir sistemdir ve bu sisteme dışarıdan müdahâle eden bir unsur da yoktur. Bu sistemde yer alan tüm öğeler birer aşamadır ve Hegel bunları kullanarak hiçbir öğeyi ve ilkeyi dışta bırakmaksızın hakîkati serimlemeye çalışır. Bunu yaparken de her tek olayın nedenlerini veya sonuçlarını değil; her tek olayın olup bitmesini ve tam da o şekilde olup bitmesini sağlayan ilkeleri açıklamaya çalışır, bu ilkeler hakîkati serimleyen ilkelerdir.
Hegel’e göre hakîkati oluşturan her bir parçanın tek başına bir anlamı yoktur; parça ancak bütün içinde anlam kazanır ve böylelikle sistem bilimsel bir hâle gelir. Parça bütünden ayrı olarak ele alındığında kavranılmış olmaz. Bütünün kendisi organizmayı andıran kompleks bir yapıdadır. İmdi bütünden ayrı olarak ele alınan bir şey salt bir soyutlama olarak kalacaktır. Böylelikle felsefe hakîkatin iç gelişiminin açığa vurulmasını sağlar(!?) ki bu da sistem aracılığıyla nesnelerin düşüncede görülmesi demeye gelir(!?). Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir ve mutlağın ne olduğunu kavramaya ve ortaya koymaya çalışır(!?).
İmdi felsefe ile bilim koparılamaz bir ilgi içindedir: Hegel’in dilinde felsefe bir bilimdir; bütün bilimlerin üzerinde bir bilim. Bilim de kavramları kapalı bir şekilde zorunluluk ilişkileri içinde açıklama işidir(!?). Kavramlar arasındaki içsel zorunluluk sistem kurmaya olanak tanır ve sistem kavramlar arasındaki bağlantıları ortaya koyarak olan bitenin dayandığı ilkeleri açıklar. (Mantık Bilimi 17. önerme) Felsefenin bu açıklamayı yapması vârolanı kavramasıyla mümkündür ve Hegel’in dilinde vârolan akıldır(!?). Hegel’e göre ancak bunun kavranılmasının ardından mutlağın bilgisi ortaya konabilir ve Hegel salt kendi sisteminde bu bilginin ortaya konabileceğine inanır; hakîkati ortaya koyduğunu, felsefeyi içinde bulunduğunu düşündüğü çöküşten kurtardığını(!?) ve “felsefesi”yle kendinden önceki filozofları aştığını savunur.
Böylelikle Hegel kendi sistemiyle her türlü gelişimin yasasını ortaya koyduğunu iddiâ eder, bundan sonra artık ortaya yeni bir yasa konmayacak olduğunu belirterek kendisinden sonraki dönemlerde ancak bu yasalar arasındaki ilişkilerin kullanılmasıyla onlara bir dizi önemsiz eklenti yapılacağını ve onlar arasındaki ilişkilerin ancak daha detaylı bir serimlemesinin gerçekleştirileceğini savunur.
*
On dokuzuncu yüzyılda Hegel sonrası dönemde, felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler kimi zaman düşük kimi zaman da yüksek bir sesle dile getirildi. Söz gelişi Marks ile Engels felsefenin teorik sorunlarla uğraşmak yerine salt pratik sorunlarla uğraşması gerektiği görüşünü bayraklarken Batı felsefesi târihinin bu geleneksel uğraşısını sona erdirmeyi amaçlamışlardı. Nietzsche ise bu geleneğin hemen tüm filozoflarına savaş açmış ve “çekiçle felsefe yapmak” mottosu altında bu geleneği yıkarak bunun sonunu getirmeye çalışmıştı.
*
Almanya’da bunlar olup biterken Fransa’da da felsefenin sonunun geldiğini yollu görüşler ileri sürenler vardı: Comte’a göre hem insan zihni hem de târih zorunluklu olarak üç hâl yasasına göre işliyordu; nitekim bu yasa içinde zorunluklu olarak aşılması gereken üç aşama vardı, bu aşamalar: teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşama. Teolojik aşamada, tüm olup bitenler tanrısal nedenlere dayandırılırdı. Metafizik aşamada ise bunlar metafizik kavramlarla(!?) açıklanmaya çalışılırdı. Bu iki aşamada da olguların dayandığı ilk nedenler araştırılır; ancak pozitif aşamada ise bu ilk nedenlere ulaşma arzusu bir tarafa bırakılır ve salt olgular arasındaki ilişkilerle uğraşılırdı.
İmdi Comte’a göre insanlık artık pozitif aşamada yaşamaktadır. Bu aşamada artık anlaşılmıştır ki doğada ancak yasalar vardır ve doğayı konu edinen bilimlerde ilk nedenler arayışına girişmek saçmadır, bu yapılsa bile zâten bilinemez. Önermeler ancak olgulara göndermede bulunduğunda anlamlıdır ve ancak bu ilişkiler bilinebilir. (bkz: Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları; syf: 32-59) Böylelikle Comte’un bu empirist tavrı felsefenin tâ öteden beri ilk nedenlerle uğraştığını düşünmesi nedeniyle onu da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmeye götürür. Comte’a göre artık geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı, onun yerine bilimlerle ilgilenilmeli ve tüm bilimler de pozitif bilimler temelinde ele alınmalıdır(!?).
*
Almanya ve Fransa’da bunlar olup biterken İngiltere ve Amerika’da ise şu gelişmeler ortaya çıkar: Comte’un bu empirist tavrını Mill oldukça yerinde bulur ve bu tavır üzerine yeni bir bilimsel(!?) uğraş geliştirir: psikolojinin henüz emekleme dönemlerinde Mill bu empirist tavırla deneysel psikolojinin kurulmasını sağlar. Bu bilim başka her türlü etkinliğe bir temel oluşturacak(!?) ve geleneksel felsefenin(!?) de sonunu getirecekti(!?).
İngiltere’de Mill’in bu empirist tavrı yeniden gündeme getirmesi Amerika’da Peirce ve James’te ise geleneksel felsefeye(!?) ilişkin çok ciddî bir eleştiri ortaya çıkarttı: Peirce’a göre bir kavramın anlamı o kavramın uygulamadaki etkileriyle anlaşılır ki bunu sağlayan yöntem pragmacı yöntemdir. Bir kavramın anlamını anlayabilmek için onun olgular arasında kurulacak hangi ilişkiye en iyi uyduğunu belirtmemiz gerekir. Belirli bir nesneye yönelen herhangi bir düşünceye açıklık kazandırabilmek için de yine o nesnenin uygulamada ne gibi etkileri olduğunu, ondan ne gibi duyumlar elde edinilebileceğini ve ona ne gibi tepkiler göstermeye hazır olduğumuzu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla kavramların anlamlarını anlamak için belirli bir sezgiyle iş görmek veya kavramsal çözümleme yapmak yersiz ve yanlıştır. Bir kavramın uygulamadaki etkilerine bakılarak anlamı tespit edilemiyorsa şâyet o kavram anlamsızdır. Geleneksel felsefe(!?) bu anlamsız kavramlarla doludur ve bunlar bir tarafa bırakılmalıdır. (bkz: Celâl Türer, Charles S. Peirce’ün Pragmatik Felsefesi; syf: 31-93)
*
Bildiğim kadarıyla ilk defâ Hegel kendi sistemiyle felsefenin sonunu getirdiğini savunmuştu. Hegel’e göre felsefenin asıl görevi hakîkatin ne olduğunu serimlemekti(!?). Hegel’in dilinde hakîkat mutlağın bilgisiydi. Mutlak ise bir süreçti, yaşamın kendisi; yâni o, sâbit bir şey değildi. Mutlağa dışarıdan bakan bir tanrı yoktu. Kendisi bir süreç olan mutlak, idenin tin olarak kendi bilincine varma süreciydi. Bu süreç ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir ve bu sistemde kullanılan kavramların birbirleri arasında belirli bir içsel zorunluluğun bulunması gerekirdi. Böylelikle bir kavramdan başka hangi kavrama geçildiği gösterilir ve bu sistemi oluşturmada kullanılan her bir kavramın hesâbı verilmiş olurdu.
İmdi Hegel’in sistemi kapalı bir sistemdir ve bu sisteme dışarıdan müdahâle eden bir unsur da yoktur. Bu sistemde yer alan tüm öğeler birer aşamadır ve Hegel bunları kullanarak hiçbir öğeyi ve ilkeyi dışta bırakmaksızın hakîkati serimlemeye çalışır. Bunu yaparken de her tek olayın nedenlerini veya sonuçlarını değil; her tek olayın olup bitmesini ve tam da o şekilde olup bitmesini sağlayan ilkeleri açıklamaya çalışır, bu ilkeler hakîkati serimleyen ilkelerdir.
Hegel’e göre hakîkati oluşturan her bir parçanın tek başına bir anlamı yoktur; parça ancak bütün içinde anlam kazanır ve böylelikle sistem bilimsel bir hâle gelir. Parça bütünden ayrı olarak ele alındığında kavranılmış olmaz. Bütünün kendisi organizmayı andıran kompleks bir yapıdadır. İmdi bütünden ayrı olarak ele alınan bir şey salt bir soyutlama olarak kalacaktır. Böylelikle felsefe hakîkatin iç gelişiminin açığa vurulmasını sağlar(!?) ki bu da sistem aracılığıyla nesnelerin düşüncede görülmesi demeye gelir(!?). Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir ve mutlağın ne olduğunu kavramaya ve ortaya koymaya çalışır(!?).
İmdi felsefe ile bilim koparılamaz bir ilgi içindedir: Hegel’in dilinde felsefe bir bilimdir; bütün bilimlerin üzerinde bir bilim. Bilim de kavramları kapalı bir şekilde zorunluluk ilişkileri içinde açıklama işidir(!?). Kavramlar arasındaki içsel zorunluluk sistem kurmaya olanak tanır ve sistem kavramlar arasındaki bağlantıları ortaya koyarak olan bitenin dayandığı ilkeleri açıklar. (Mantık Bilimi 17. önerme) Felsefenin bu açıklamayı yapması vârolanı kavramasıyla mümkündür ve Hegel’in dilinde vârolan akıldır(!?). Hegel’e göre ancak bunun kavranılmasının ardından mutlağın bilgisi ortaya konabilir ve Hegel salt kendi sisteminde bu bilginin ortaya konabileceğine inanır; hakîkati ortaya koyduğunu, felsefeyi içinde bulunduğunu düşündüğü çöküşten kurtardığını(!?) ve “felsefesi”yle kendinden önceki filozofları aştığını savunur.
Böylelikle Hegel kendi sistemiyle her türlü gelişimin yasasını ortaya koyduğunu iddiâ eder, bundan sonra artık ortaya yeni bir yasa konmayacak olduğunu belirterek kendisinden sonraki dönemlerde ancak bu yasalar arasındaki ilişkilerin kullanılmasıyla onlara bir dizi önemsiz eklenti yapılacağını ve onlar arasındaki ilişkilerin ancak daha detaylı bir serimlemesinin gerçekleştirileceğini savunur.
*
On dokuzuncu yüzyılda Hegel sonrası dönemde, felsefenin sonunun geldiği yollu görüşler kimi zaman düşük kimi zaman da yüksek bir sesle dile getirildi. Söz gelişi Marks ile Engels felsefenin teorik sorunlarla uğraşmak yerine salt pratik sorunlarla uğraşması gerektiği görüşünü bayraklarken Batı felsefesi târihinin bu geleneksel uğraşısını sona erdirmeyi amaçlamışlardı. Nietzsche ise bu geleneğin hemen tüm filozoflarına savaş açmış ve “çekiçle felsefe yapmak” mottosu altında bu geleneği yıkarak bunun sonunu getirmeye çalışmıştı.
*
Almanya’da bunlar olup biterken Fransa’da da felsefenin sonunun geldiğini yollu görüşler ileri sürenler vardı: Comte’a göre hem insan zihni hem de târih zorunluklu olarak üç hâl yasasına göre işliyordu; nitekim bu yasa içinde zorunluklu olarak aşılması gereken üç aşama vardı, bu aşamalar: teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşama. Teolojik aşamada, tüm olup bitenler tanrısal nedenlere dayandırılırdı. Metafizik aşamada ise bunlar metafizik kavramlarla(!?) açıklanmaya çalışılırdı. Bu iki aşamada da olguların dayandığı ilk nedenler araştırılır; ancak pozitif aşamada ise bu ilk nedenlere ulaşma arzusu bir tarafa bırakılır ve salt olgular arasındaki ilişkilerle uğraşılırdı.
İmdi Comte’a göre insanlık artık pozitif aşamada yaşamaktadır. Bu aşamada artık anlaşılmıştır ki doğada ancak yasalar vardır ve doğayı konu edinen bilimlerde ilk nedenler arayışına girişmek saçmadır, bu yapılsa bile zâten bilinemez. Önermeler ancak olgulara göndermede bulunduğunda anlamlıdır ve ancak bu ilişkiler bilinebilir. (bkz: Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları; syf: 32-59) Böylelikle Comte’un bu empirist tavrı felsefenin tâ öteden beri ilk nedenlerle uğraştığını düşünmesi nedeniyle onu da felsefenin sonunun geldiği yollu bir görüş ileri sürmeye götürür. Comte’a göre artık geleneksel felsefe(!?) bir tarafa bırakılmalı, onun yerine bilimlerle ilgilenilmeli ve tüm bilimler de pozitif bilimler temelinde ele alınmalıdır(!?).
*
Almanya ve Fransa’da bunlar olup biterken İngiltere ve Amerika’da ise şu gelişmeler ortaya çıkar: Comte’un bu empirist tavrını Mill oldukça yerinde bulur ve bu tavır üzerine yeni bir bilimsel(!?) uğraş geliştirir: psikolojinin henüz emekleme dönemlerinde Mill bu empirist tavırla deneysel psikolojinin kurulmasını sağlar. Bu bilim başka her türlü etkinliğe bir temel oluşturacak(!?) ve geleneksel felsefenin(!?) de sonunu getirecekti(!?).
İngiltere’de Mill’in bu empirist tavrı yeniden gündeme getirmesi Amerika’da Peirce ve James’te ise geleneksel felsefeye(!?) ilişkin çok ciddî bir eleştiri ortaya çıkarttı: Peirce’a göre bir kavramın anlamı o kavramın uygulamadaki etkileriyle anlaşılır ki bunu sağlayan yöntem pragmacı yöntemdir. Bir kavramın anlamını anlayabilmek için onun olgular arasında kurulacak hangi ilişkiye en iyi uyduğunu belirtmemiz gerekir. Belirli bir nesneye yönelen herhangi bir düşünceye açıklık kazandırabilmek için de yine o nesnenin uygulamada ne gibi etkileri olduğunu, ondan ne gibi duyumlar elde edinilebileceğini ve ona ne gibi tepkiler göstermeye hazır olduğumuzu bilmemiz gerekir. Dolayısıyla kavramların anlamlarını anlamak için belirli bir sezgiyle iş görmek veya kavramsal çözümleme yapmak yersiz ve yanlıştır. Bir kavramın uygulamadaki etkilerine bakılarak anlamı tespit edilemiyorsa şâyet o kavram anlamsızdır. Geleneksel felsefe(!?) bu anlamsız kavramlarla doludur ve bunlar bir tarafa bırakılmalıdır. (bkz: Celâl Türer, Charles S. Peirce’ün Pragmatik Felsefesi; syf: 31-93)