FELSEFENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

M. COŞKUN DEGİRMENCİOGLU

İçinde bulunduğumuz medeniyette, hiç bir zaman, felsefeden uzak kalmadık. Hatta bu düşünce tür ve dalından her fırsatta ilhamlar alarak hayatımızı düzenlemeye, renklendirmeye çalıştık. Beşerî mahiyetimizden gelen bir eğilimle, ona daima ilgi ve merakla sarıldık, bir çok alanlarda büyük düşünürler yetiştirdik. Belki de bunlar sayesinde değişmez, kaçınılmaz ve mutlak sandığımız bir çok yargılarımızın, kanaatlerimizin aslında, dayanaksız olduklarını anladık.

Neden, nasıl, niçin soruları karşısmda şartlanmış ruhlarımızda isyan ve ihtilâller oldu. Öyle ki, bilmeden peşinen inanmak, inanmak için bilmek yerine, inanmadan evvel bilmek, âmel etmek, dolayısiyle eleştirme ihtiyacımız gittikçe arttı. Hatta bazılarına göre, ruhlarımızı hastalıklı kılan bu ihtiyaç yüzünden, kalbimizi kararsızlık, sarmaya başladı. Bu gün ise, eski hayatımızın kalıntıları üzerinde, kısıtlanmış fani varlığımızı aşmaya, çatlamış kabuğumuzdan çıkmaya çabalıyoruz.

Nitekim, en büyük kalem ve ağızlardan, "bize filozof değil, demirci lâzım" sözünü işitirken, bu gün en küçük kalemlerden, "bizde niçin filozof yok" sorusuna muhatap oluyoruz.Dün felsefe yapmanın işi gücü olmayan insanların meşgalesi" sayarken, hatta çok daha ileri giderek" men tefelsefe ve kad tezendakâ" yani, "kim felsefe yaparsa zındık olur" diye inanırken, bu gün belki de bu yüzden gittikçe karmaşıklaşan hayatımızda, yolumuzu aydınlatacak felsefeler, düşünceler arıyor, bunlara bel bağlıyoruz.

Dün "felsefe düşünmek için düşünmektir" diyerek neredeyse, düşünmemek için yapmaya, oyalanmaya itibar ederken, bu gün yaparken ve yaşarken düşünmeye mecbur ve muhtaç bulunuyoruz. Dün, "düşüncenin yalnız vasıtalarımızı aydınlatabileceğine" inanırken, onu bu gün, etrafımızı saran gizli gayeleri, niyetleri anlamakta kullanıyoruz. Dün, etmekten, eylemekten usanmış ruhlarımızı, boş zamanlarda nasıl bu gün uslandıracağımızı düşünüyoruz. Kısaca dün hayata sarılmak için düşünceyi bir anlamda öteye iterken, bu gün düşünce ile hayatımızı yeterli ve anlamlı kılmaya çalışıyoruz.

Demek ki, dün farkında olmadıklarımızı, bu gün farklı anlıyor, farklı amaçlarla kullanıyoruz. Belki de aldanıyoruz. Ama, aldandığımızı da, bu günkü düşüncelerimizle anlıyoruz. Niçin? Çünkü, bir kere hayatla düşünce arasında ayrılmaz bir bağ olduğunu gözden kaçırıyoruz. Çünkü, bir kere insanız, fert olarak dün vardık, bu gün varız ve yarın da yok olacağız. Fakat yok olacağız diye, var olmaya, hayata eğer bağlanmamış olsaydık, şüphesiz Descartes, "düşündüm o halde vardım" derdi, ya da "düşüneceğim, o halde var olacağım" diye ilâve ederdi. Fakat bilindiği gibi o, "düşünüyorum, o halde varım" diyor. Bunu şimdiki zamanla ifade ediyor. Yani düşünmeyi var olma ile ne dûn, ne yarına değil, şimdiki zamanda, her an bir görüyor. Var olmanın bir işareti olan hayatla düşünce arasında, tam bir irtibat kuruyor. Nitekim o, "her şeyden önce, ilk işimizin hayatımızı düzenlemek, iyi ve mutlu yaşamak olduğunu" söylerken, bir yandan da "bilimlerde sağlam ve sabit bir- şey kurmak için, eskiden doğru sandığı bütün şeyleri yanlış diye atıp, her şeye yeni baştan, temelinden başlamalıdır" diyor .

Görülüyor ki, Descartes'e göre bir taraftan hayatımızı düzenlemek, bir taraftan da kararsızlık ve güvensizlikten kurtulmak, mutlu olmak, kolay bir iş değildir. Yüksek bir ahlak, yani onun deyimiyle, "bilimlerin tam bilgisini gerektiren ve bilgeliğin en son basamağım teşkil eden, tam ve temelli bir ahlâk" gerekir. Hatta böyle bir ahlâkın gecikmeye bile tahammülü yoktur. Çünkü bu, düzen ve mutluluğun önşartıdır.

Bergson'a bakılırsa, kararsızlıktan kurtulmak ve aldanmamak için, bir kavram yeterlidir: Nitekim dikkat, Bergson'da Descartes'da gecikmeye tahammülü olmayan ahlâk gibidir. "Hayata karşı her hangi bir dikkat yokken, şuur diye bir şey de yoktur. Gelecek işte bundadır. Gelecek bizi çağırmakta, daha doğrusu bizi kendine çekmektedir. Bizi zamanyolu üzerinde ilerileten bu aralıksız çekiş, kendimizin aralıksız eylemlerde bulunmamızın da nedenidir. Her eylem gelecek üzerine bindirilmiştir."

Bergson'un dikkatinde görülüyor ki, hayat olmadığı zaman, şuur diye bir şey de yoktur. Yani şuur var oimuş olanla, var olan ve var olacak şey arasında bir bağlantı çizintisidir. Onun deyimiyle, "geçmiş ile gelecek arasında bir köprüdür." Köprünün karşı tarafında bulunan geleceğe, hayattan kaynaklanan aralıksız eylemlerle ulaşılır.

Böylece, Descartes'da var olma ile düşünme arasında kurulan bağ, Bergson'da hayat, şuur ve aralıksız eylemler arasında, geleceğe bağlanarak kuruluyor. Şu farkla ki, Descartes'da düşünce, Bergson'un öngördüğü anlamda şuur, hayattan önce geldiği halde, Bergson'da hayat şuurdan önce gelmektedir. Fakat, ister şuuur, isterse hayat önce gelsin, hatta biri diğerinin nedenini teşkil etsin, işin bir de tarihi yönü vardır ki, bu doğrudan dağruya, beşerî mahiyetimizle ilgilidir. Lacroix'ya göre nitekim, "Tarih başlamadan evvel, tarihin kurucusu, ilham kaynağı büyük düşüncelerdir. Tarihi başlatan metafiziktir. İnsanın tarihî bir varlık olması da, onun metafizik bir canlı olmasından ileri gelir" .

Özetle, gerek metafizik ve gerekse tarihi anlam ve boyutlarda, Descartes'ın "düşünme", Bergson'un "şuur ve hayat" kavranılan doğrudan doğruya, Descartes'da "var olan", Bergson'da da "aralıksız eylem" kavramlarına yapışıktır. Her iki kavram da beraberinde var olma ve eylem kavramlarını, dolayısiyle bunların realitesini yanlarında taşımaktadır. Nitekim, değindiğimiz gibi, Descartes, "ilk işimizin hayatımızı düzenlemek iyi ve mutlu yaşamak" olduğunu öngörüyor, sonra ikinci iş olarak da, "eskiden doğru sandığı bütün şeyleri atıp, her şeye yeni baştan temelinden başlamalı" ve kararsızlıktan kurtulmalıyız diyor. Bergson ise, Descartes gibi aynı işi ön plana alıyor ve "hayata karşı bir dikkat yokken, şuur diye bir şey de yoktur" diyerek, geleceğin bunda, yani hayata yönelmiş bu dikkatte olduğunu söylüyor.

Demek ki, her iki düşünür de, gerek metafizik ve gerekse tarihi olarak, J. Lacroix'nin deyimiyle, "metafizik canlı" olan insana, düşünme, var olma, hayat ve eylem gibi kavramlar altında, şimdiye ve geleceğe bağlanmış tam ve temelli bir yüksek ahlâk alanı öngörüyorlar. Böyle bir ahlak, daha net bir şekilde Descartes'da, "bilimlerin bilgisini gerektiren" ahlak oluyor. İş ve eserlerimizde derinleşerek hürriyetimizi, kısıtlanmış varlığımızı aşmaya, kabuğumuzdan çıkmayı telkin ve ilham eden bu ahlakta, Bergson'un dikkatli hayatî hamleleri bizi geleceğe, Descartes'ın şimdiki zamanla ifade ettiği düşünme eylemi de, bizi var olmaya götürüyor. Her iki düşünür, bir çokları daha, var olma ve eylem kavramlarını içine alan, daha geniş iki kavramı, "hayatı" ve "düşünce" yi yüceltiyor ve aralarında kaçınılmaz bağ olduğunu gösteriyorlar.

Bu kavramlardan hateketle nitekim M. Blondel, "La pensée et L'action" adı altında temellendirmeye çalıştığı tüm felsefesini, bugün felsefede varlık, bilgi ve değer diye ifade ettiğimiz alanları da içine alabilecek şekilde, bir felsefî sistematiğe gidiyor. Hatta A. Cuvüier, Fransız liselerinin felsefe sınıflan için yazdığı ders kitabını, La pensée et L'action olmak üzere tertip ve tanzim ediyor. Felsefenin tüm konularını burada özetlendiriyor.

Demek istiyoruz ki, felsefe geleneği içinde oluşmuş ve öngörülmüş kavramlar teorik ve pratik hayatımıza derinlemesine ve sessizce sokuluyor ve oralarda büyük değişmelere neden oluyor. Bununla beraber teorik ve pratik hayatımızda, kanaatlerimizde öyle o kadar çabuk ve derinlemesine değişmeler meydana gelmiyor, gelse de kararsızlıktan, kurtulamıyoruz. Neden?

Hem birbirlerini, hem de bizi derinlemesine etkileyen iki tür metafizik anlayışından, iki tür metafiziğe dayanarak alışmış iki tür gelenekten. Bunlardan elde edilen verilerin de birbirine karıştırılmasından. Hemen kaydedelim ki, Bergson'un "ahlak ve dinin iki kaynağı" adlı eserinde dayandığı metafizikle, bunun bir ilgisi yoktur. Biz bu iki tür metafiziği iki tür ağaca benzeterek ifade etmek istiyoruz.

Bu ağaçlardan birisi, Descartes'ın kökleri metafizikte, gövdesi fizikte, ve sayısız dal ve budaklarıyla birlikte bu gün hayatımıza yayılmış bilimlerde öngördüğü, Felsefe ağacıdır. Bir diğer ağaç ise, kökleri Cennette yukarıda, semada, gövdesi ve sayısız dal ve budaklanyia birlikte, aşağıya derinlemesine, hayatımıza yayılmış Tuba ağacıdır. İşte, teorik ve pratik hayatımız, düşünsel ve hayatî eylemlerimiz öyle zannediyoruz ki, bu iki ağacın, daha doğrusu bu iki kuvvetin, etkisinde kalıyor ve bu durum kararsızlıklarımıza neden oluyor. Hatta bu iki kuvvet, aynı zamanda, bazan birbirini inşa, bazan tahrip ve bazan da ikame ediyor.

Nitekim Felsefe ağacının kökenlerinden birini oluşturan "hakikat", veya "mutlak", veya "varlık" vb. kavramlar, Tuba ağacının köklerinden biri, diyelim ki, en yücesi olan "Allah" kavramı ile, mahiyet, kuvvet ve etki itibariyle aynı mıdır? Diğer kavramlar açısından da böyle. Öyleyse bu kuvvetlerle kuşatılmış olan biz, onlarla nerede ve nasıl bir anlaşmaya.iş birliğine, uyuma girebiliriz? Esasen buna muhtaç ve mecbur muyuz? Hürriyetimizi gerçekleştirmek zorunda olan biz bu kuvvetlerin etkilerini, hangi yoldan hareketle, beşerî şuur, düşünen akıl ve inançlarımızla uzlaştırabiliriz? Bu iki kuvvet, iki ağaç, iki metafizik aslında "tarihi ve metafizik bir canh olan insanın" öz varlık ve mahiyetinin de sembolleri değil midir?

Problem şüphesiz bizden ciddi ye tutarlı etüdler ister. Hatta konunun bir din ve bilim felsefesini aiacak yanlan bulunduğunu da, hesaba katmalıyız. Burada sadece belirtmekle yetineceğiz ki, Descartes'ın Felsefe ağacı da, bize hiç yabana olmayan Tuba ağacı da, ciddi gayret ve etüdler olmaksızın kendiliğinden, bu güne kadar büyüyerek gelmemişti. Bu itibarla, biz burada sadece, probleme değiniyor, bunda bile kararsızlık içinde olabileceğimizi hissederek, ne çıkarsa çıksın, belki düşünülmeye değer olduğuna inanıyoruz. Yeter ki, bu sübjektif kanaatlerimize dayanarak isbatlanmaya muhtaç görüşümüz, felsefenin çok ciddi bir iş ve alanı olduğuna inanmadığımızı göstermeğe, matuf sayılmasın. Çünkü, farkediyor ve hissediyoruz ki, şu anda sınırında olduğumuz, problem alanı bile, dayandığı kökler itibariyle apaçık değildir.

Nitekim bunları düşünmekte ve yazmakta olan ben, şu anda televizyonda akşam haberlerine de kulak veriyorum. Daktilo etmekle olduğum yazımı zaman zaman keserek, çok şuurlu bir şekilde, belki "metafizik bir canlı olan" beşer türümün bir ferdi olarak, hayatı hissediyor, var olduğumu, bu varlığımı elimdeki işimde, düşüncelerimde derinleşerek, hürriyetimi gerçekleştirmeye çalışarak anlıyorum. Haberleri dinlerken, işimi yaparken, yani hür ve doğal bir şekilde, düşünürken ve hürriyetimle birlikte iken,- zihnime takılan problem için yerimden kalkıyor, hatırladığım bir kitabı, aramaya koyuluyorum. Kulağım haberlerde, kitanın sayfalarını, yavaş yavaş çeviriyor, altını önceden çizdiğim için, kolayca F.L. Mueller'in şu sözleriyle karşılaşıyorum:

"Hiç kimse, pratik olarak birlik ve düzen koyucu akla başvurmadan, ne kendi kendisiyle uyum sağlayabilir, ne bu uyumu geliştirebilir ne de, kendisiyle uzlaşma gayreti, beşeri eylemlerde, gayeyi gözden kaybetme endişesinden uzak kalabilir."

Bu sözleri okuduktan sonra, zihnim bir şeye daha takılıyor. Mueller'in "birlik ve düzen koyucu" olarak nitelediği ve böyleve yücelttiği aklı tezyif eden, düşünceler mi var ki, Mueller bunları söylüyor! Çaresiz kitaplığıma tekrar koşuyor, bu merakımı gidermek için, yeniden bir kitap arıyorum. Epey zaman karıştırıyor ve görüyorum ki, Bochenski şunları yazmış;"Descartes'dan beri batıda yerleşen rationalisme, örneklerini Schopenhauer, Nietzche, Sartre, Freud, Adler vd. gördüğümüz çağdaş irrationalisme"le sonuçlandı. Kültürel hayatta, değişik şekiller altında, beşerî realitenin özünü bile, düşünen şuurun ve aklın ötesinde arama niyetlerinden ibaret bir nevi, "primitivisme" meydana geldi" Descartes, felsefe ağacının köklerini metafiziğe dayandırarak bir yandan "bilimlerin bilgisini", aklın ilkelerini aramaya, böylece kararsızlıktan kurtulmaya çalışırken, ondan asırlarca sonra, bir başka felsefî gelenek, neredeyse Tuba ağacını çağrıştıracak bir yaklaşımla, "metafizik bir canfa olan insanın" özünü, düşünen şuur ve akim ötesinde arama niyetlerini ortaya koyuyordu!

Şimdi ne olacaktı? Bunlardan hangisi, hangi yol, hangi gelenek daha emin ve güvenilirdi? Acaba aynı yol ve disiplin içinde oluşan bu iki geleneğin, akımın da, doğru yanları olabilir miydi? Onlardan ilhamlar almak mümkün müydü? Peki ne ile? Hangi yolla? Düşünen şuur ve akıl yoluyla mı, yoksa bunların- ötesinde çıkarılacak veriler, yöntemlerle, mi? Bu sorulara artık, cevap aramaya gerek duymaksızın, diğerleri gibi ben de, bir yerlerde aklanabileceğim korkusuyla, hemen anlıyorum ki, kendine özgü mahiyet ve yanlarıyla, düşüncenin bir başka dalı felsefe ain de bu arada bir çok temel sorunları var.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP