MUTEZİLE VE TASAVVUF - 3
|
el-Ferec ba’de’ş-şidde isimli eserdekilere benzer bir hikayede, et-Tenûhî, tasavvuftaki şekliyle tevekkül kavramıyla, çok uç noktada ve dünyaya tamamen ilgisiz kalma şeklinde anlayıp uygulayan sûfiler bağlamında alay eder. Bir sûfi olduğu ifade edilen hikayenin kahramanı, sürekli olarak arkadaşlarına kendi anlayışlarına uygun olarak tevekkül, rızk ve ruhun zayıflığı ve kuvvetli oluşu hususlarında konuşmalar yapar. Bu sûfi, kendisine bir kase içinde gönderilen “faluzec”den başka bir şey yemeyeceğine ve bir yeminle yemesi gerekmedikçe de yemeyeceğine dair yemin eder. Hikaye, sûfinin uzak bir yere seyahate çıktığını ve günlerce yemek yemediği için bir camide neredeyse ölecek duruma geldiğini belirterek devam eder. Nihayet bir cariye onu dövmekle tehdit ederek yemeğe zorlar. Daha sonraları bu cariye, sûfiyi faluzeci yemeğe zorlamasını gerektiren tuhaf sebepleri açıklar: “Köyün muhtarı olan efendisi kendisine faluzec yapmasını emreder. Fakat yemeğin hazırlanması gecikir. Buna çok sinirlenen efendisi şöyle bir yemin yapar: “Eğer köyün dışından bir yabancıdan başkası bu yemeği yerse, efendi karısını boşayacaktır.” Böylece sûfinin talihsizliği muhtarın kurtuluşu olarak belirir. et-Tenûhî burada tasavvufun tevekkül anlayışını, sûfi kahraman açısından sonuçlarının ne kadar rizikolu olduğunu göstererek reddeder. Burada bu sûfinin tevekkül anlayışı bir anlamda intihar sayılabilecek bir şekilde sunulmaktadır. Bununla birlikte hikayenin tasavvuf karşıtı bu görünüşü daha önemli olan Allah’ın inayetinin işleyişinin ortaya konulması meselesine nazaran önemsizdir.
et-Tenûhî, kendi dönemindeki tasavvufun ayırdedici bir özelliği olan tevekkül anlayışını Nişvâr’ın başka bir yerinde daha eleştirmiştir. Bu noktada Cafer el-Huldî ile ilgili olarak bir olay nakledilmiştir ki buna göre o, bu anlayış üzere, yani bineksiz ve erzaksız olarak sadece Allah’a tevekkül ederek tam 56 defa haccetmiştir.
Üzgün bir anne filin intikamının anlatıldığı hikayede ise, sûfi şeyh İbrahim el-Havvâs, tamamen olumlu özelliklerle tasvir edilir. Bir deniz kazası nedeniyle zorluk çekmesine rağmen, el-Havvâs kesinlikle bir lokma dahi fil eti yememişti. Arkadaşları bir fil yavrusunu yakalayıp yediklerinde o onlardan uzak durmayı tercih etmişti. İntikam dolu anne fil onlara saldırıp arkadaşlarını öldürdüğünde, el-Havvâs hayatta kalmış ve şehre filin sırtında geri dönmüştü. Hikayenin ilahî yönü, Allah’ın ilminin hayvanlar aleminde de tezahür edişini göstermesi yanında iyi ve kötü işlerin tam karşılığını da içermektedir: İntikam dolu fil kimin kendi yavrusunu yediğini ve kimin de bundan kaçındığını ayırdedebilmiştir. Tevekkül konusuyla ilgili hikaye gibi, bu hikaye de et-Tenûhî’nin, el-Ferec ba’de’ş-şidde adlı eserinde vardır. Bu çalışmanın genel teması, Allah’ın sonsuz merhametinin sıkıntılara karşı metanetli davranan kişiye yönelik olduğudur. Bu hikayeler göstermektedir ki bu şekilde hareket etmekle, sonraki diğerlerinin kurtuluşlarına vesile olmuştur.
Yukarıda zikredilen hikayelerin çoğu, Mutezile’nin rasyonalist bakışını kanıtlamaktadır. Abbasîler’in ilk ve orta dönemlerinde yaşayan sûfiler, bu bakış açısının yanlış olduğuna inanıyorlardı. Sûfiler genelde din söz konusu olduğunda özellikle de insanın Allah’la ilişkisi bağlamında rasyonalizmin saçma olduğunu düşünüyorlardı. Hata yapma ihtimalinden dolayı dini meseleler üzerinde akıl yürütülmemesine dikkat çekiyorlardı. Kur’ân ve hadisten daha fazla bilme hırsını zındıklık sayıyorlardı.
Rasyonalist kelamın temel niteliklerinden olan cedelin dini sohbetlerde yer almasının uygun olmadığına inanılıyordu. Sûfilerin, risalelerinde sıkça kullandıkları konu ile ilgili hadisler “dinde tartışmaya yer olmadığı”nı ileri sürüyordu. Rasyonalist kelamcılar sırf dünyevi arzular uğruna kendi ilimlerinin peşinde koşmakla suçlanıyorlardı. Sûfiler kelamcıların kullandıkları cedel yöntemini kendi yöntemleri olan sohbete (nasihat, vasıyye) zıt telakki ediyorlardı.
Tasavvuf ve Mutezile’nin Allah’ın aşkınlığı fikriyle ilgili tavırlarındaki bu düşmanlık, H.IV/M.X. yüzyılda yaşayan Mısırlı sûfi Ebû Ali b. el-Kâtib’in şu açıklamalarında ortaya çıkmaktadır: “Mutezile tanrı kavramında bulunan teşbihî (antropomorfik) unsurları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. Bunu akıl yoluyla yapmışlar fakat başaramamışlardır. Sûfiler ise aynı şeyi ilimle yapmışlar ve başarılı olmuşlardır.”
Kur’ân’ın mahluk olduğu inancı, Mutezile’nin tevhid anlayışının neticesidir. Nakil ehlinin doğal müttefikleri olarak sûfiler, hadisle karşı karşıya geldiklerinde ve hadis rivayetinde esas kaynak olan Hz. Peygamber’in ashabıyla ilgili gösterdikleri şüpheden dolayı Mutezile’yi eleştirmişlerdi.
Sûfilere göre, Mutezile, sûfileri körükörüne taklidin, hadis ve rivayetlerin taraftarı olmakla aşağılamıştır. Yine onlara göre sûfiler bir hadisi rivayet ederken onunla çelişen başka birini de rivayet etmişler ve biri diğerini nakzederken her ikisine birden inanmışlardır...”
Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda yaşayan önemli sûfiler, Mutezile’nin dikkat çektiği ve tartıştığı, fakat kendilerine göre gizlenmesi ve üzerinde durulmaması gereken sahabe arasındaki anlaşmazlıklar konusunda hadisçilerin tavrını benimsemişlerdir. İbn Hafîf Sîre’sinde naklettiğine göre, şeyhlerinden biri olan Muhammed b. Ali el-Kettânî Mekke’deyken rüyasında peygamberi görmüş ve ona sahabe arasındaki fitne hakkında bir soru sormuş. Peygamber de ona bu konuda susmasını söylemiş.
Sûfiler, Mutezile’nin kader anlayışının, Allah’ın kudretine ve şanına halel getirdiğini düşünüyorlardı. Bu durum, İbn Hafîf’in, Mutezilî kelamcılar hakkında anlattığı aşağılayıcı bir hikayede görülmektedir.
Dördüncü yüzyıl başlarında yaşayan sûfi Ebu Bekir el-Vâsıtî (ö.320/932) irade konusundaki anlayışlarından dolayı Mutezile’yi, tanrı olduğunu iddia eden firavunla karşılaştırır: “Firavun açıktan açığa rubûbiyyet iddiasında bulunmuştu, Mutezile ise bunu gizli bir şekilde yaptı. Onlar şöyle diyorlar: “Ben ne istersem yaparım.”
Aynı şekilde, Mutezile’nin önderlerinden el-Cübbâî’nin bir öğrencisine hitaben Hallâc, kader hakkında kendi görüşünü açıklar. Ona göre ilahi fiillerin sebepleri insanın aklıyla kavranılamaz. İnsanın fiilleri de kendi iradesinin kontrolünde değildir. Mutezile’nin adalet anlayışının bir sonucu olan, insanın haksız bir şekilde çektiği acıların Allah tarafından telafi edileceği şeklindeki inançları sûfiler tarafından gülünç olarak nitelendirilir. İbn Hafif’in Sîre’si buna bir örnektir.
Sûfilerin, Mutezile’nin akılcılığına karşı yaptıkları başlıca eleştiriler, Mutezile’nin hadisi reddi ve onların kader konusundaki görüşleri üzerinde yoğunlaşır. Sûfilerle Sünniler bu konuda aynı görüşü paylaşırlar. Bundan başka sûfiler, Mutezile’den tamamen farklı olarak gayba dair bilgilerin keşfle elde edilebileceğine inanırlar. Halbuki Mutezile ilahi bilgilerin ilham veya keşfle değil ancak muhakeme ile elde edilebileceğini savunur.
Allah’ın yalnızca peygamberler aracılığı ile değil ilhamla da bilinebileceği inancı noktasında sûfiler Şiiler’le aynı görüşü paylaşırlar. Yukarıda zikredilen, et-Tenûhî’nin Nişvâr adlı eserinin içeriğinden hareketle şu sonuca varabiliriz ki, Mutezile esas olarak sûfileri samimiyetsizlik, cahillik ve mantıksızlıkla suçlamaktadır. Sûfiler samimiyetsizdir çünkü fakirlikten zenginliğe ulaştıklarında bundan dolayı memnuniyet duyarlar (Ruveym’in durumunda olduğu gibi).
Keramet sahibi olduklarını iddia ederler (Şiblî ve Hallâc’da olduğu gibi).
Saf insanları ya da ihtidaya meyyal olanları duygularına hitap ederek kendilerine katılmaları için kandırırlar (Hallâc gibi).
Kendi aralarında sapık cinsel ilişkilere girerler (İbn Hafîf’de olduğu gibi).
Cahil ve akılsızdırlar çünkü bir soytarı tarafından aldatılabilirler (el-Medâinî’de olduğu gibi).
Onların kullandıkları terimler ve fıkıh anlayışları tam bir alay konusudur (Kadı Bişr’in mahkeme ettiği çift hakkında olduğu gibi).
Kitaplarında yazılanlar tamamen deli saçmasıdır (Hallâc’ınkiler gibi).
Tevekkül anlayışları, benimseyenleri açısından intihar riski taşır. Belli şekillerde formüle edilmiş dualar, muska vb. şeylerin sihirsel güçleri olduğuna dair batıl inançlara sahiptirler. Peygamber’in ashabıyla aynı makamda olduklarını iddia ederler. Allah’ın ya da Peygamber’in ruhunun kendi bedenlerine hulûl ettiğine inanırlar. Buna rağmen yine de kendi şaşılıklarını dahi düzeltemezler.
Sûfilerin samimiyetsiz, cahil ve mantıksız olduklarını ileri süren et-Tanuhi ayrıca onları keramet iddialarından dolayı da eleştirir. Nişvâr’da sûfilerle ilgili olarak anlatılan hikayelerde Şiblî, İbn Hafîf ve Hallâc gibi büyük sûfilerin gerçek veli olmadıkları ve onlara atfedilen kerametlerin de velayet lütfu olarak kabul edilemez olduğunu savunulur. Sûfilere atfedilen kerametler aslında sihir ve nihayetinde insanı cehenneme götürmek isteyen şeytanın ürünüdürler.
Mutezile’nin çoğunluğu, kerametin dindar insanların velayetinin delili olduğunu reddederler. Onlara göre, sadece peygamberliğin kanıtı (ve Allah’ın ayetleri ) olan mucizeler gerçek kabul edilebilirler. Mutezile kerameti reddederken onun sihirden ayırdedilemez olduğunu delil olarak ileri sürer.
Bir sûfiye atfedilen, arzuları yerine getiren büyü ve tılsımla ilgili hikayeler, öyle görünüyor ki, duaların Allah tarafından cevaplandırılacağı kanaatinde olan bazı Mutezilîler tarafından, benzer bir inkarla ortaya atılmıştır.
et-Tenûhî’nin, sûfilerle ilgili anlattığı hikayelerde görülen Mutezile’nin bu orijinal eleştirisinden hareketle sûfilerin akıl temeli olmayan bir ilim ortaya koydukları anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak sûfiler Allah’ın kendilerine hulûl ettiğini söylemişler ve keramet iddiasında bulunmuşlardır. Sûfilerin, Allah tarafından kendilerine keramet gösterebilme gücü verilmesi nedeniyle farklı kılındıkları fikri Mutezile tarafından peygamberin özel konumuna halel getirmek şeklinde algılandı. Zira Mutezile’ye göre Allah peygamberini desteklemek maksadıyla onun elinde mucize gösterir. Şayet keramet iddiasında bulunan insanların varlığı peygamberin konumunu tehlikeye sokacak olursa bu takdirde peygamberin temsil ettiği şeriat nihayetinde gereksiz hale getirilmiş olur. Böyle bir şeyin gerçekleşmesini engellemek Mutezile’nin “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ilkesinin gereğidir. Hasan-ı Basrî’den tevarüs edilen bu ilke öyle görünüyor ki Mutezile’nin tasavvufa muhalefetindeki temel saik olmuştur.
et-Tenûhî, kendi dönemindeki tasavvufun ayırdedici bir özelliği olan tevekkül anlayışını Nişvâr’ın başka bir yerinde daha eleştirmiştir. Bu noktada Cafer el-Huldî ile ilgili olarak bir olay nakledilmiştir ki buna göre o, bu anlayış üzere, yani bineksiz ve erzaksız olarak sadece Allah’a tevekkül ederek tam 56 defa haccetmiştir.
Üzgün bir anne filin intikamının anlatıldığı hikayede ise, sûfi şeyh İbrahim el-Havvâs, tamamen olumlu özelliklerle tasvir edilir. Bir deniz kazası nedeniyle zorluk çekmesine rağmen, el-Havvâs kesinlikle bir lokma dahi fil eti yememişti. Arkadaşları bir fil yavrusunu yakalayıp yediklerinde o onlardan uzak durmayı tercih etmişti. İntikam dolu anne fil onlara saldırıp arkadaşlarını öldürdüğünde, el-Havvâs hayatta kalmış ve şehre filin sırtında geri dönmüştü. Hikayenin ilahî yönü, Allah’ın ilminin hayvanlar aleminde de tezahür edişini göstermesi yanında iyi ve kötü işlerin tam karşılığını da içermektedir: İntikam dolu fil kimin kendi yavrusunu yediğini ve kimin de bundan kaçındığını ayırdedebilmiştir. Tevekkül konusuyla ilgili hikaye gibi, bu hikaye de et-Tenûhî’nin, el-Ferec ba’de’ş-şidde adlı eserinde vardır. Bu çalışmanın genel teması, Allah’ın sonsuz merhametinin sıkıntılara karşı metanetli davranan kişiye yönelik olduğudur. Bu hikayeler göstermektedir ki bu şekilde hareket etmekle, sonraki diğerlerinin kurtuluşlarına vesile olmuştur.
Yukarıda zikredilen hikayelerin çoğu, Mutezile’nin rasyonalist bakışını kanıtlamaktadır. Abbasîler’in ilk ve orta dönemlerinde yaşayan sûfiler, bu bakış açısının yanlış olduğuna inanıyorlardı. Sûfiler genelde din söz konusu olduğunda özellikle de insanın Allah’la ilişkisi bağlamında rasyonalizmin saçma olduğunu düşünüyorlardı. Hata yapma ihtimalinden dolayı dini meseleler üzerinde akıl yürütülmemesine dikkat çekiyorlardı. Kur’ân ve hadisten daha fazla bilme hırsını zındıklık sayıyorlardı.
Rasyonalist kelamın temel niteliklerinden olan cedelin dini sohbetlerde yer almasının uygun olmadığına inanılıyordu. Sûfilerin, risalelerinde sıkça kullandıkları konu ile ilgili hadisler “dinde tartışmaya yer olmadığı”nı ileri sürüyordu. Rasyonalist kelamcılar sırf dünyevi arzular uğruna kendi ilimlerinin peşinde koşmakla suçlanıyorlardı. Sûfiler kelamcıların kullandıkları cedel yöntemini kendi yöntemleri olan sohbete (nasihat, vasıyye) zıt telakki ediyorlardı.
Tasavvuf ve Mutezile’nin Allah’ın aşkınlığı fikriyle ilgili tavırlarındaki bu düşmanlık, H.IV/M.X. yüzyılda yaşayan Mısırlı sûfi Ebû Ali b. el-Kâtib’in şu açıklamalarında ortaya çıkmaktadır: “Mutezile tanrı kavramında bulunan teşbihî (antropomorfik) unsurları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. Bunu akıl yoluyla yapmışlar fakat başaramamışlardır. Sûfiler ise aynı şeyi ilimle yapmışlar ve başarılı olmuşlardır.”
Kur’ân’ın mahluk olduğu inancı, Mutezile’nin tevhid anlayışının neticesidir. Nakil ehlinin doğal müttefikleri olarak sûfiler, hadisle karşı karşıya geldiklerinde ve hadis rivayetinde esas kaynak olan Hz. Peygamber’in ashabıyla ilgili gösterdikleri şüpheden dolayı Mutezile’yi eleştirmişlerdi.
Sûfilere göre, Mutezile, sûfileri körükörüne taklidin, hadis ve rivayetlerin taraftarı olmakla aşağılamıştır. Yine onlara göre sûfiler bir hadisi rivayet ederken onunla çelişen başka birini de rivayet etmişler ve biri diğerini nakzederken her ikisine birden inanmışlardır...”
Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda yaşayan önemli sûfiler, Mutezile’nin dikkat çektiği ve tartıştığı, fakat kendilerine göre gizlenmesi ve üzerinde durulmaması gereken sahabe arasındaki anlaşmazlıklar konusunda hadisçilerin tavrını benimsemişlerdir. İbn Hafîf Sîre’sinde naklettiğine göre, şeyhlerinden biri olan Muhammed b. Ali el-Kettânî Mekke’deyken rüyasında peygamberi görmüş ve ona sahabe arasındaki fitne hakkında bir soru sormuş. Peygamber de ona bu konuda susmasını söylemiş.
Sûfiler, Mutezile’nin kader anlayışının, Allah’ın kudretine ve şanına halel getirdiğini düşünüyorlardı. Bu durum, İbn Hafîf’in, Mutezilî kelamcılar hakkında anlattığı aşağılayıcı bir hikayede görülmektedir.
Dördüncü yüzyıl başlarında yaşayan sûfi Ebu Bekir el-Vâsıtî (ö.320/932) irade konusundaki anlayışlarından dolayı Mutezile’yi, tanrı olduğunu iddia eden firavunla karşılaştırır: “Firavun açıktan açığa rubûbiyyet iddiasında bulunmuştu, Mutezile ise bunu gizli bir şekilde yaptı. Onlar şöyle diyorlar: “Ben ne istersem yaparım.”
Aynı şekilde, Mutezile’nin önderlerinden el-Cübbâî’nin bir öğrencisine hitaben Hallâc, kader hakkında kendi görüşünü açıklar. Ona göre ilahi fiillerin sebepleri insanın aklıyla kavranılamaz. İnsanın fiilleri de kendi iradesinin kontrolünde değildir. Mutezile’nin adalet anlayışının bir sonucu olan, insanın haksız bir şekilde çektiği acıların Allah tarafından telafi edileceği şeklindeki inançları sûfiler tarafından gülünç olarak nitelendirilir. İbn Hafif’in Sîre’si buna bir örnektir.
Sûfilerin, Mutezile’nin akılcılığına karşı yaptıkları başlıca eleştiriler, Mutezile’nin hadisi reddi ve onların kader konusundaki görüşleri üzerinde yoğunlaşır. Sûfilerle Sünniler bu konuda aynı görüşü paylaşırlar. Bundan başka sûfiler, Mutezile’den tamamen farklı olarak gayba dair bilgilerin keşfle elde edilebileceğine inanırlar. Halbuki Mutezile ilahi bilgilerin ilham veya keşfle değil ancak muhakeme ile elde edilebileceğini savunur.
Allah’ın yalnızca peygamberler aracılığı ile değil ilhamla da bilinebileceği inancı noktasında sûfiler Şiiler’le aynı görüşü paylaşırlar. Yukarıda zikredilen, et-Tenûhî’nin Nişvâr adlı eserinin içeriğinden hareketle şu sonuca varabiliriz ki, Mutezile esas olarak sûfileri samimiyetsizlik, cahillik ve mantıksızlıkla suçlamaktadır. Sûfiler samimiyetsizdir çünkü fakirlikten zenginliğe ulaştıklarında bundan dolayı memnuniyet duyarlar (Ruveym’in durumunda olduğu gibi).
Keramet sahibi olduklarını iddia ederler (Şiblî ve Hallâc’da olduğu gibi).
Saf insanları ya da ihtidaya meyyal olanları duygularına hitap ederek kendilerine katılmaları için kandırırlar (Hallâc gibi).
Kendi aralarında sapık cinsel ilişkilere girerler (İbn Hafîf’de olduğu gibi).
Cahil ve akılsızdırlar çünkü bir soytarı tarafından aldatılabilirler (el-Medâinî’de olduğu gibi).
Onların kullandıkları terimler ve fıkıh anlayışları tam bir alay konusudur (Kadı Bişr’in mahkeme ettiği çift hakkında olduğu gibi).
Kitaplarında yazılanlar tamamen deli saçmasıdır (Hallâc’ınkiler gibi).
Tevekkül anlayışları, benimseyenleri açısından intihar riski taşır. Belli şekillerde formüle edilmiş dualar, muska vb. şeylerin sihirsel güçleri olduğuna dair batıl inançlara sahiptirler. Peygamber’in ashabıyla aynı makamda olduklarını iddia ederler. Allah’ın ya da Peygamber’in ruhunun kendi bedenlerine hulûl ettiğine inanırlar. Buna rağmen yine de kendi şaşılıklarını dahi düzeltemezler.
Sûfilerin samimiyetsiz, cahil ve mantıksız olduklarını ileri süren et-Tanuhi ayrıca onları keramet iddialarından dolayı da eleştirir. Nişvâr’da sûfilerle ilgili olarak anlatılan hikayelerde Şiblî, İbn Hafîf ve Hallâc gibi büyük sûfilerin gerçek veli olmadıkları ve onlara atfedilen kerametlerin de velayet lütfu olarak kabul edilemez olduğunu savunulur. Sûfilere atfedilen kerametler aslında sihir ve nihayetinde insanı cehenneme götürmek isteyen şeytanın ürünüdürler.
Mutezile’nin çoğunluğu, kerametin dindar insanların velayetinin delili olduğunu reddederler. Onlara göre, sadece peygamberliğin kanıtı (ve Allah’ın ayetleri ) olan mucizeler gerçek kabul edilebilirler. Mutezile kerameti reddederken onun sihirden ayırdedilemez olduğunu delil olarak ileri sürer.
Bir sûfiye atfedilen, arzuları yerine getiren büyü ve tılsımla ilgili hikayeler, öyle görünüyor ki, duaların Allah tarafından cevaplandırılacağı kanaatinde olan bazı Mutezilîler tarafından, benzer bir inkarla ortaya atılmıştır.
et-Tenûhî’nin, sûfilerle ilgili anlattığı hikayelerde görülen Mutezile’nin bu orijinal eleştirisinden hareketle sûfilerin akıl temeli olmayan bir ilim ortaya koydukları anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak sûfiler Allah’ın kendilerine hulûl ettiğini söylemişler ve keramet iddiasında bulunmuşlardır. Sûfilerin, Allah tarafından kendilerine keramet gösterebilme gücü verilmesi nedeniyle farklı kılındıkları fikri Mutezile tarafından peygamberin özel konumuna halel getirmek şeklinde algılandı. Zira Mutezile’ye göre Allah peygamberini desteklemek maksadıyla onun elinde mucize gösterir. Şayet keramet iddiasında bulunan insanların varlığı peygamberin konumunu tehlikeye sokacak olursa bu takdirde peygamberin temsil ettiği şeriat nihayetinde gereksiz hale getirilmiş olur. Böyle bir şeyin gerçekleşmesini engellemek Mutezile’nin “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ilkesinin gereğidir. Hasan-ı Basrî’den tevarüs edilen bu ilke öyle görünüyor ki Mutezile’nin tasavvufa muhalefetindeki temel saik olmuştur.