Mevlana ve Bergson'da Ruh Kavramı
|
Bu bildiride aralarında yaklaşık yedi yüz yıllık bir zaman farkı bulunmasına rağmen insanlık tarihi ve kültürüne ölümsüz eserler bırakmış olan, zihniyet olarak çağdaş iki abideyi, ruh kavramı ve kavrayışı ekseninde ele alıp karşılaştırmayı deneyeceğiz.
Bir mutasavvıf ve mütefekkir ile bir filozofu birlikte ele alabilmek için şüphesiz, bir takım ortak kavram ve kategorilerden hareket etmek gerekmektedir. Mevlana ve Bergson söz konusu olduğunda bu kavramların başlıcaları; “hayat”, “ruh”, “madde”, “tekâmül”, “yenilik” ve “dinamizm” olacaktır. Zira ontolojik olarak temele konulan realite dinamiktir. Bu realite ile ruh arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Her iki düşünürde de maddenin yanında ve ötesinde üst ve aşkın bir realite olarak ruh ve hayat mertebesi yer almaktadır. Aslında her iki düşünürde de madde ile hayat ve madde (beden) ile ruh arasında esaslı bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu karşıtlık kendisini her iki düşünürün insan telakkilerinde de hissettirmektedir. Çünkü insan varlığı temelde ruh ve beden varlığı olarak belirmektedir. Mevlana düşüncesinde insan nurdan ve çamurdan oluşan bir bileşkedir. Bu durum insanda bir gerilim meydana getirmektedir. Zira çamurdan olan beden ile nurdan olan ruh arasında esaslı bir fark bulunmakta ve bu durum da insanoğlunda aşılması zorunlu bir gerilim meydana getirmektedir.
“Bedenin meyli, yiyeceğe içeceğe, yeşilliğe, akarsularadır. Çünkü onun aslı onlardandır. (…) Ruhun meyli, hikmete ve manevi olan bilgi ve marifete; bedenin meyli ise bağlara, bahçelere, üzümleredir. Ruh manen yücelmek, yükselmek ister; beden ise kazanca, paraya, pula, yiyeceğe, içeceğe düşkündür.” (Mesnevi)
Bergson felsefesinde de madde ile hayat ve ruh ile beden arasında buna benzer bir karşıtlık ve gerilim ilişkisi söz konusudur. Bergson varlıkta iniş ve çıkış olmak üzere birbirine zıt iki istikamet tasarlamıştır. Madde ontolojik olarak eksik bir varlıktır ve aşağı doğru (iniş) bir hareket halindedir. Bunun tersine ruh ve hayat ise yukarı doğru (çıkış) bir dinamizm içerisindedir. (Henri Bergson - Yaratıcı Tekâmül)
Yine Mevlana ve Bergson’da varlık dinamik bir süreçtir. Bir kerede bütün zamanlar için ortaya konulmuş bir varlık tasarımı söz konusu değildir. Varlık (Evren) maddi ve manevi süreçleriyle oluş ve akış halindedir. Tekâmül maddi ve manevi dünyalar için ayrı ayrı geçerlidir. Bu olguyu Mevlana şöyle dile getirmektedir:
“İlkin, maden idin, sonra bitki, Bilahare hayvan oldun: bu gözlerinden nasıl gizli kalacaktır?
Bundan sonra, bilgi, akıl ve imanla donatılmış insan oldun.”
Bergson, varlığı, temelde spiritüel olan hayat hamlesinin madde engelini aşarak, kendisini patlamalarla açtığı dinamik bir süreç içerisinde tasarlar. Ona göre hayat hamlesi başlangıçta bir ve bütündü. Bu aşamada pür spiritüel bir haldeydi. Ancak varlıkların çokluğunu meydana getirebilmek için, bir havai fişeği andırır şekilde patlaması ve açılması gerekmiştir.
Hayat hamlesi metaforu ile Bergson, varlığın madde ve hayat olarak başkalaşmasını ve hayatın kendi içerisinden bitki, hayvan ve insan boylarını yaratmasını betimler. Böylece tekâmül, madde ve mana planında, her iki düşünürde de, merkezi kavramlardan biri olarak karşımıza çıkar. Biyolojik sahada bitki, hayvan ve insan boylarının dayanışma içerisinde bulunmaları; bitkiden hayvana, hayvandan insana doğru hayatın karmaşıklaşarak hareketini sürdürmesi ve sonuçta daha yetkin bir varlık olarak insana ulaşması söz konusudur. Ancak Bergson’da hayat hamlesinin önceden çizilmiş veya planlanmış bir rotası bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu süreç mekanizm veya finalizm ile de açıklanamamaktadır. Öyleyse Bergson’a göre hayatın oluşlarında tekrarlar ve geriye dönüşler olmaksızın hep ileriye ve yeniye doğru, önceden hesap edilemeyen, yaratıcı bir tekâmül kabul etmek gerekecektir.
Bergson metafiziğinde bir gaye fikri veya finalizm bulunmamaktadır. Ayrıca bitki, hayvan ve insan boyları arasında bir geçiş ya da sıçrama da söz konusu değildir. Bunlar hayat hamlesinin açılımı sürecinde meydana gelen üç müstakil koldur. Ancak aralarında köken birliği sebebiyle yardımlaşma ve dayanışma bulunmakta, bu da bütün canlıların ve ekosistemin devamlılığını sağlamaktadır.
Bergson hayat hamlesi için nihai bir hedef veya rota öngörmemiş olmakla birlikte, ruhun insan varlığına dönüştüğü süreçte, en olgun ve yetkin haline büründüğünü düşünmektedir. Hayat hamlesi yaratıcı-dinamik ve evrimsel bir süreç içerisinde insan varlığını açığa çıkartmakta ve sonrasında beşeri planda yüksek kültür ve uygarlık ürünleri üzerinden yoluna devam etmektedir. Bunlar bilim, felsefe, sanat, din ve ahlak gibi yüksek kültür ve insanlık başarılarıdır. Böylece insan varlığında ruhun tekâmülü bitimsiz ve dinamik bir süreç olarak okunabilmektedir.
Mevlana ve Bergson düşüncesinde, ruh, maddeye ve bedene göre öncelikli ve aşkın bir konumdadır. Bu temel noktada birleşmelerine rağmen nüansta bir ayrılık olup olmadığına bakmak gerekirse; öncelikle ruhun bir “cevher” olarak görülüp görülmediği sorgulanmalıdır. Genel hatlarıyla her iki düşünürde de ruh, bedene hayat veren ilkedir. Ruhun bedendeki etkisi hayat, canlılık, idrak, duygu ve düşüncedir. Yine her iki düşünürde de ruhların ferdiliği söz konusudur ve tenasüh yoktur. Mevlana’da “ruhlar, ruh âleminden dünyaya gelmişlerdir”, “ölümsüz”dürler, “la-mekani”dirler ve “ruh âlemine dönmeyi dilerler”. Onun deyişiyle, “ölümsüz olan ruh parlak bir güneştir” ve “toprak bedenin içindeki mücevherdir”. Ayrıca bedeni idare eden de ruhtur: “Suyun kaynayışı nasıl ateşin eseri ise, dilin konuşması, gözün görmesi, kulağın işitmesi de ruhun ışığı, ruhun eseridir.”
Bergson’da ruh, bir yanıyla genel metafizik düzenin bir yanıyla da insan varlığının temel realitesidir. Çünkü varlığın temelinde Tanrısal bir güç ve hareket olan hayat hamlesi bulunmaktadır. Hayat hamlesi spiritüel/ruhsal bir realitedir. Böylece Bergson’a göre spiritüel / ruhsal bir güç ve yaratma isteği olarak betimlenen hayat hamlesi bütün varlığın temelinde yatan bir kaynak ve ilke durumundadır. Bu sistemde madde, hayat hamlesinin açılımı sürecinde geride bırakılan atık ve artıktır. Varlığın en alt katmanıdır ve eksik bir varlıktır.
“Madde”den “insan”a doğru geçilirken canlı türleri, bitki ve hayvan düzey ve düzlemlerinde çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu seviyede hayvanlarda içgüdü denilen, objesini doğrudan doğruya kavrayan ve çevreye kusursuz uyum sağlayan bir yeti gelişmiştir. Ancak bu yetinin kendisi hakkında bir bilinci yoktur. İçgüdünün bilinçli hale gelmesi, yaratıcı tekâmül neticesi insan varlığında sezgi şeklinde açığa çıkmasıyla mümkün olmuştur. İnsanda ayrıca analitik düşünmeyi, alet yapıp kullanmayı ve maddeye hâkim olmayı sağlayan zekâ da ruhun yetileri arasında yer almaktadır.
Zekâ madde üzerinde çalışmaya yönelmiş bir yeti olduğu için bütünü parçalara ayırmakta ve oluş, hayat ve yaratmaya yabancı kalmaktadır. Bergson ruhun yetilerinden saydığı zekâ ve sezgiyi birbirinden ayırarak insan bilgisi için iki meşru ve birbirine indirgenemez, birbirinden türetilemez iki alan tasarlamıştır. Bunlar “fizik” ve “metafizik”tir. Bu ayrımı destekler biçimde zamanı da saatin ölçtüğü objektif fizik zaman ve psikolojik sübjektif yaratıcı zaman yani süre olarak ikiye ayırmıştır. Burada ruhun yaşadığı zaman, hakiki zaman; yaratıcı, özgür ve sübjektif zaman olan süredir.
Sürenin yaşanması yine insanda ruhun kuvvetlerinden olan hafıza ile mümkündür. Bergson’a göre hafıza; ruhun, benliğin ve şahsiyetin en derin katmanıdır. Burada da tıpkı süre ve zaman arasında olduğu gibi kabuk hafıza ve asıl hafıza olmak üzere bir ayrım bulunmaktadır. Kabuk hafıza, gündelik hayatın rutin işlerini idare eder. Burada benliğin ve şahsiyetin kabuğu ve yüzeyinde kalınır. Asıl hafıza yaratıcı ve özgürdür orada gündelik hayatın yarı otomat mekanizmaları terkedilmiştir. Bu hafıza bir kaynaşma ve yaratma halindedir.
Hatırlama denilen şey geçmişin ihtiyaç duyulduğunda gelip hâl ile bütünleşmesidir. Böylece hafıza, sadece geçmiş hatıraların saklandığı nostaljik bir dolap olmaktan çıkar, insanın yaratıcı ve özgür olan derin benliğini ve ruhunu besleyen dinamik spiritüel bir varlık kazanır.
Bergson’da kişi, bu, derin ve yaratıcı hafıza ile tanımlansa yeridir. Çünkü kişilik ve benlik süre içerisinde şekillenmekte ve geçmiş yaşantılarımız hafıza sayesinde bu güne ve yarına taşınmaktadır. Böylece kazanılan bu manevi devamlılık duygusu kişinin kendisini bir “ben” ve “benlik” olarak idrak etmesini sağlamaktadır.
Bergson hafızaya bedende fizik olarak bir yer göstermediği gibi hafızayı beynin bir işlevi gibi gören psikofizik paralelizm ve lokalizasyon teorilerine de karşı çıkmıştır. Ona göre beyin bedenin işleyişinin komuta merkezi gibidir, hatıraların yüzeye ve benliğe çıkmasında rolü vardır ama onların korunup saklandığı yer değildir. Onun deyişiyle: “dimağımız, tasavvurumuzun ne yaratanı ne de saklayanıdır; onu sadece etkili kılacak şekilde sınırlar. O hayata dikkatin organıdır.” Ona göre hatıralar bütün bir insan ruhunda bulunmaktadır. Ayrıca ölüm de bedene ait bir fenomen olduğu için, ruh ve hatıraların kaybolması veya bir son bulması söz konusu değildir. Böylece Bergson, ruhu basit ve dağılmaz bir cevher olarak tasarlayan eski metafiziklerden ayrılmakta, ruhun ölümsüzlüğüne çağdaş bir yorum getirmektedir.
Mevlana ve Bergson’da ruh kavramı karşılaştırıldığında ona yüklenen işlevler açısından da bir benzerlik ve paralellik olduğu gözlenmektedir. Mevlana’da ruh, bedeni harekete getiren ilke, bedene hayat veren ilke olmanın yanında; görme, duyma ve konuşma gibi yetileri de kapsamakta ve bütün bunları idare eden bütünlük ve yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki düşünürde de ruh, kendi emellerini gerçekleştirmek için bedeni bir alet gibi kullanmakta ve ayrıca ruhun hem evrende hem de insanda yansımaları söz konusu edilmektedir. Evrendeki yansıması hayat ve canlılık, insandaki yansıması ise duygu, düşünce (maneviyat), benlik ve şahsiyettir.
Kaynak: Levent Bayraktar - “Mevlana ve Bergson’da Ruh Kavramı” Mevlana Mesnevi Mevlevihaneler Sempozyumu
Bir mutasavvıf ve mütefekkir ile bir filozofu birlikte ele alabilmek için şüphesiz, bir takım ortak kavram ve kategorilerden hareket etmek gerekmektedir. Mevlana ve Bergson söz konusu olduğunda bu kavramların başlıcaları; “hayat”, “ruh”, “madde”, “tekâmül”, “yenilik” ve “dinamizm” olacaktır. Zira ontolojik olarak temele konulan realite dinamiktir. Bu realite ile ruh arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Her iki düşünürde de maddenin yanında ve ötesinde üst ve aşkın bir realite olarak ruh ve hayat mertebesi yer almaktadır. Aslında her iki düşünürde de madde ile hayat ve madde (beden) ile ruh arasında esaslı bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu karşıtlık kendisini her iki düşünürün insan telakkilerinde de hissettirmektedir. Çünkü insan varlığı temelde ruh ve beden varlığı olarak belirmektedir. Mevlana düşüncesinde insan nurdan ve çamurdan oluşan bir bileşkedir. Bu durum insanda bir gerilim meydana getirmektedir. Zira çamurdan olan beden ile nurdan olan ruh arasında esaslı bir fark bulunmakta ve bu durum da insanoğlunda aşılması zorunlu bir gerilim meydana getirmektedir.
“Bedenin meyli, yiyeceğe içeceğe, yeşilliğe, akarsularadır. Çünkü onun aslı onlardandır. (…) Ruhun meyli, hikmete ve manevi olan bilgi ve marifete; bedenin meyli ise bağlara, bahçelere, üzümleredir. Ruh manen yücelmek, yükselmek ister; beden ise kazanca, paraya, pula, yiyeceğe, içeceğe düşkündür.” (Mesnevi)
Bergson felsefesinde de madde ile hayat ve ruh ile beden arasında buna benzer bir karşıtlık ve gerilim ilişkisi söz konusudur. Bergson varlıkta iniş ve çıkış olmak üzere birbirine zıt iki istikamet tasarlamıştır. Madde ontolojik olarak eksik bir varlıktır ve aşağı doğru (iniş) bir hareket halindedir. Bunun tersine ruh ve hayat ise yukarı doğru (çıkış) bir dinamizm içerisindedir. (Henri Bergson - Yaratıcı Tekâmül)
Yine Mevlana ve Bergson’da varlık dinamik bir süreçtir. Bir kerede bütün zamanlar için ortaya konulmuş bir varlık tasarımı söz konusu değildir. Varlık (Evren) maddi ve manevi süreçleriyle oluş ve akış halindedir. Tekâmül maddi ve manevi dünyalar için ayrı ayrı geçerlidir. Bu olguyu Mevlana şöyle dile getirmektedir:
“İlkin, maden idin, sonra bitki, Bilahare hayvan oldun: bu gözlerinden nasıl gizli kalacaktır?
Bundan sonra, bilgi, akıl ve imanla donatılmış insan oldun.”
Bergson, varlığı, temelde spiritüel olan hayat hamlesinin madde engelini aşarak, kendisini patlamalarla açtığı dinamik bir süreç içerisinde tasarlar. Ona göre hayat hamlesi başlangıçta bir ve bütündü. Bu aşamada pür spiritüel bir haldeydi. Ancak varlıkların çokluğunu meydana getirebilmek için, bir havai fişeği andırır şekilde patlaması ve açılması gerekmiştir.
Hayat hamlesi metaforu ile Bergson, varlığın madde ve hayat olarak başkalaşmasını ve hayatın kendi içerisinden bitki, hayvan ve insan boylarını yaratmasını betimler. Böylece tekâmül, madde ve mana planında, her iki düşünürde de, merkezi kavramlardan biri olarak karşımıza çıkar. Biyolojik sahada bitki, hayvan ve insan boylarının dayanışma içerisinde bulunmaları; bitkiden hayvana, hayvandan insana doğru hayatın karmaşıklaşarak hareketini sürdürmesi ve sonuçta daha yetkin bir varlık olarak insana ulaşması söz konusudur. Ancak Bergson’da hayat hamlesinin önceden çizilmiş veya planlanmış bir rotası bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu süreç mekanizm veya finalizm ile de açıklanamamaktadır. Öyleyse Bergson’a göre hayatın oluşlarında tekrarlar ve geriye dönüşler olmaksızın hep ileriye ve yeniye doğru, önceden hesap edilemeyen, yaratıcı bir tekâmül kabul etmek gerekecektir.
Bergson metafiziğinde bir gaye fikri veya finalizm bulunmamaktadır. Ayrıca bitki, hayvan ve insan boyları arasında bir geçiş ya da sıçrama da söz konusu değildir. Bunlar hayat hamlesinin açılımı sürecinde meydana gelen üç müstakil koldur. Ancak aralarında köken birliği sebebiyle yardımlaşma ve dayanışma bulunmakta, bu da bütün canlıların ve ekosistemin devamlılığını sağlamaktadır.
Bergson hayat hamlesi için nihai bir hedef veya rota öngörmemiş olmakla birlikte, ruhun insan varlığına dönüştüğü süreçte, en olgun ve yetkin haline büründüğünü düşünmektedir. Hayat hamlesi yaratıcı-dinamik ve evrimsel bir süreç içerisinde insan varlığını açığa çıkartmakta ve sonrasında beşeri planda yüksek kültür ve uygarlık ürünleri üzerinden yoluna devam etmektedir. Bunlar bilim, felsefe, sanat, din ve ahlak gibi yüksek kültür ve insanlık başarılarıdır. Böylece insan varlığında ruhun tekâmülü bitimsiz ve dinamik bir süreç olarak okunabilmektedir.
Mevlana ve Bergson düşüncesinde, ruh, maddeye ve bedene göre öncelikli ve aşkın bir konumdadır. Bu temel noktada birleşmelerine rağmen nüansta bir ayrılık olup olmadığına bakmak gerekirse; öncelikle ruhun bir “cevher” olarak görülüp görülmediği sorgulanmalıdır. Genel hatlarıyla her iki düşünürde de ruh, bedene hayat veren ilkedir. Ruhun bedendeki etkisi hayat, canlılık, idrak, duygu ve düşüncedir. Yine her iki düşünürde de ruhların ferdiliği söz konusudur ve tenasüh yoktur. Mevlana’da “ruhlar, ruh âleminden dünyaya gelmişlerdir”, “ölümsüz”dürler, “la-mekani”dirler ve “ruh âlemine dönmeyi dilerler”. Onun deyişiyle, “ölümsüz olan ruh parlak bir güneştir” ve “toprak bedenin içindeki mücevherdir”. Ayrıca bedeni idare eden de ruhtur: “Suyun kaynayışı nasıl ateşin eseri ise, dilin konuşması, gözün görmesi, kulağın işitmesi de ruhun ışığı, ruhun eseridir.”
Bergson’da ruh, bir yanıyla genel metafizik düzenin bir yanıyla da insan varlığının temel realitesidir. Çünkü varlığın temelinde Tanrısal bir güç ve hareket olan hayat hamlesi bulunmaktadır. Hayat hamlesi spiritüel/ruhsal bir realitedir. Böylece Bergson’a göre spiritüel / ruhsal bir güç ve yaratma isteği olarak betimlenen hayat hamlesi bütün varlığın temelinde yatan bir kaynak ve ilke durumundadır. Bu sistemde madde, hayat hamlesinin açılımı sürecinde geride bırakılan atık ve artıktır. Varlığın en alt katmanıdır ve eksik bir varlıktır.
“Madde”den “insan”a doğru geçilirken canlı türleri, bitki ve hayvan düzey ve düzlemlerinde çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu seviyede hayvanlarda içgüdü denilen, objesini doğrudan doğruya kavrayan ve çevreye kusursuz uyum sağlayan bir yeti gelişmiştir. Ancak bu yetinin kendisi hakkında bir bilinci yoktur. İçgüdünün bilinçli hale gelmesi, yaratıcı tekâmül neticesi insan varlığında sezgi şeklinde açığa çıkmasıyla mümkün olmuştur. İnsanda ayrıca analitik düşünmeyi, alet yapıp kullanmayı ve maddeye hâkim olmayı sağlayan zekâ da ruhun yetileri arasında yer almaktadır.
Zekâ madde üzerinde çalışmaya yönelmiş bir yeti olduğu için bütünü parçalara ayırmakta ve oluş, hayat ve yaratmaya yabancı kalmaktadır. Bergson ruhun yetilerinden saydığı zekâ ve sezgiyi birbirinden ayırarak insan bilgisi için iki meşru ve birbirine indirgenemez, birbirinden türetilemez iki alan tasarlamıştır. Bunlar “fizik” ve “metafizik”tir. Bu ayrımı destekler biçimde zamanı da saatin ölçtüğü objektif fizik zaman ve psikolojik sübjektif yaratıcı zaman yani süre olarak ikiye ayırmıştır. Burada ruhun yaşadığı zaman, hakiki zaman; yaratıcı, özgür ve sübjektif zaman olan süredir.
Sürenin yaşanması yine insanda ruhun kuvvetlerinden olan hafıza ile mümkündür. Bergson’a göre hafıza; ruhun, benliğin ve şahsiyetin en derin katmanıdır. Burada da tıpkı süre ve zaman arasında olduğu gibi kabuk hafıza ve asıl hafıza olmak üzere bir ayrım bulunmaktadır. Kabuk hafıza, gündelik hayatın rutin işlerini idare eder. Burada benliğin ve şahsiyetin kabuğu ve yüzeyinde kalınır. Asıl hafıza yaratıcı ve özgürdür orada gündelik hayatın yarı otomat mekanizmaları terkedilmiştir. Bu hafıza bir kaynaşma ve yaratma halindedir.
Hatırlama denilen şey geçmişin ihtiyaç duyulduğunda gelip hâl ile bütünleşmesidir. Böylece hafıza, sadece geçmiş hatıraların saklandığı nostaljik bir dolap olmaktan çıkar, insanın yaratıcı ve özgür olan derin benliğini ve ruhunu besleyen dinamik spiritüel bir varlık kazanır.
Bergson’da kişi, bu, derin ve yaratıcı hafıza ile tanımlansa yeridir. Çünkü kişilik ve benlik süre içerisinde şekillenmekte ve geçmiş yaşantılarımız hafıza sayesinde bu güne ve yarına taşınmaktadır. Böylece kazanılan bu manevi devamlılık duygusu kişinin kendisini bir “ben” ve “benlik” olarak idrak etmesini sağlamaktadır.
Bergson hafızaya bedende fizik olarak bir yer göstermediği gibi hafızayı beynin bir işlevi gibi gören psikofizik paralelizm ve lokalizasyon teorilerine de karşı çıkmıştır. Ona göre beyin bedenin işleyişinin komuta merkezi gibidir, hatıraların yüzeye ve benliğe çıkmasında rolü vardır ama onların korunup saklandığı yer değildir. Onun deyişiyle: “dimağımız, tasavvurumuzun ne yaratanı ne de saklayanıdır; onu sadece etkili kılacak şekilde sınırlar. O hayata dikkatin organıdır.” Ona göre hatıralar bütün bir insan ruhunda bulunmaktadır. Ayrıca ölüm de bedene ait bir fenomen olduğu için, ruh ve hatıraların kaybolması veya bir son bulması söz konusu değildir. Böylece Bergson, ruhu basit ve dağılmaz bir cevher olarak tasarlayan eski metafiziklerden ayrılmakta, ruhun ölümsüzlüğüne çağdaş bir yorum getirmektedir.
Mevlana ve Bergson’da ruh kavramı karşılaştırıldığında ona yüklenen işlevler açısından da bir benzerlik ve paralellik olduğu gözlenmektedir. Mevlana’da ruh, bedeni harekete getiren ilke, bedene hayat veren ilke olmanın yanında; görme, duyma ve konuşma gibi yetileri de kapsamakta ve bütün bunları idare eden bütünlük ve yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki düşünürde de ruh, kendi emellerini gerçekleştirmek için bedeni bir alet gibi kullanmakta ve ayrıca ruhun hem evrende hem de insanda yansımaları söz konusu edilmektedir. Evrendeki yansıması hayat ve canlılık, insandaki yansıması ise duygu, düşünce (maneviyat), benlik ve şahsiyettir.
Kaynak: Levent Bayraktar - “Mevlana ve Bergson’da Ruh Kavramı” Mevlana Mesnevi Mevlevihaneler Sempozyumu