Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin - 1

Tayfun Atay

Tarihin bize "geçmişin bilgisi"ni veya geçmiş olayların “hakikat”ini sunduğunu, bugünü anlamak için bir "hazine" olan geçmişin kapısını açtığını ve bu geçmişten gelecek için dersler çıkarmamızı sağladığını "iç huzuru" ile söyleyebileceğimiz güvenli günlerin çok uzağında olduğumuz kesin.(2) Her yeni kuşakta tarihin yeniden yazıldığı sıklıkla tekrar edilen bir ifadedir.(3) Bu kadar sıklıkla vurgulanmayan bir diğer önemli nokta ise, yine her yeni kuşakta tarihin "ne" olduğu üzerine soruların da yeniden ele alınıyor olmasıdır. Tarih geçmişi bugüne mi taşır, yoksa bugünden hareketle bir geçmiş mi kurar (yahut "kurgular")? Geçmişte ne olduğunu "doğru" olarak söyleme imkânımız ne ölçüde veya ne kadar vardır? Bununla bağlantılı olarak, tarih olgusal mı, yorumsal mıdır, bilim mi yoksa meslek ya da "zanaat" mıdır?.. Bu sorular şimdiye değin belki defalarca ele alınmış, farklı dönemler içerisinde bunlara tatminkâr sayılabilecek yanıtlar üretilmiştir; ancak söz konusu sorular yine de tamamıyla tüketilip aşılamamış olup bugün de geçerliliklerini sürdürmektedirler.(4)

Yapılabilecek bir başka tespit bu tartışmalara Türkiye tarihçiliğinden katkıların şimdiye değin hayli güdük ve yetersiz kaldığıdır.(5) Özellikle akademik tarihçiliğimizin "tarihin ne olduğu"nu tartışmak, tarihi ve tarihçiliği sorgulamak gibi bir eğilim ya da yönelime hâlâ sahip olmadığı, böylesi bir "sorunsal" üzerinde odaklanarak tarihi ele alan, "mektepli" olmayan tarih araştırıcısı-sosyal bilimcilere karşı da geleneksel kapalılığını sürdürdüğü ifade edilmektedir.(6) Oysaki bu tarihçilik ya da tarih yazımına yalnızca üstünkörü bir bakış bile Türkiye’de tarih çalışmalarının geçmişi aydınlatıp bugüne ışık tutmak ve yarını düzenlemek ("kurtarmak") gibi "hayırlı" amaçların çok uzağında, "bugün"ün kutuplaşmalarını, çatışmalarını ve kavgalarını adeta geçmişe teyellemeye yönelik olarak gerçekleştirildiğini düşündürebilecek ipuçlarını gözler önüne sermeye yetmektedir.

Bu çalışmada Türkiye tarihine ilişkin bu nitelikte bir örnek olaydan yola çıkarak tarihin "ne"liği, "ne" ya da "kimin için"liği, "hangi" zaman dilimine (geçmişe / bugüne / geleceğe) "ne kadar" ilişikliği üzerine bazı hatırlatmalarda bulunmak, buna, yine bu tarihsel olay ve bu olaya adını veren tarihsel şahsiyetin ele alınış biçimleri temelinde ve bununla sınırlı çerçevede bazı yeni argümanlar eklemek, böylece daha genel bir tartışmaya kapı aralamak hedeflenmektedir. Söz konusu tarihsel şahsiyet: Şeyh Bedreddin'dir. Burada onun adı ile anılan isyan hareketi üzerine yazılanları, ortaya atılan görüş ve savları karşılaştırmalı biçimde irdelemeye çalışacağım. Tarihçi olmadığım için tabii ki burada tarih üzerine söyleyeceklerimin, özellikle bu disiplinin erbabı ve emekçileri açısından, çok orijinal ya da "sofistike" olmayabileceği kaygısını taşıdığımı geçerken belirtmek durumundayım. Yapacağım yalnızca kendi antropolojik ilgi alanıma girdiği kadarıyla ve bunun gerektirdiği ölçüde İslam-Tasavvuf-Tarikat tarihi üzerine okumalar yaparken karşılaştığım Şeyh Bedreddin Olayı'nı yukarıda belirtilen sorular setiyle ilişkilendirmek ve bu işlemin sonucunda beliren çağrışımları paylaşmaktan ibaret olacaktır. Böylesi bir girişime beni sevk eden neden, bu konuya ilişkin yazılanların, yapılan yorum ve değerlendirmelerin söz konusu tarihsel şahsiyet ve olayı anlaşılır kılmak yerine daha bilinemez hale getiriyor gibi görünmeleridir.

"Asi" ve İsyan

Şeyh Bedreddin, bilindiği gibi, Türkiye tarihi içerisinde popüler ilgiye de en fazla mazhar olmuş ender şahsiyetlerden biridir. Özellikle sanat ve edebiyat alanında Şeyh Bedreddin ve onun öncülük ettiği söylenen isyan olayının hatırı sayılır ürüne tema teşkil ettiğini görüyoruz. Erol Toy'un Azap Ortakları adlı iki ciltlik küllî romanı, Nazım'ın meşhur Şeyh Bedreddin Destanı, onu takiben Hilmi Yavuz'un Bedreddin Üzerine Şiirler'i ve iki tiyatro eseri; Orhan Asena’nın Simavnalı Şeyh Bedreddin’i ve Mehmet Akan'ın Hikâye-i Mahmud Bedreddin'i, daha yakınlarda da Radi Fiş'in Ben de Halimce Bedreddinem adlı biyografik romanı, bu tarihsel şahsiyeti günümüze taşıyan ve onu kamuoyuna tanıtmakta çok büyük katkı sahibi olmuş çalışmalardır. Hâlâ bunlardan haberdar olmayanların da en azından Zülfü Livaneli'nin özellikle 1980 öncesinde çok popüler olan ve kulaklarımızda iz bırakan, Nazım'ın Destan şiirinin uyarlamasını anımsamamaları olanaksızdır.

Şeyh Bedreddin’i bu kadar popüler yapan, hiç kuşkusuz, onun adı ile anılan isyan hareketidir. Bu isyanın taşıdığı iddia edilen motifler ve unsurlar yakın dönem Türkiye’sinde özellikle siyasal-ideolojik konumları itibariyle "sol"da yer alan çevrelerin ilgisini çekmiştir. Çünkü "sol" başlığı altında savunulan görüş ve düşüncelerin bu topraklarda derinlere giden kökleri bulunduğu gibi heyecan verici bir sava haklılık kazandırma yolunda bulunmuş bir membadır adeta Şeyh Bedreddin.(7) Buna bağlı olarak, özellikle milliyetçi ve İslamcı versiyonlarıyla Türk sağı da, adeta "insiyaki" biçimde, uzunca bir süre karşıt kutupta Bedreddin'i lanetli bir "devlet-i-ebed-müddet" düşmanı olarak resmetmekten kendisini alamamıştır.

Olup bitenleri kısaca hatırlatalım.(8) Bedreddin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış bir şahsiyettir (1359/60 - 1417/20). Doğum yeri Edirne'nin Simavna kasabasıdır. Bir Selçuklu soylusu olan babası Simavna kalesinin Bizanslılardan alan birliğin komutanı olup bu nedenle de Simavna gazisi olarak nitelenen İsrail'dir. İsrail, kalesini fethettiği Bizans tekfurunun kızını önce ganimet olarak alır, sonra evlenir; Rum kızı Müslüman olur ve Melek adını alır. Melek, Bedreddin'in annesidir. Kitaplar İsrail'in aynı zamanda Simavna kadısı olduğunu bildiriyorsa da Simavna'nın o dönemde bir kadı atanmasını gerektirecek kadar büyük olmadığına işaret eden bazı araştırmalar buna kuşku ile yaklaşmaktadırlar.(9)

Bedreddin esas olarak bir din adamı (âlim), bir parça mutasavvıf ve sonra da devlet adamıdır (kadıasker). Ama bunların hepsinden öte tarihe bir asi, siyasal iktidara karşı halk kitlelerinin tepkilerine tercüman olmuş bir isyancı olarak geçmiş biridir. Osmanlı devletinin kuruluş sancılarının tamamıyla son bulmadığı, hayli kritik bir dönemde etkinlik gösterir. Dönem Yıldırım Bayezid'in Timur karşısında 1402'deki Ankara Savaşı'nda bozguna uğramasından sonra Bayezid'in dört oğlu arasında zuhur eden kardeş kavgasının görüldüğü Fetret Devri'dir (1402-1413). Dolayısıyla büyük bir siyasal bunalım ve buna bağlı toplumsal çalkantı ve kargaşa havaya hâkimdir.

20’li yaşlarının başından itibaren Bedreddin, Edirne'de başlamış olduğu İslami ilimler tahsilini sürdürmek üzere o zamanki İslam coğrafyasını karış karış dolaşmaya başlar. Önce Bursa ve Konya’da, daha sonra da Kahire'de eğitimini sürdürür. Bu arada Şam ve Kudüs'e, oradan da Mekke'ye hacca gider. Mısır'a dönüşünden sonra Sultan Berkuk oğlunun eğitimini Bedreddin'e verir. Ardından Mısır’da bir sufî şeyhinin etkisinde tasavvufa yönelir. Sultan tarafından kendisine verilen Habeş cariye ile evlenir ve ondan oğlu İsmail doğar. Sonra Doğu Anadolu'ya ve Tebriz'e geçer, burada Timur'la tanışır. Memleketine dönmeye karar verir; Şam ve Halep yoluyla Anadolu'ya geçer, önce Konya’da, sonra Alevî Türkmenlerle tanıştığı Tire, Aydın, Kütahya gibi yerlerde bulunur. İzmir'den Sakız adasına geçer, Rum Tekfuru tarafından kabul görür, adadaki rahiplerle dostluk geliştirir. Tekrar Türkmenlerle meskûn Kütahya'ya ve Bursa üzerinden de Edirne'ye döner. 1380 başlarından 1406'ya kadar yaklaşık 25 yıllık bir dönemdir bu.

Dönüşünden bir süre sonra Fetret Devri'nin sonlarına doğru Rumeli'nde hüküm süren (1411-1413) Musa Çelebi'nin kazaskeri olur. Düşüncelerinin Musa Çelebi üzerinde etkili olduğu ve onun siyasal tutum alışlarına yön verdiği söylenir. Kaynaklarda belirtildiği kadarıyla bu düşünceler siyasal-ekonomik anlamda eşitlikçi, dinsel anlamda panteist (İbn-i Arabî etkisinde bir "vahdet-i vücut"çuluk) ve toplumsal-kültürel anlamda da bağdaştırmacı yani senkretiktir. Bu senkretizm Osmanlı fütuhatının halka halka genişlediği bir dönemde farklı dinsel kimliklerin, özellikle Müslüman Türkmen ve Hristiyan Rum unsurların kâh yan yana kâh karşı karşıya kâh iç içe bir görüntü sergiledikleri son derece dinamik bir etkileşim ortamının söz konusu olduğu hatırlandığında anlam kazanacak bir stratejidir.(10)

Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmet karşısında yenik düşüp iktidarı yitirmesinden sonra Bedreddin İznik'e sürgün edilir. Ama düşüncelerini benimseyip kendisine gönül verenler üzerindeki etkisi de devam eder. Bir süre sonra da kendisi ile bağlantılı hareket ettikleri söylenen iki şahsiyet, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından Aydın ve Manisa'da yürütülen isyanlar Osmanlı resmiyetine karşı patlar. İsyanlar bastırılır, Börklüce ile Torlak ve nihayetinde de onların isyanından mesul tutulacağını bilerek İznik'ten kaçıp Rumeli'nde Deliorman'a giden ve orada kendi çevresine toplananlarla bir hareketlilik içine giren Bedreddin yakalanarak "siyaseten katl"e uğrarlar. Ancak bugüne de "Osmanlı egemenlerine karşı halk kitlelerinin tepkisini isyana yönelten şahsiyetler" olarak kalırlar. Dönemin kroniklerinde (özellikle Dukas Tarihi’nde) Börklüce'nin isyanına ilişkin olarak belirtilen, "kadınlar hariç mal-mülk her şeyde ortaklığın" isyanın şiarı olduğu bilgisinin bugüne değin olarak yorumlanmasının sonucunda durum, "değersel" bir boyut da kazanır. Bu değersellik iki yönlüdür. Bir yandan "olumlu/yüceltici" bir vurguyla, mülkiyetin kaldırıldığı "ortaklaşmacı" bir düzen isteğinin ve savunuculuğunun bu topraklarda ta 15. yüzyıla kadar geriye götürülebileceği görüşlerine temel oluşturur. Nazım’ın destan şiirinin ağızlarda nakarat olan "Yârin yanağından gayrı / her şeyde her yerde / hep beraber diyebilmek için..." dizeleri bu heyecana tercüman olur.(11) Hangi çevrelerden gelebileceğini tahmin etmenin zor olmayacağı karşıt yöndeki "olumsuz" değersellik ise, "yârin yanağından gayrı” nüansını atlayarak Şeyh Bedreddin hadisesinin temelinde, Orhan Seyfi Orhon'un ifadesiyle, "eşlere varıncaya kadar herkesin dünya nimetlerinde ortak olduğu" şeklinde, sapkın olmanın ötesinde, "sapıkça" bir görüş olduğunu ileri sürer.(12)

Benzer Bakışlar Farklı Yorumlar

Elimize ulaşabilen Osmanlı vekayınamelerinde yer aldığı biçimiyle Bedreddin Olayı özetle böyledir. Bu olay hem meslekten (akademik) tarihçilerin, hem popüler tarihçilerin, hem de amatör tarih meraklılarının ilgisini çekmiş ve yabana atılamayacak sayıda çalışmaya konu olmuştur. Üzerinde durulması gereken nokta, Bedreddin olayına ilişkin bu literatüre başvurulduğunda meseleye vakıf olmak yerine daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir tıkanma noktasına varılıyor olmasıdır. Konuya ilişkin doğrudan çalışma yapan veya yeri geldiğince bu konuya değinen tarihçi, sosyal bilimci, gazeteci-yazar ve aydınların saptama ve yorumlarındaki farklılık ve hatta karşıtlık o düzeylere varmaktadır ki, birinin "ak" dediğine ötekinin "kara" demesine sıklıkla tanık olunmaktadır. Öyle ki aynı ideolojik söylem dünyası içerisinde yer aldığı söylenebilecek yazarların dahi karşıt belirlemelere varabildikleri görülmektedir.

Örneğin "Türkiye solları"nın Bedreddin olayına ilgi duyduğunu ve onu "kendince" değerlendirdiğini yukarıda belirttik. Ancak sol perspektiften, daha doğrusu "tarihsel-maddeci" yaklaşımla kaleme alınan çalışmaların kendi içinde dahi Bedreddin olayını nereye koymak gerektiği konusunda zıt görüşler ortaya çıktığı fark edilmektedir. Türkiye tarihini halk hareketlerinin tarihine indirgeyen Yetkin'e göre Bedreddin, "materyalist anlayışı çağına göre çok ileri olan bir halk adamı"dır.(13) Buna karşılık aynı yaklaşımın bir başka temsilcisi olduğu düşünülebilecek olan Yerasimos için Bedreddin, "sınıfsız ve özel mülkiyetsiz ilkel topluma yani geriye dönüş özlemine dayanan bir halk ayaklanmasının öncüsü”dür.(14) Bedreddin, Yetkin'e göre "ilerici", Yerasimos'a göre "gerici"dir! Aynı şekilde yıllar önce 1970'lerde Devrim'de yazan İlber Ortaylı Bedreddin'i şöyle değerlendiriyor:

Tarihe gerçek devrimci bir gözle baktığımızda ilerici ve itici gücün Bedreddin'in düşün ve eylemi değil, Osmanlı'nın kurduğu düzen olduğunu görürüz. Feodalitenin pekiştiği ve küçük beyliğin bir imparatorluğa doğru geliştiği dönemde, ilerici ve gerçekçi olanlar Çelebi Sultan Mehmetler, Evrenos Gaziler, Çandarlılardı.(15)

1 - 2 - 3 - 4

Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin - 2

Benzeri örnekler sol ya da tarihsel-maddeci Bedreddin değerlendirmelerinde çoğaltılabilir. Burada temel kaygının Bedreddin olayına tarihsel-maddeci toplumsal evrim şablonuna uyarlanmış bir açıklama getirmek olduğu anlaşılıyor. Ancak bünyesinde ortaklaşmacı motifler taşıdığı söylenen (saptanan değil!) bu isyanı tarihin daha erken dönemlerine düşen ilkel-komünal toplum aşamasına sokmaya da herkesin gönlü el vermemektedir. Bu açıdan söz konusu sorunu giderme yolunda Nedim Gürsel'in bir ara formül denemesinde bulunduğunu görüyoruz:

Şeyh Bedreddin ayaklanmasını ilkel komünist topluma dönüş özlemi olarak da niteleyebiliriz. Ne var ki sosyalizmin ilk belirtilerini de içinde taşıyan, çağlardır süregelen ezen-ezilen çatışmasına halkçı niteliği kazandıran bir harekettir bu. Geriye olduğu kadar ileriye, geleceğe de dönüktür.(16)

Bu "ilerici-gerici" ikilemine saplı nüanslarına karşı, tarihsel-maddeci bakışla yapılan Bedreddin değerlendirmelerinin bir noktada birleştiği fark edilir. O da Bedreddin'in ve isyanının halk kitlelerine dayalı, yani "halkçı" bir niteliğe sahip olduğudur. Bu "halkçı" yorumun ana hatları şu şekildedir: Bedreddin'in kişiliğinde somutlaşan olaylar dizisi, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda kendisini hâkim kılan aristokrasiye karşı halk kitlerinde belirmiş olan tepkinin eyleme dönüşmüş şeklidir. Burada Fetret Devri'nde bir süre iktidarı ele geçiren Musa Çelebi'nin, Şeyh Bedreddin’in düşünsel etkisi nedeniyle halka dayalı, kardeşi Çelebi Mehmet'in ise toprak sahiplerine dayalı bir politikanın temsilcileri olduğu iddia edilir.(17) Oysaki Bedreddin'i bu şekilde halka mal etmek hiç de öyle kolay değildir. Bir kere Bedreddin'in kendisi, Selçuklu sarayı ile irsiyet iddiasındaki bir akıncı beyin oğludur. Babası "Gazi" İsrail Simavna kalesi komutanıdır. Ayrıca Bedreddin diğer halk ayaklanmalarının "ümmi" öncülerinden farklı biçimde hem devrinin önde gelen âlimlerinden biri hem de bir devlet adamıdır. Bu özelliklerden yola çıkan Kılıçbay, Bedreddin'i halktan yana bir eylemci olarak kavramanın kesinlikle söz konusu olamayacağını, tam tersine Bedreddin'in Osmanlı Devleti'nin merkezileşme politikası ile çıkarları sarsılan feodalleri temsil ettiği görüşündedir.(18)

Bedreddin’e ve isyanın niteliğine ilişkin hangi nokta vurgulansa, 180 derece zıt bir argüman da hemen kendisini göstermektedir. Bunlardan biri de İsyan’ın, 13. yüzyılın Babaîler isyanından gerek düşünsel gerekse tatbiki açıdan esinler alıp almadığı, aldıysa bunun derecesine ilişkindir. Bedreddin olayının meydana gelmesinde Selçuklu dönemindeki Bâtıni motifli Babaî (Baba İshak) ayaklanmasının başlangıç teşkil ettiğini ileri süren Fuat Köprülü gibi ağırlık sahibi tarihçiler vardır.(19) Fakat Mustafa Akdağ, Bedreddin'in Anadolu'da değil de Rumeli’nde harekete geçmesini, çevresinde akıncı, tımarlı sipahi ve medrese talebeleri gibi "avam-dışı" unsurların toplanmasını ve kendisinin de devlet ricalinin yüksek mertebelerinden olmasını gerekçe göstererek, onun isyanının Anadolu-merkezli, tekke-tarikat ağırlıklı, "avam" destekli ve "Bâtıni" Babaîler isyanı ile bir tutulamayacağını söylemektedir.(20) Bu yorumun tam aksi yönde Taner Timur, Bedreddin hareketinin Dobruca, Deliorman bölgesinde gelişmiş olmasını dikkate alarak Babaî hareketi ile bir devamlılıktan söz eder.(21) Bir başka saygın tarihçimiz Halil İnalcık ise Akdağ tarafından zikredilen ve Bedreddin'e destek veren akıncı-gaziler, tımarlı sipahiler, medrese talebeleri ve Hristiyan köylülerin bu harekete katılmalarının nedeni olarak, Bedreddin'in İslam ile ilgili "Bâtıni" yaklaşımını göstermektedir.(22) Yani Akdağ için İsyan'ın Bâtıni nitelikli olmadığı’na delalet eden unsurlar, İnalcık'a göre İsyan Bâtıni nitelikli olduğu için hareketin bünyesinde mevcutturlar. Birisi için Bâtıni olmama nedeni olan bir durum, diğeri için Bâtıniliğin sonucu olan bir durumdur! Bu konuda daha dengeli değerlendirme yaptığı izlenimi veren Ocak, Babaîler isyanı ile Şeyh Bedreddin isyanı arasında hem önemli benzerlikler tespit etmekte hem de büyük bir farkın altını çizmektedir. Ocak'a göre, liderlerinin "sufî" kimliğe sahip olması, ideolojik planda "mesiyanik" motiflere sahip olmaları, nihai hedeflerinin siyasi olması, propaganda ve organizasyon süreçlerinde ise liderlerden çok halife ve müritlerin etkin olmaları itibariyle her iki isyan benzerlik içindedir. Ancak isyanlara katılanların toplumsal pozisyonları dikkate alındığında Ocak da, Akdağ'ın tespitlerini destekler biçimde, Bedreddin isyanına katılanların "avam-dışı" niteliğini (Anadolu ve Rumeli'de tımarları ellerinden alınmış sipahiler ile Balkanlar'ın eski Hristiyan feodalleri) onu Babaîler isyanından ayıran çok önemli bir fark olarak kaydetmektedir.(23)

Babaîler isyanı ile bağlantılı olduğu da düşünülebilecek bir diğer ihtilaflı ve sorunlu boyut Bedreddin'in dinsel anlamda nereye yerleştirileceği konusunda belirir. Ortalama okuyucuya Bedreddin “mutasavvıf” (sufî) ve "fakih" (hukukçu) olarak tanıtılır.(24) Bedreddin'i olumsuzlayan, hatta lanetleyen İbrahim Hakkı Konyalı, Raif Yelkenci gibi popüler tarih yazarları, onun Bâtıni olduğunu, üstelik hayli ağır ithamlarla vurgularlar. Bâtınilik burada ibadet sorumluluklarını, dolayısıyla şeriatı hiçe saymakla özdeş tutulur. Bu yazılarda Nazım'ın destan şiirinin giderek sol mahfiller yoluyla kamusal kabul görmesinin yarattığı refleksif bir tedirginlik ve öfkenin izleri olduğu da sezilmektedir. Örneğin Konyalı, Bedreddin'i "kızıl Bâtıni peygamberi" olarak tanımlar.(25) Onlara katılan ilahiyatçı Semahaddin Cem Bedreddin'in Şii-Bâtıni-Rafızi olduğunu iddia ederek, düşüncelerini İslami açıdan "küfr" olarak nitelemektedir.(26)

Yaşamı içerisinde İslam dünyasının pek çok yerinde bulunan, bu arada Anadolu'da Alevi-Bâtıni akidelerin yerleşik olduğu çevrelerle etkileşimi de olan Bedreddin'in Fikriyatında bâtıni motifler yer etmiş olsa gerektir. Ancak bunun onun düşüncelerinin hâkim rengi olduğu konusunda bir mutabakat yoktur. Örneğin Gölpınarlı, Bedreddin'in "şeriatı ibtal etmeyi değil, kendince ihya etmeyi" amaçladığını belirtir.(27) Bedreddin'in fikriyatında bazı bâtıni motiflerin bulunmasının, bu motifleri önemli ölçüde paylaşan tasavvuf dairesinde yer almasından kaynaklandığını, bu tasavvufî anlayışın da ehl-i sünnet çizgisinde seyrettiğini söyler. Bu görüşte mukabilini bulmakta gecikmez. Necdet Kurdakul, muhtemelen Bedreddin'in fıkıh ağırlıklı çalışmalarının değerlendirmesinden hareketle, Bedreddin'i tasavvuf dairesinde görmenin mümkün olmadığını, onun tam anlamıyla ehl-i sünnet hukuk sistemine mensup bir âlim olduğunu belirtmektedir.(28) Böylece "dinsel" çehresi itibariyle üç Bedreddin çizilir: Gölpınarlı'nın "Sufî-Sünni" Bedreddin'i; Cem'in "gayrısufî ve Şii-Bâtıni" Bedreddin'i ve son olarak Kurdakul'un "gayrısufî-Sünni" Bedreddin'i...

Dinsel düşünce plânında kendisini gösteren bu çok yönlülük, Bedreddin'in fikirlerinin gelişiminde biçimleyici ve etkileyici olan farklı, hatta aykırı şahsiyetlere bağlanabilir. Bedreddin'in düşünsel yönelimlerinde tayin edici rolü ve etkisi en çok kabul edilen şahsiyet İbn-i Arabî'dir. Özellikle en meşhur eseri Varidat'ta İbn-i Arabî etkisinin dorukta olduğu söylenir.(29) Ancak bu konuda da görüşler muhteliftir. Gölpınarlı, örneğin İbn-i Arabî etkisini reddetmemekle birlikte, Bedreddin'i en çok etkileyen kişinin Abdurrahman-i Bistamî olduğunu ileri sürer.(30) Şerefeddin Yaltkaya ise İbn-i Arabî'nin yanı sıra Farabi, İbn-i Sina gibi İslam filozoflarının, İbn-i Seb'in ve Sadri Kanevî gibi mutasavvıfların, bunların dolayımıyla da Eski Yunan ve özellikle Aristo felsefesinin de Bedreddin üzerinde etkili olduğunu belirtmektedir.(31) Buna karşılık Varidat üzerine bir doktora tezi yazmış olan Bilal Dindar Bedreddin’in düşünceleri ile Eski Yunan filozofları arasındaki benzerliğin ancak görünürde olabileceğini, Bedreddin'in bu filozoflardan etkilenmesinin düşünülemeyeceğini, buna karşın özellikle "Vahdet-i Vücud" görüşünde İbn-i Arabî'nin etkisinde kaldığının bir gerçek olduğunu ifade etmektedir.(32) Balivet de Bedreddin'in yönelimlerinde İbn-i Arabî'nin tayin edici rolünün ve etkisinin altını çizmektedir.(33) Bir tek Kaygusuz Bedreddin'le İbn-i Arabî’nin esasta birleşmekle birlikte pek çok noktada ayrıldıklarını söyleyerek, her ikisinin de Abdülkadir-i Geylani'den feyz aldıkları görüşünü kabul etmek gerektiğini ileri sürmektedir.(34)

Anakronik Benzetmeler

Bedreddin üzerine inceleme yapan veya onun hakkında fikir beyan edenlerin hemen hepsinde gözlenen bir diğer karakteristik, onu hem kendisinden önce ve sonra yaşamış başka tarihsel şahsiyetlerle fikri bir benzerlik içinde, hem de kendi yaşam dönemi dışında belirmiş ve klasik biçimlenmelerini kazanmış bir takım düşünce akımlarının temsilcisi olarak sunma girişimleridir. Bu noktada muazzam bir anakronizm batağına saplanıldığı görülür.

Varidat analizinden yola çıkan H. Ziya Ülken önce Leibniz, sonra Spinoza ile benzerlik bulmakta;(35) Tanzimat dönemi aydınlarından Mizancı Murat onu dinsel bir reformcu olması itibariyle Luther'leştirmekte;(36) buna karşı çıkan Cerrahoğlu ve daha sonra Nedim Gürsel özdeşlik için doğru ismin Thomas Münzer olduğu kanısını dile getirmekte;(37) Alman tarihçi Hammer, Bedreddin’in dinsel renkteki düşünce ve eyleminin, İran'da 5. yüzyılda patlayan Zerdüşt isyanının başını çeken Mazdek'inki ile benzerliğini vurgulamakta;(38) Semaheddin Cem, “İslam-dışı” saydığı Bedreddin'i Auguste Comte ile aynı kefeye koymakta;(39) Baldemir, felsefi olarak idealizm ile materyalizm arasında gidip geldiğini belirterek ondan "feodal dönemin Kant'ı" diye söz etmekte;(40) Z. F. Fındıkoğlu onu "Şark'ın Campanella'sı ve Thomas More'u" saymakta;(41) Orhan Hançerlioğlu da onu More'un düşüncelerinin doğudaki temsilcisi olarak nitelemektedir.(42) Liste bu şekilde uzayıp gidiyor.

1 - 2 - 3 - 4

Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin - 3

Bu şahsiyet benzetmelerinin ne ölçüde geçerli veya yerinde olup olmadığının değerlendirilmesi, başlı başına bir çalışmayı ve beni aşan bir uzmanlık ve yetkinliği gerektirmektedir. Söz konusu anakronik benzetmelerin en azından düşünce tarihi açısından olumlu yanları bulunabileceği iddialarına itiraz etme konusunda da fazla ısrarlı değilim. Ancak, Bedreddin’i düşünce ve eylemi itibariyle yukarıda sıralanan şahsiyetlere "benzetme" girişimlerine ilişkin bir noktayı soru şeklinde formülleştirmeden de geçemeyeceğim. Bedreddin'i ele alıp inceleyen yazarların onunla başka düşünürler arasında kurdukları bu benzerlik, hatta özdeşlik ilişkilerini acaba söz konusu düşünürler üzerine konuşurken de onlarla Bedreddin arasında kurabilir miyiz? Söz gelimi Spinoza, Leibniz, More, Campanella, Mazdek, Comte üzerine, Türkiye'de veya Batı'da çalışan biri, örneğin Spinoza'yı değerlendirirken, onun düşüncelerinin 15. yüzyıl Anadolu’sunda yaşayan Bedreddin'in düşüncelerine benzediğini söyleme yoluna gider mi? Ya da Thomas More veya Campanella'yı ele alırken onlardan "Garp'ın Bedreddin'i" diye söz eder mi?!.. Yanıtın olumlu olacağını söylemek zor. O halde, kurulmakta olan "benzenen" ve "benzeyen" ilişkisinin pek de masum olmadığı, benzerliği kuranların zihninde "benzenen" (Luther, Münzer, Spinoza, Leibniz, vd.) karşısında "benzeyen"in (Bedreddin) talileştirildiği (dolayısıyla tâbileştirildiği) bir durum söz konusu edilebilir. Bir başka deyişle, Bedreddin'le meşgul gibi görünseler de yazarlarımızın zihninde (olumlu ya da olumsuz çağrışımlarla) "aslolan" Spinoza, Leibniz, Campanella, Comte, vd. olup, Bedreddin bir anlamda onlara "benzer"liğinden dolayı kendisinden söz edilmeye "değer" olmaktadır. Böylesi bir zihni yapılanmanın Bedreddin'i yaşadığı toplumsal ve siyasal bağlam içerisinde hakkıyla veya (o meşhur "Ben de halümce Bedreddinem" deyişinden ilhamla)(43) "halince" tanıma ve tanıtma imkânlarını hayli kısıtlayacağı söylenebilir.

Düşünsel açıdan karşımıza en çok çıkacak nitelemenin "sosyalist"lik/"komünist"lik olacağını tahmin etmek zor değildir. Bu yönde hem (yazının başında değinildiği şekilde) olumlu hem de olumsuz pek çok niteleme söz konusudur. Hançerlioğlu'nun olumlu vurgusuyla Bedreddin büyük bir Türk "toplumcu"su, Danişmend'in olumsuz vurgusuyla ise, şiddetli bir materyalist ve komünist'tir.(44) Prof. Fındıkoğlu için "Türkiye'de 19. yüzyıl sonlarında başlatılabilecek sosyalist hareketin hazırlayıcısı" iken, Prof. Çubukçu'ya göre, "manevi duyguları siyasal amaçla sömürerek sosyalist bir düzen kurmak iste"yen bir şahsiyettir.(45) Wittek'e göre "bir nevi komünizmi ... telkin eden içtimai ve dini hareketin başı", Vryonis'e göre ise mülkiyet ortaklığı öneren komünist doktrini vaz'ederek toplumsal durumdan hoşnutsuz olanları çevresine toplayan biridir.(46) Fakat bunların hiçbiri İbrahim Hakkı Konyalı'nın "zirve-yorum"una yaklaşamazlar bile. Konyalı "Stalin'in Şeyhi" olarak nitelediği Şeyh Bedreddin'in asıldığı günün, tüm dünya milletleri için bir kurtuluş günü ilan edilmesi gerektiği görüşündedir. Aksi taktirde dünya "kızıl tehlike" acısını 530 yıl önce tatmış olacaktı!.. (47)

Bunların yanı sıra Bedreddin'i "sosyal demokrasinin bir savunucusu" sayan,(48) Rusya'daki "Dekabristler"e benzeten,(49) "liberal" olarak niteleyen,(50) Türklük bilinciyle hareket ettiğini söyleyen(51) ya da aksine, Türk'ün birliğine zarar veren bir nifakçı ve hain olarak gören(52) yazarlar vardır.

Kaynak Sorunu

Şimdi bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bu kadar çeşitli, karşıt, spekülatif ve karmaşık değerlendirmelere gidilen bir tarihsel şahsiyet ve olaya ilişkin "bilgilendirici" kaynaklar bir elin parmaklarını geçmemektedir. Ortada Bedreddin ile çağdaş dört vak'anüvis tarafından kaleme alınan, daha da önemlisi belgeye değil "tevatür"e (lafa) dayalı, yani güvenilirlikleri tartışmalı dört kaynak bulunmaktadır.(53) Anılan bu kaynakların ise yalnızca birinde Bedreddin olayını, deyim yerindeyse "sansasyonel" hale getiren, başlangıçta zikrettiğimiz bir "ilişki"nin varlığından söz edilmektedir. Bu, Bedreddin ile Börklüce Mustafa'nın isyanı arasındaki ilişkidir. Kendisi kazasker iken Börklüce Mustafa'nın onun kethüdası olduğu ve İznik sürgünü sonrasında da Börklüce ile bağlantısının bulunduğu, 1416'larda Aydın-Karaburun' da Börklüce'nin Manisa'da ise Torlak Kemal'in isyanlarının arkasında olduğu yaygınlıkla kabul gören ve Bedreddin üzerine kaleme alınmış hemen her çalışmada, olumlanarak veya olumsuzlanarak yer alan iddialardır. Bu bağlantı ve Börklüce'nin Bedreddin ile ittifak içinde isyan ettiği, yukarıda zikredilen, Bedreddin'le çağdaş kaynaklardan yalnızca "Aşıkpaşazade Tarihi"nde yazılıdır ve daha sonraki dönemlerin Osmanlı tarih anlatılarına da buradan geçmektedir. Bir başka ilginç nokta bu kitabın Bedreddin'i bütünüyle olumsuzlayan ve suçlayan tek kaynak olmasıdır. Diğer üç kitap Bedreddin'e daha tarafsız bakmakta, hatta bunlardan biri Bedreddin'i takdir etmektedir. Ancak bunlarda Bedreddin ile Börklüce birbirinden bağımsız olarak anlatılır ve birbirlerinin isyanları arasında bağlantı kurulmaz.(54)

Bunun yanı sıra söz konusu bağlantı Bedreddin'in torunu Hafız Halil'in, dedesinin hayatını anlatan, Fatih Sultan Mehmet döneminde yazılmış "Menakıbname-i Şeyh Bedreddin"de de kurulmaktadır. Hafız Halil eserinde kendisinin ve iki kız kardeşinin Börklüce Mustafa tarafından sürgündeki dedeleri Bedreddin'in yanına İznik'e götürüldüklerini söylemektedir.(55) Buradan hareketle Bedreddin ile Börklüce arasında bir tanışıklık, ilişki ve hatta "muhabbet" olduğu kabul edilebilse dahi hâlâ Bedreddin'in Börklüce ve Torlak Kemal'in isyanlarının arkasında yer aldığım veya gizli önderi olduğunu tespit edecek kanıt ve belgelerden yoksun bulunmaktayız. Kaynakları daha dikkatli değerlendiren, özellikle de Bedreddin'in kendi eserlerinde yer alan görüşlerden hareket eden kimi yazarlar Börklüce'nin eşitlikçi komünizminin Bedreddin'in kafasında yer almasının mümkün olmadığını, onun eski bir devlet görevlisi de olarak daha ziyade hukuksal bir reformdan yana olduğunu ileri sürmektedirler.(56) Dolayısıyla bu çalışmalara göre Börklüce'nin radikal devrim Bedreddin'in ise siyasal-toplumsal reform peşinde oldukları söylenebilir.(57)

Kanıt ya da belge eksikliği konusundaki bu ısrarlı vurgulamalarla bir olgu ve belge fetişizmi yapılmak istendiği düşünülebilir. Böyle bir niyetim olmayıp burada amaçlanan, Carr’dan ilhamla, tarihsel anlatının içindeki olgulardan çok, onu yazanla ilgilenme gereğinin önemini vurgulamaktır.(58) Çünkü Bedreddin'i olumlayan günümüz tarihçi, yazar ve düşünce insanlarının da, onu olumsuzlayanların da Aşıkpaşazade'yi temel dayanak almaları hayli anlamlıdır. Anlaşılan her iki taraf için de istenileni Aşıkpaşazade vermektedir. Bugüne ait bir kavganın tarafları için geçmişten malzeme devşirmek gerektiğinde uygun kaynak, Aşıkpaşazade Tarihi'dir. Aktarılan bilginin doğruluğunu tartışmalı hale getiren diğer kaynaklara yönelik olarak seçilen strateji ise, "ihmal etmek"tir.

Sonuç:

"Bak," Diyor Tarihçi...,
"Geçmiş Boyun Eğer Benim Yorumuma"...(59)

Burada "geçmiş hakkında bir söylem" olarak tarihin ne olduğu ve ne yaptığı üzerine, Şeyh Bedreddin örneğinden hareketle ve Türkiye tarihçiliği/tarih yazımı özelinde bir tartışma açma sürecine geçiş için uygun noktaya geldiğimiz söylenebilir. Buraya kadar anlatılanların bize Bedreddin'in kim olduğu ve ne yapmak istediği üzerine doyurucu karşılıklar verdiği söylenemez.

Aslında kaynakların toplu halde değerlendirilmesinin açık-seçik kıldığı bir nokta, Bedreddin'in son derece "çapraşık", birbirine zıt yönelimlerle, ilgi ve tercihlerle dolu yaşantısının hem düşünce hem de eylem olarak, bize dönemin coğrafyasının toplumsal-kültürel haritasını tasavvur etme imkânını açık bir şekilde vermesidir. Bedreddin, Selçuklu soylusu/gazisi bir baba ile Rum bir anneden doğmuş olmakla, daha ömrünün başlangıcından itibaren bir dinsel kaynaşma esprisinin içinde kendisini bulmuştur. Ancak yine başlangıçtan itibaren ehl-i sünnet ilkeleri çerçevesinde bir İslami eğitime tabi tutulmuş, giderek klasik İslam ilimlerinde temayüz etmiştir. Bu donanım ve birikim ile yazdığı eserler büyük takdir toplamış ve kendisinden sonra uzun yıllar Osmanlı medreselerinde ehl-i sünnet ilkeleri çerçevesinde okutulmuştur. Fakat öte yandan Edirne-Kahire arasında çok çeşitli yerlerde konaklayarak geçen yirmi yıllık dönemde Anadolu toprağı ile tanışmış ve Türkmen Alevilerinin, Sakızlı rahiplerin sevgisini kazanmıştır. Dolayısıyla hem ehl-i sünnete hem Aleviliğe, hem de Hristiyanlığa "taalluk"u bulunmaktadır. Evet, bir Selçuklu soylusu olup bu anlamda "feodal" niteliklere sahiptir. Ama işte Anadolu'yu dervişane biçimde karış karış dolaşırken halkla yakınlaşmış ve kaynaşmış bir "halk adamı"dır. Bir zaman gelmiş ulemadan olma vasfını terk edip dünya işlerini bırakmış, Kahire'de tanıştığı Şeyh Hüseyin Ahlatî'ye intisap etmiş ve saygın bir âlimken mütevazı bir sufî mürit olmuştur. Ama daha sonra zaman gelmiş dünya işlerini düzeltmek için Musa Çelebi'ye Kadıasker, yani devlet adamı olmuştur.

Verdiği eserler de benzeri çapraşıklıklarla doludur. En meşhur eseri Varidat'ın bir yerinde, Peygamberleri, çocukları küçük ve zararsız yalanlarla uyutan ebeveynlere benzetir; ama bir yerde kendisini keramet sahibi bir Nebi gibi sunar, işte o zaman onu bir "kızıl bâtıni peygamberi" şeklinde de, peygamberleri reddeden bir "mülhid" şeklinde de resmetmek için kullanılacak malzemeyi bulabilirsiniz. Alevilerle muhabbetinden dolayı onu Şii-Alevi yapıp, doğum yerinin Edirne'deki Simavna değil, Necef’teki "Semavet" olduğunu ileri sürecek ölçüde ifrada kaçabilirsiniz.(60) O Selçuklu kökeniyle Osmanlı düşmanı bir "feodal" de olabilir sizin için, ama pırıl pırıl bir "Türklük" bilinciyle hareket eden "özgürlük savaşçısı" da...

Bunların sonucunda ortaya birçok Bedreddin çıkar. Ama bunun yanı sıra çıkan başka şeyler de vardır. Söz gelimi yukarıdaki örnekler hatırlanacak olursa yazılarda Bedreddin hakkında üstelik hayli sorunlu nitelikte bilgi edinmekten öte yazarların zihniyet ve "duygu" dünyaları hakkında da bilgilenme imkânı buluruz. "Stalin'in Şeyhi", "Kızıl Bâtıni Peygamberi", "Sosyalist Özgürlük Savaşçısı", "Şark'ın Campanella’sı" gibi ifadeler bize Bedreddin'i olmasa da bunları yazanları daha "çok" tanıtır. Bu arada Cumhuriyet'in başından beri "Tarih"in kendisinin başlıbaşına bir sorun olduğu ve ortalıkta değişik tarih tezlerinin kol gezdiği Türkiye'de, bugüne ilişkin projelere bir evveliyat ve selef arayışlarında Bedreddin'e baş vurulduğunu tespit ederiz.(61) "Şeyh Bedreddin ve Varidat" adlı eserinde İ. Z. Eyüboğlu Bedreddin'i Anadolu'nun yarattığını, uygarlıklar beldesi Anadolu'nun coğrafi konum ve kültürel birikiminin Bedreddin'in düşünce ve eylemine adeta "öz" olduğunu söyler. Bu söylenenlerden Eyüboğlu’nun "Anadolucu" Türk Tarih Tezi’nin savunucusu olduğunu çıkarsamak zor olmaz. Ya da Bedreddin'in eylemini bir İslami mezhep hareketi olarak kavrayan, ancak Türklük bilincinden fışkırdığını dile getirerek olumlayan Bezmi Nusret Kaygusuz'un Türk-İslam sentezciliğine dönük arayışları olduğunu hissedebiliriz. Burada yapılan, düşünsel, epistemik bakımdan, "kendini tarihte aramak" veya "kendine tarih aramak"tan başka bir şey değildir.

1 - 2 - 3 - 4

Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin - 4

Bu da bizi geçmiş ile tarihin farklı şeyler olduğunu, tarihin geçmişe dair ama kategorik olarak ondan farklı bir söylem olduğunu ileri süren Jenkins'in savını, Bedreddin olayı özelinde daha da geliştirmeye ya da bir parça "abartmaya" yöneltir.(62) Şeyh Bedreddin Olayı'na ilişkin yazılanlardan çıkan sonuç, bu tarihin geçmişe dair ama bugüne ait bir söylemsel etkinlik olduğudur. Bunu derken "tarih bugün yazılmaktadır"dan öte bir şey söylemek istiyorum. Şeyh Bedreddin örneğinde -ki bunun ne ölçüde diğer tarihsel örnek olaylar açısından da geçerli, daha da öte Türkiye tarihçiliğinin geneline ilişkin bir tespit olabileceğini tartışmak gerekir- tarih, daha doğrusu tarih yazımı geçmişle değil aslında "bugün"le ilgilidir. Adına tarih denilen yazılı malzemenin içinde biz görünürde geçmişi, ama satır aralarında, daha doğrusu fısıltı halinde "bugün"ü bulmaktayız. Tarih üretmek için "geçmiş"e bakıp onu okumaya çalışanlar, yaşamakta oldukları "bugün" tarafından koşullandırılmaktalar. Değerler, ideolojik bakış açıları, epistemolojik önkabuller ve bugünün teknik kavram ve kategorileri burada devreye girmektedir.(63) Bir başka deyişle, tarih, içerisinde yazıldığı dönemin yani "bugün"ün kavramsal materyali ile yazılmaktadır.(64) Dolayısıyla bu okumalar bize bir geçmiş olay ya da şahsiyeti, örneğin Bedreddin'i anlama imkânı sunmaktan çok, bunu yapıyor gibi görünerek aslında "özgül", yani her kim kaleme alıyorsa ona ait bir bugünü anlatmaktadırlar. O zaman, bize Carr tarafından önerilen, tarihini okumadan önce tarihçinin kim olduğunu öğrenme, yani tarihçiden metne doğru bir yol izlemenin ötesinde, metinden tarihçiye veya tarih üzerine yazan her kimse ona doğru izlenebilecek bir yol olduğunu da düşünebiliriz.

Bu haliyle tarihi, Carr'ın 19. yüzyılın olgucu-pozitivist tarih anlayışına karşı bir ara formül olarak ifade ettiği şekilde olgular ile tarihçi veya geçmiş ile bugün arasında bir "diyalog" şeklinde tanımlamak hayli iyimser kalacaktır.(65) En azından, bunun "nasıl" bir diyalog olduğu üzerine kafa yormalı, "taraflar" (geçmiş ile bugün) arasındaki eşitsizlik durumunu fark etmeli,(66) bugünün aktörlerinin geçmiş üzerindeki manipülasyonlarını, dolayısıyla tahakkümünü tespit etmeli ve son olarak da "bir iktidar söylemi olarak tarih" başlıklı bir tartışmaya adım atmalıyız, diye düşünüyorum. Tabii bu arada Osmanlı tarihinin en çarpıcı isyan olaylarından birinin altına imza atmış görünen Bedreddin'i de geçmişin derinliklerinden bir kez daha, bu defa bizlere karşı, "Ben de halümce Bedreddinem" diye isyan ettirmemeye dikkat etmeliyiz.

Tayfun Atay - Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Sempozyum Bildirileri İstanbul, 1998

Notlar:

* İlk kopyası on yıl önce kaleme alınmış olan bu yazının hem o dönemde, hem de yeniden gözden geçirilerek son şeklinin verildiği yakın dönemde biçimlenmesindeki önemli katkılarından dolayı Prof. Ahmet Yaşar Ocak'a teşekkür ederim.

1. Tarık Günersel, "Tarih Nedir?", Birikim, Sayı: 32, 1991, s. 83.

2. Böylesi "romantik" bir tarih algısı ve tarihe yaklaşım tarzının bir örneği olarak, bkz. Will ve Ariel Durant, Tarihten Dersler (Çev. B. Güvenç), İstanbul, 1992, s. 13-15.

3. Örneğin Özbaran'a kulak verecek olursak: "Geçmiş değişmiyor şüphesiz, ancak bizim geçmişi algılama, kabullenme, yönlendirme niyetlerimiz sürekli değişiyor. Her bir kuşak kendi ilgi ve kaygısı doğrultusunda, yetenek ve gücünün elverdiği kadarıyla geçmişi yeniden inceliyor". S. Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, İstanbul, 1997, s. 128. Benzeri yaklaşıma daha uzak dönemden "seçkin" bir örnek olarak da John Dewey’in şu sözleri zikredilebilir: "Tarih kendi [oluşum] sürecinden kaçamaz. Bu nedenle her zaman yeniden yazılacaktır. Yeni bir bugün [abç] doğduğunda, geçmiş [abç] de [artık] başka/farklı bir bugünün geçmişi olur" (J. Dewey, "Historical Judgements" (1938), The Philosophy of History in Our Time içinde, der. H. Meyerhoff, New York, 1959, s. 172.

4. Carr'dan yaklaşık 30 yıl sonra tarihin "ne"liği, doğası, amaçlarının tartışma konusu yapıldığı yakın döneme ait bir örnek olarak, bkz. K. Jenkins, Tarihi Yeniden Düşünmek (Çev. B.S. Şener), Ankara, 1997. Öte yandan kuşkusuz burada her yeni kuşakta yapılan tarih araştırmalarında daha önce sorulmamış sorular ortaya atılmaz demek istemiyoruz. Tabii ki her yeni kuşak tarihe bakarken daha önce formüle edilmemiş, veya edilememiş, "kuşaktan kuşağa, babadan oğula değişen" yeni sorularla da ortaya çıkabilir, yaşanılan dönemin beklentileri yeni soruların yönlendirilmesini sağlayabilir (Özbaran, a.g.e., 128).

5. Bu yetersizliği giderme yolundaki katkılar arasında ihmal edilemeyecek bir örnek olarak, bkz. Özbaran, a.g.e. Ayrıca bkz. S. Özbaran (haz.), Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları, İzmir, 1998.

6. Özbaran, a.g.e., ss. 28-29.

7. Bu yaklaşım tarzına, Nazım'ın destan şiirinden başlayarak verilebilecek pek çok eser arasından yakın zamanlarda kaleme alınmış "taze” bir örnek olarak bkz. H. Baldemir, Şeyh Bedreddin'in Toplumsal Düzeni, İstanbul, 1995; özellikle "Şeyh Bedreddin Hareketinin Devrimci Özünü Günümüze Taşımak" başlıklı son bölüm (ss. 175-182).

8. Bedreddin'e ilişkin bu kısa biyografi ağırlıklı olarak şu kaynaklardan derlenmiştir: B. N. Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İzmir. 1957; C. Yener, Şeyh Bedreddin Varidat, İstanbul. 1970; N. Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, İstanbul. 1977.

9. Bu görüş söz konusu dönemin tahrir ve vakıf defterlerinden hareketle, önce Raif Yelkenci ve İ. Hakkı Konyalı gibi amatör tarihçiler, yıllar sonra da O. Şaik Gökyay tarafından ortaya atılmıştır. Bkz. R. Yelkenci, "Şeyh Bedreddin-Kimdir, nerede doğmuştur? Gençliği, akide ve inanışı, eserleri ve ölümü?", Tarih Dünyası, Sayı: 15-24, 1950-1951; İ. H. Konyalı, "Stalin'in Şeyhi Bedreddin-i Simavi", Tarih Hazinesi, Sayı: 1, 1950; O. Ş. Gökyay. "Şeyh Bedreddin'in Babası Kadı mı İdi?", Tarih ve Toplum, Cilt:7, 1984.

10. Bu noktaya özellikle dikkat çeken bir çalışma olarak, bkz. M. Balivet, "15. yüzyılda Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında dinsel kaynaşmanın iki yandaşı. Bir Türk: Simavnalı Bedreddin ve Bir Rum: Trabzonlu Georgias" (Çev. A. Uğur), Tarih ve Toplum, Cilt: 6, 1986. Wittek’e göre de Şeyh Bedreddin’in en önemli yanı, müslüman-hristiyan kaynaşmasını hedefleyen ortak bir din teorisi ile ortaya çıkması ve bunun isyan hareketine temel oluşturmasıdır (P. Wittek, "Ankara Bozgunundan İstanbul'un Fethine", (Çev. H. İnalcık). Belleten, Sayı: 27, 1943, ss. 586-587). Ayrıca bkz. Kurdakul, a.g.e. ve İ. Z. Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidat, İstanbul, 1987.

11. N. Hikmet, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı, Ankara, 1966.

12. O. S. Orhon, "Şeyh Bedreddin", Son Havadis, 29 Kasım 1969. Bu geleneğin ortaklığa kadınları da eklemeden edememesinin, kadını mal-mülk kategorisinde algılayan "tutucu" erkek-egemen zihniyetle ilişkilendirildiği bir değerlendirme olarak bkz. Baldemir, a.g.e., ss. 130-131.

13. Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, İstanbul, 1974, ss. 133, 139. Bedreddin'i kavrayışı Yetkin'in çizgisinde olup daha uç bir noktaya varan Baldemir, "bugün gerçek anlamda Şeyh Bedreddin'i temsil edenler, marksist-leninist’lerdir. Onun özlediği toplumsal düzene karşılık düşen de sosyalizmdir" demektedir (Baldemir, a.g.e., s. 180).

14. S. Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, İstanbul, 1980, s. 116. Aynı görüşte olan Nutku, Bedreddin'in yaşadığı dönemde "devrimci" niteliği-Bedreddin'in değil- Osmanlı devlet anlayışının taşıdığını ve bu sisteme karşı olan Bedreddin'in, çağının dışında kalmış ütopist bir düşünür olduğunu söylemektedir. Ö. Nutku, "Simavnalı Şeyh Bedreddin ve Orhan Asena", Tiyatro 70, Sayı: 1, 1970.

15. Aktaran, G. Dilmen, "Tarih Oyunları ve Şeyh Bedreddin", Devrim, 24 Şubat 1970. Bu sözler Devrim'in 9. sayısında (1970) Nazım'ın destan şiirini tiyatroya uyarlayan Orhan Asena'nın "Simavnalı Şeyh Bedreddin" oyunu üzerine "imzasız" olarak yayımlanmış bir yazıda yer almış, ancak yazıya karşı kaleme alınan bazı eleştirilere cevabi bir yazısında Ortaylı yazının kendisine ait olduğunu açıklamıştır.

16. N. Gürsel, "Thomas Münzer, Şeyh Bedreddin, Nazım Hikmet", Toplum ve Bilim, Sayı: 4,1978, s.8.

17. Bu yaklaşımın savunulduğu kaynaklar olarak bkz. İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 1, İstanbul, 1971, ss. 161-163; Ç. Yetkin, a.g.e., 124-125; Z. F. Fındıkoğlu, Sosyalizm 1 (Şeyh Bedreddin), İstanbul, 1976, s. 94.

18. M. Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara, 1985, s. 345.

19. F. Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ankara, 1984.

20. M. Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt: 1 1243-1453, İstanbul, 1979, s. 339.

21. T. Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, 1979, s. 96.

22. H. İnalcık. The Ottoman Empire-The Classical Age 1300-1600, Londra, 1975, ss. 188-189.

23. A. Y. Ocak, Babaîler İsyanı-Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu'da İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, (Genişletilmiş İkinci Basım), İstanbul, 1996, ss. 155-156. Bu arada Prof. Ocak'ın şu günlerde Tarih Vakfı Yurt Yayınları'ndan dağıtıma çıkmak üzere olan Osmanlı Toplumunda "Zındıklar ve Mülhidler" Yahut Dairenin Dışına Çıkanlar adlı kitabında Şeyh Bedreddin ve isyan hareketi üzerine kapsamlı bir değerlendirme içeren ve bu tarihsel olayın çözümsüzlüğünü ortadan kaldırma yolunda bize yeni açılımlar getireceği umudunu taşıdığımız bir bölümün yer aldığını da yeri gelmişken belirtelim.

24. Ş. Yaltkaya, "Bedreddin Simavî", İslam Ansiklopedisi, Cilt: II; B. Dindar, "Bedreddin Simavî", TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, 1992.

25. Konyalı, a.g.m., s. 3.

26. S. Cem, İslam İlahiyatında Şeyh Bedreddin, İstanbul, 1966, ss. 8-12.

27. A. Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul, 1966, s. 38-39.

28. Kurdakul, a.g.e., 12.

29. Varidat, Şeyh Bedreddin’in tasavvufa ilişkin olduğu söylenen ve İbn-i Arabi etkisinin hissedildiği panteist içerikli en meşhur eseridir. Eserin bizzat Bedreddin tarafından yazılmadığı, yaptığı sohbetlerin kendisinden sonra derlenmesinden oluştuğu söylenmektedir. Örneğin Cemil Yener, İncil, Tevrat, Kur'an ve Hadisler nasıl toplanmışsa, Varidat'ın da öyle toplanıp yazılmış olduğu görüşündedir (Yener, a.g.e., s. 44).

30. Gölpınarlı, a.g.e., s. 7, 19.

31. M. Ş. Yaltkaya, "Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin", Konuşmalar, Ankara, 1940, ss. 70-71.

32. B. Dindar, "Şeyh Bedreddin ve Presokratikler", Seminer, Sayı: 5, 1987, ss. 147-153.

33. Balivet, a.g.m.

34. Kaygusuz, a.g.e., ss. 198-199.

35. H. Z. Ülken, Türk Feylesofları Antolojisi, İstanbul, 1935, ss. 118, 121. Leibniz'in maddedeki bölünmez güç olarak monadları evrendeki bütün varlıkların özü olarak açıklaması (Monadoloji kitabı) doğrultusunda, Varidat'da yer alan, "Her zerrede âlemler mevcuttur" ifadesi Ülken için benzerliğe temel oluşturur. Spinoza'nın tanrı-doğa özdeşliğine dönük panteizmi, Varidat'ın "insan tesir itibariyle hak, teessür itibariyle kul ve mahlûktur" ifadesine benzer sayılmaktadır.

36. Aktaran, A. Cerrahoğlu, Şeyh Bedreddin Meselesi, İstanbul, 1966, s. 30.

37. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 30; Gürsel, a-g-m. Anakronik benzetmeler bağlamında da karşıt görüşler ortaya konulmaya devam edilmektedir. Ernst Werner, Bedreddin ile Münzer’in (16. yüzyıl) yaşadıkları toplumların farklı toplumsal evrim aşamalarında bulunduğunu, eylemlerinin neden-sonuç bakımından farklı olduğunu, dolayısıyla böyle bir benzerliğin kurulamayacağım belirtmektedir (E. Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu-1300-1481 2-Halk Ayaklanmaları ve Askeri Feodalizm, İstanbul, 1988, ss. 53-54). Kılıçbay da topraklarından kovulan ve tarım proleteri haline getirilen serflerin temsilcisi olan Münzer ile bir "devlet soylusu" ve gazi geleneğine mensup toprak sahibi bir "feodal” olan Bedreddin’in benzerlik değil ancak karşıtlık içinde olabileceklerini söylemektedir (Kılıçbay, a.g.e., s. 345).

38. J. V. Hammer Purgstall, Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: II, İstanbul, 1983, s. 424.

39. Cem, a.g.e., s. 28.

40. Baldemir, a.g.e., s. 142.

41. Fındıkoğlu, a.g.e., ss. 94, 149.

42. Hançerlioğlu, a.g.e., ss. 166-169.

43. Eyüboğlu bu sözün 15. yüzyıl sonlarında Mevlana Şemseddin'in yazdığı tıp- la ilgili bir yapıtın sonuna eklenen atasözleri arasında geçtiğini ve Bedreddin'in atasözleri arasına girecek kadar halkça benimsenmesinin bir göstergesi olduğunu söylemektedir (Eyüboğlu, a.g.e., s. 247).

44. Hançerlioğlu, a.g.e., ss. 166, 169; Danişmend, a.g.e., ss. 161-163.

45. Fındıkoğlu, a.g.e., ss. 94, 149; İ. A. Çubukçu, İslam Düşünürleri, Ankara, 1983, s. 130.

46. Wittek, a.g.m., s. 576; S. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, Londra, 1971, s. 358. Bu noktada komünizmin Bedreddin'in nazariyesinde mevcudiyetinin pek şüpheli olduğunu belirten Kemal Tahir'in Bedreddin olayına ilişkin düştüğü, "zehir-zemberek" olsa bile yine de önem ve orijinallik taşıdığını düşündüğüm bir notuna değinmeden de geçemeyeceğim. Bedreddin hareketinin bir dünya imparatorluğunun tarihsel misyonunu görememekten gelen bir "yeniden küçük beyliklere bölünmek" yönelimi olduğunu söyledikten sonra şöyle devam ediyor: "Burada bu değerlendirme Bedreddin ve takımına karşı gösterilecek en büyük acımadır. Yoksa biraz insafsız bir araştırıcı Bedreddin’i kolayca Timur'un ihaneti yanına koyar, pek de hata etmez, ayrıca Timur'un toparladığı güce sahip bulunmadığı için Şeyhin idraksizliğini de belirlemiş olurdu. Bedreddin hareketi en hafif anlamıyla bir yarı delinin umutsuzluk görüntüsüdür" (K. Tahir, Notlar/Osmanlılık/ Bizans, yay. haz. C. Yazoğlu, İstanbul, 1992, ss. 382, 507).

47. Konyalı, a.g.m., s. 7.

48. Kaygusuz, a.g.e., ss. 79-80.

49. V. Timuroğlu, Şeyh Bedreddin-Varidat, Ankara, 1979, ss. 10-11. Dekabristler, Rusya'da 19. yüzyılın ilk yansında çarlık rejimine karşı ayaklanma başlatarak meşrutiyeti getirmeyi amaçlayan, ancak başarılı olamayan bir gizli hareketin üyeleridir.

50. Cerrahoğlu, daha çok Osmanlı tarihçilerinin Bedreddin'le ilgili değerlendirmelerine yer verdiği kitabında, II. Meşrutiyet dönemi tarihçilerinden Ahmed Reşid'in Bedreddin'i düşünceleri itibariyle "liberal" olarak nitelediğini belirtmektedir (Cerrahoğlu, a.g.e.).

51. Kaygusuz, a.g.e.

52. Cem, a.g.e., s. 43.

53. Bu kaynaklar şunlardır: Derviş Ahmed Aşıkinin Aşıkpaşazade Tarihi, Bizanslı tarihçi Dukas'ın Dukas Tarihi, Şükrullah bin Şehabettin’in Behçet-üt Tevarih ve İbn-i Arabşah'ın Ukudü’n Nasiha adlı eserleri.

54. Bu konuda bkz. Kurdakul, a.g.e.

55. M. Ş. Yaltkaya, "Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin'e Dair Bir Kitap", Türkiyat Mecmuası, Cilt: III, 1935.

56. Kurdakul, a.g.e.; Werner, a.g.e.

57. Werner, a.g.e., ss. 50-53.

58. E. H. Carr, Tarih Nedir? (Çev. M.G. Gürtürk), İstanbul, 1996, ss. 30-31.

59. Jenkins, a.g.e., s. 24.

60. Bkz. Yelkenci, a.g.m., s. 800.

61. Jenkins, a.g.e., s. 30.

62. A.g.e., s. 18.

63. A.g.e., s. 33.

64. John Dewey'den akt. A. O. Lovejoy, "Present Standpoints and Past History", The Philosophy of History in Our Time, der. H. Meyerhoff, New York, 1959, s. 174.

65. Carr, a.g.e., ss. 36-37.

66. Oysa ki Carr, tarihçi ("bugün") ile olgular ("geçmiş") arasındaki ilişkinin bir eşitlik ve alışveriş ilişkisi olduğu görüşündedir (A.g.e., ss. 36-37).

67. Bilindiği gibi Bâtınilik Kur'an'ın ve buyruklarla yapılması emredilen şeylerin bâtını’nı (iç yüzünü) bilen bir anlayış seviyesine ulaşan kişiden zahir’ine riayet lüzumunun kalkacağı, dolayısıyla böyle birine artık ibadetin lüzumunun olmayacağı kanaati ve inancıdır (Gölpınarlı, Mezhepler ve Tarikatler, 116).

KAYNAK: 

http://www.insanbilimi.com/2012/12/cozumlenememis-bir-tarih-sorunu-seyh.html

1 - 2 - 3 - 4

Felsefe'nin Doğuşu Ve Anadolu Medeniyetlerinin Bu Gelişimdeki Etkileri - 1

Günümüzden beş bin yıl öncesine kadar, yani yazının bulunmasına kadar olan süre içerisinde insanlar birikimlerini gelecek kuşaklara sağlıklı ve tam olarak aktaramıyorlardı. Ancak yazının bulunması da tıpkı diğer insan başarıları gibi toplumsal ve tarihsel koşulların olgunlaşması ile gerçekleşti.

İnsanın yeryüzünde görülmeye başladığı günden bu güne yaklaşık elli bin yıl geçti. Bu sürenin yaklaşık ilk kırk bin yılı insanın toplayıcılık ve avcılık yaparak yaşamını sürdürdüğü ilkel kominal toplum ve aşiret dönemi olarak yaşandı. Avlanarak ve toplayarak tükettiği doğayı, yeniden üretmeyi başaran insan dünyanın her tarafında varlığını da sürdürdü. Ancak bu dönemde temel olarak iki farklı kültür yarattı; toprağı işleyerek ziraat yapan uygar toplum ve hayvancılık yaparak yaşamını sürdüren barbar toplum. Uygar toplumlar yerleşik köy yaşamı sürdürürken, barbarlar göçer bir hayat yaşamaktaydılar. İki kültür arasındaki mücadelede ise hayvan gücünden de yararlanan barbarlar genellikle galip çıkmakta ve köyleri sıklıkla yağmalamaktaydılar.

Günümüzden yaklaşık beş bin yıl öncesinde bu iki farklı kültür Mezopotamya’da birbirine kaynaşarak yepyeni bir toplum modeli oluşturdu. Toprağın işlenmesinde hayvan gücünün kullanılması demek olan karasaban devrimi ile ilk kez insan kendisine gerekli olandan fazla ürün elde etti. Yine hayvan gücü kullanılarak (kağnı) bu ürünler üretim mekanlarından ihtiyaç duyulan yerlere taşınabildi. Artı ürün ve ticaret toplumsal zenginliği de beraberinde getirdi.

Yeni toplumsal yapı yeni organizasyonları da oluşturdu. İlk kez devlet ve onun ayrılmaz parçası olan hukuk geleneksel örgütlenmelerin ve yaptırımların (ahlak, gelenek, töre, örf vb) yerini aldılar. Hukuk diğer yaptırım kurumlarından farklı olarak bir denetleyicisi olması, yani devlete ait olmasının yanı sıra betimlenmiş (yazıya dökülmüş) olmakla da ayrıldı. Artık hukukta insan davranışları daha açık ve belirgin bir biçimde düzenleniyordu. Fiiller ve karşılık olan cezalar yazılı olarak belirtiliyordu.

Yazı yalnız hukukla sınırlı kalmadı. Yaygın inanış içindeki her türlü mitoloji de yazıya döküldü. İnsanın yaradılışına ait inanışlar, Nuh tufanı gibi doğa üstü olaylar artık kulaktan kulağa yayılmak yerine çivi yazısı tabletlerinde yerlerini aldı. Ancak bu dönemin yazılarının genel karakteristiği anonim yani ortak kültürün ürünü olmak şeklindeydi ve yazıların yazarları belli değildi.

İsa’dan bin yıl öncesinde ise bu defa Ege’de yaşayan toplumlar çağlarının ilerisinde bir yaşam biçimi oluşturdular. Egeliler artı ürünlerini pazarda değiştirirken takas yerine para kullanmaya başladılar. Para toplumsal zenginliğin hem kolayca değişimini hem de birikimini olanaklı kılıyordu. Böylece daha çok insan toplumsal zenginlikten pay alabiliyordu. Para zenginliğin paylaşımından öte toplumsal yönetim erkinin paylaşılmasına da olanak sağladı ve Ege kentlerinde cinsiyete ve sınıfa dayansa da ilk demokrasi deneyimleri yaşandı.

Atina tipi demokrasi denen bu yönetim biçiminde yalnızca özgür erkekler, ama bunların tümü hem de doğrudan kentin yönetimine katılıyorlar, kentle ilgili kararların alınmasında etkili oluyorlardı. Para sayesinde kolayca zenginleşen ve yönetime katılan bu insanlar için bilgili olmak hemen hemen zorunluydu. Çünkü toplum yönetimine katılmak için bilgi gerekiyordu. Bilginin yaygınlaşmasında ve bireyselleşmesinde yazı çok önemli bir rol oynarken, ayrıca da kendisi de gelişiyor ve bireyselleşerek, resmi ideolojiden ve daha da önemlisi mitlerden ve dinden bağımsızlaşarak laikleşiyordu. Artık yazıların yazarları belliydi. İsa’dan sekiz yüzyıl önce yazıların konuları mitolojinin sınırlarını çoktan aşmış; sanatsal, toplumsal ve bilimsel içerik kazanmaya başlamıştı (Homeros, İlyada, Heredot ).

İsa’dan altı yüzyıl öncesine gelindiğinde; bu kez o güne kadar yalnızca dinlerin işlediği bir konu olan “ evren nedir, nereden gelip nereye gitmektedir? Böyle bir evrende insanın yeri ve görevleri nelerdir, insan nasıl davranmalıdır?” gibi temel sorunlar; ilk filozoflar tarafından dine rağmen ele alınmış ve cevaplar aranmıştır. Bu durum felsefenin doğmasından başka bir şey değildir. İşte bu bağlamda hem matematik hem de fizik alanında önemli buluşlara imza atan Miletos’lu THALES ilk filozof ve felsefenin kurucusu olarak kabul edilir.

Öyle bir an gelir ki, insan, aklını ve görgülerini, yalnız varlığını ayakta tutmak için gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalnız bilmek için de bilmek ister, böylece de praxis’in üstünde theoria’ya yükselir, dolayısıyla bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuştur.

İsa’dan önce 6. yüzyılda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yaşamıştır. Bu yüzyılda Yunanlılar için kutsal gelenek çağı kapanmaya yüz tutmuştu: Din ve geleneğin çizdiği dünya görüşü sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi görgüleriyle kurmaya çalıştığı bilime dayanmak isteyen bir tasarım almaya başlamıştı. İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki bu gelişmeye borçluyuz.

Bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur. Böyle bir felsefe, Klasik İlkçağ ya da Antik Çağ adı verilen, yalnız Yunan ve Roma kültürlerini içine alan, İsa’dan önce 8. yüzyılda başlayıp, İsa’dan sonra 5. yüzyılda sona eren, demek ki bin yıldan çok süren bir tarih aralığının ürünüdür. Bundan dolayı, şu sınırladığımız biçimiyle İlkçağ felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna göre, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan türemiş olan Hellenizm ve Roma felsefesi anlaşılır.

Isa’dan önce 6. yüzyılda, o zaman İonia adı verilen bölgede (Aşağı yukarı bugünkü Izmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) birtakım düşünürlerle karşılaşıyoruz ki, bunlar yapıtlarına peri physeos (Doğa üzerine) karakteristik adını veriyorlar. Bu yapıtlar, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış olan ilk denemelerdir, dolayısıyla da, dini bir dünya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. İşte İonia’da bulduğumuz bu gelişme ile Yunan felsefesi başlamış oluyordu. Nitekim, bu gelişme bizi sonra dosdoğru Platon ile Aristoteles’e, Yunan felsefesinin bu iki doruğuna ulaştıracaktır. İlk yunan filozofları, eşyanın kaynağını açıklayabilmek için, doğulular tarafından tasarlanmış efsaneler yerine, sürerli bir cevher (töz) ve bir oluş kavramını koydular. Bu cevher kimine göre su (Thales), kimine göre de hava (Anaksimenes), ateş (Herakleitos) veya sonsuzluk’tu (Anaksimandros). Daha o zamanlarda tabiat kanunlarının varlığı sezilmişti. Hattâ, «her şey akıp gider» diyen Herakleitos bile, aklın kavrayabileceği «tek bir tanrısal kanun»’un varlığını kabul ediyor, Elea’lılar da (mesela Parmenides, Elealı Zenon), başlangıçsız ve bitimsiz Varlığın özdeşliğini ileri sürüyorlardı. Burada efsaneden ayrılan ve felsefi düşünceyi her zaman belirlemiş olan iki esas nitelik göze çarpmaktadır: tabiat kanunlarının zorunluluğu ve cevherin sürerliği.

İlk Yunan düşünürleri, birtakım bilgilerini elbette Doğudan almışlardır; bu arada, özellikle geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama, Yunanlıların Doğudan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini işleyiş ve değerlendirişlerinde, Yunan düşüncesinin, başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık olarak görebiliriz. Mısır geometrisi pratik-teknik gereksemelerden doğmuştu: Ülke için hayati önemi olan Nil’in yıllık taşmalarını düzenlemek, bunun için kanallar açmak zorunluluğu, bu gereksinme, Mısır geometrisini ortaya koyup geliştirmişti. Böylece doğan bu geometri, pratiğe bağlı olmaktan hiçbir zaman da kurtulamamıştır. Mısırlılar, buldukları geometri teoremlerine empirik bir yolla varmışlardı; onun içindir ki, örneğin yüzeyleri ölçmede kullanılan formüller, bugünkü geometride olduğu gibi, birtakım axiom ve tanımlara dayanan bir Sistem meydana getirmiyordu; bunlar tek başlarına, dağınık bir halde idiler, aralarında bir bağlantı yoktu. İşte Yunanlıların bu alanda ulaştıkları büyük başarı: Mısırlıların parça parça bilgilerinden bir sistem geliştirmek, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmak olmuştur. Thales, Pythagoras, Eukleides, böyle bir geometriye yol açanların başında yer alırlar. 0 sıralarda Doğuda çok ilerlemiş olan başka bir bilgi kolunda, astronomide de durum böyle: Babillilerin ünlü astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, bu dinin ve pratiğin hizmetinde idi. Yıldızlar üzerinde yapılan inceden inceye gözlemler, güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dini-pratik amaçlar içindi. Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmışlar, ama sonunda, bu pratiğin emrindeki dağınık gereçlerden Anaksimandros’tan Ptolemaios’a kadarki çalışmalarıyla gökyüzünün bilimsel bir görünüşünü çizen bir teori kurmuşlardır.

Yalnız pratiğe yarayan bilgileri toplamakla, yalnız din gereksemesini besleyen hayal gücüyle yüklü tasarımlarla yetinmeyen Yunanlılar, temellendirilmiş, bir birlik içinde derlenip toplanmış bilgilere varmaya çalışmışlardır. Onun için Yunan felsefesinin tarihi, ilk planda Batı biliminin doğuşunu görmek, öğrenmek demektir. Ama Yunan felsefesi tarihinden, bir de tek tek bilimlerin meydana gelişlerinin tarihini öğrenebiliyoruz. Çünkü düşüncenin mitolojiden ve günlük yaşayıştan çözülmesiyle başlayan bilimin, kendi içinde de yavaş yavaş ayrılmalar başlamıştır. Bilgi gereçlerinin birikmesi ve organik olarak bölümlenmesi yüzünden, başlangıçta yalın ve kapalı bir birlik olan bilimden, giderek, tek tek bilimler ayrılıp, az veya çok, kendi başlarına gelişmeye koyulmuşlardır.

Felsefenin eski Yunan’da sözü geçen bu başlangıçları, onun sonraki, bugüne değin süren gelişmesi için başlıca bir ölçü olmuştur. Yunan felsefesi, elindeki öyle pek geniş olmayan bilgi gereçlerini bilimsel olarak işlemek için gerekli kavram kalıplarını araştırıp bulmuş, pratik-dini kaygılardan bağımsız kalarak dünya üzerine olabilecek hemen hemen bütün görüşleri ortaya koyabilmiştir. Antik düşüncenin özelliği ile tarihinin öğretici önemi işte buradadır. Batı kültür çevresinin bugünkü dünya anlayışı da, dilleri de Antik felsefenin varmış olduğu sonuçlarla yüklüdür, bu sonuçlardan yoğrulmuştur. Yunan felsefesi, Batı kültürü dünya görüşünün, bu görüşe dayanan başarıların bir ana kaynağıdır.

Felsefenin merkezi olarak kabul olunan Yunan felsefesi, aynı zamanda antik çağ Yunan toplumunun siyasi tarihinde meydana gelen üç önemli aşamaya paralel olarak ayrı özellikler arz eder: Sözü edilen bu siyasi değişmeler ve buna bağlı olarak değişik tarz olan felsefeyi de şöyle özetleyebiliriz.

1- Yunan toplumu siyasi hayatının ilk dönemlerinde ayrı ayrı boylar ve bağımsız şehirler halinde, aralarında herhangi sıkı bir siyasi ve politik bağlantı bulunmadan yaşamışlardır. Bu ilk dönemde, düşünce hayatı da felsefe de, birbirinden oldukça bağımsız olan ayrı ayrı merkezlerde gelişmiştir. Buralarda aynı zamanda siyasi bir rol de oynayan düşünürler sivrilip bir felsefe geleneğinin ilk temellerini kurmuşlardır. Bu dönemin sonlarına doğru gezici birtakım öğretmenlerin ortaya çıktıklarını, felsefe bilgilerini şehirden şehire taşıdıklarını görüyoruz.

2- Yunan toplumunun aralarında sıkı bir siyasi birliğe ulaştığı dönemdir. Bu birlik Pers savaşlarının kazanılmasından sonradır. Bu birlik, kültür ve düşünce hayatını önemli ölçüde etkilemiştir. Atina’nın bulunduğu Attika bölgesinin Yunan kültür hayatında önder duruma geçmesi bu dönemde olmuştur. Bu arada Atina’da meydana gelen iki büyük felsefe sistemi Platon felsefesiyle Aristoteles felsefesi, kendilerinden sonraki zamana, ta günümüze değin, yön verici bir etkide bulunmuşlardır; öyle ki, bu etki olmaksızın Batı düşüncesini tasavvur etmeye imkan yoktur.

3- Aristoteles, İskender’in öğretmeni idi. İskender’in seferleri ve başarıları Yunan toplumunun siyasi, sosyal ve kültürel hayatında bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu döneme Helenistik dönem denir, bu arada Yunan düşünce hayatı yeni merkezler kazanmış, bunların karşısında Atina, yavaş yavaş önemini yitirmiştir.

Dışarıdan bakıldığında, Yunan felsefesi böyle bir gelişme geçirmiştir. Bu felsefenin ele alıp işlediği konular bakımından gelişmesini görmek istersek, şunu buluruz:

1.İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.

2. Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.

1 - 2 - 3 - 4

Felsefe'nin Doğuşu Ve Anadolu Medeniyetlerinin Bu Gelişimdeki Etkileri - 2

3. Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür. Aristoteles’ten sonraki felsefe, her şeyden önce, doğru yaşayışı gösterecek, gönülleri doyuran bir dünya görüşüne ulaştıracak yolu arayan bir öğretidir. Bu özelliği ile de, az veya çok pratik bir felsefe, aydınlar için de dinin yerine geçen bir felsefe olmuştur. Bu gelişme, Antik felsefenin son dönemine bir geçittir.

4. Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini öğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğudan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım görüşleri, bazı Antik düşünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüştür. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem de kapanmış, böylece Antik felsefe de sona ermiştir.

İşte felsefe, Türkistan’da, Çin’de, Hint’te, Mısır’da, eski Yunanistan’da ve başka birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız ‘imgeye dayanan mitosçu düşüncenin’ eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve açıklamaların konmaya çalışılmasından doğmuştur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımından dinden farklı olmayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan’da rastlıyoruz.

Eski Yunan’dan önce felsefesel ve bilimsel düşünce kesinlikle yok muydu? Eski Çin, Hint ve İran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, burada dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düşünceye oranla din düşüncesinin ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan düşünürleri, bazı felsefesel düşünceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi. Örneğin eski Mısır’da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve derli toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Eukleides, yalnızca teknik ve pratik özellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi, Babillilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düşünürleri din ve mitoslarda dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş olan felsefesel düşünceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış, amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba olarak benimsediler. Bundan ötürü “bilgi ve bilgelik sever” düşünür tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan’da rastlıyoruz.

Thales’den önce eski Mezopotamyalılar, eski Mısırlılar ve eski Yunanlılar doğayı canlı olarak gördüler. Onlar için doğa veya doğada bulunan herhangi bir nesne bir insandan, bir “sen”den farklı değildi. Örneğin, eğer bahar mevsiminde Nil Irmağı’nın su düzeyi yeterince artmadı ise, eski Mısırlılar bu trajediyi bizim anladığımız anlamda açıklamadılar. Onlara göre, ya Nil Irmağı insanlara kızdığı için su düzeyini yükseltmedi ya da belli bir Tanrı insanlara kızdığı için Nil ırmağının yükselmesine izin vermedi. Görülüyor ki, ırmak bir insandan farklı değildir, o bir canlıdır. Bir insan gibi kızabilmekte ve belirli eylemlerde bulunabilmektedir.

Ayrıca, eski insanlar bireysel olaylarla ilgilendiler ve o yüzden genel yargılar ortaya koyamadılar. Örneğin, eski Yunanlılar bütün depremleri değil belli bir depremi belli bir Tanrının yani Poseidon’un kızgınlığı ile açıkladılar. Onlar için amaç genellemelere gitmek olmayıp özel bir olayı özel bir biçimde açıklamaktı.

Bundan başka ilkel insanlar aynı nesneyi veya olayı çelişkili biçimlerde açıkladılar. Örneğin, eski Mısırlılara göre güneş hem bir Tanrıdır, hem gökyüzünde uçan bir şahindir ve hem de hareket eden bir toptur. Üstelik onlar bu açıklamaların çelişkili olduğunu dahi fark etmediler.

İlk Yunan filozoflarına gelince, onlar efsanelere inanmadılar ve doğayı cansız, edilgen (pasif) bir şey olarak gördüler. Onlar Tanrıların varolduğunu kabul etmekle birlikte, evrendeki olayları doğal olarak açıkladılar ve kendi açıklamalarında Tanrılara bir işlev yüklemediler. Örneğin, eski ve çağdaş Yunanlılar depremi deniz Tanrısı Poseidon ile açıklarken Thales aynı olayı doğal olarak açıkladı. Ona göre dünya deniz üstünde yüzmektedir ve dalgaların dünyayı sarsması ile deprem meydana gelmektedir.

Bundan başka, ilk Yunan filozofları belli bir olayı açıklamak yerine aynı kümeye giren bütün olayları açıkladılar. Örneğin, tek bir depremi açıklamak yerine, bütün depremleri açıklamaya çalıştılar.

İlk Yunan filozoflarını ilkel insanlardan ve çağdaşlarından ayıran en önemli özellik ise, onların eleştiriye ve tartışmaya açık olmaları idi. Onlar birbirlerinin görüşlerini eleştirdiler ve kendi görüşlerini argümanlarla ve gerektiğinde gözlemsel ve deneyimsel kanıtlarla desteklediler. Onlara göre, bir olayın tek bir açıklaması olabilirdi.

Özetle felsefenin doğması bazı toplumsal koşulların gelişmesine bağlıdır. Bunları üç başlık altında toplamak mümkündür. Ekonomik gelişme, demokratik yönetim ile laik ve hoşgörülü dünya görüşü. Ancak bu üç koşul tamamlandığında felsefe doğmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bu üç unsurdan birinin eksikliği felsefenin o toplumdan kaçmasına neden olmaktadır. Bu üç koşulun olgunlaştığı Batı Anadolu kentlerinde felsefe doğmuş ve koşullar bu şekilde kaldığı süre içinde de varlığını sürdürmüştür.

Batı Anadolu’da yaşayan pek çok düşünür tıpkı Thales gibi davranarak, özellikle de evren konusuna ilişkin varsayımlarda bulunmuşlardır. Genelde Maddeci bir yaklaşım içinde olan bu düşünürlere, varsayımlarına ve akıllarına aşırı güven duydukları gerekçe gösterilerek “Dogmatik Düşünürler”; İnsan sorunsalına değinmedikleri iddia edilerek “Doğa Filozofları” gibi isimler verilmiş olsa da bu düşünürlere “İlkçağ Maddecileri” demek çok daha uygun düşmektedir.

Ege adalarında yaşayan düşünürler ise Anadolu düşünürlerinden farklı bir yol izleyerek; kuşkucu bir yaklaşım sergilemişler ve düşünce tarihine “Sofistler” adıyla geçmişlerdir.

Ege’nin batısında Atina’da ise birbirine öğretmen öğrenci bağı ile bağlı olan, idealist düşüncenin ilkçağdaki temsilcileri, Sokrates – Platon – Aristoteles üçlüsünü görürüz.

Felsefenin bu altın çağı İsa’dan Üç yüzyıl öncesine kadar sürer. Toplumsal koşulların değişmesi ile felsefe; karşı çıkarak doğduğu dinin ve resmi ideolojinin emrine girince, özel olarak Ege’yi; genel olarak insanlığı terk eder. Bu yok oluş bütün ortaçağ boyunca da sürecektir.

Felsefenin doğum yeri olan Anadolu’nun batı kıyılarında (İonia) ve Akdeniz kıyılarında yetişen, Thales, Anaxsimenes, Herakleitos, Demokritos, Pythagoras, Parmanides, ve Zeno gibi büyük düşünürler, Batı felsefesinin ilk temel taşlarını koymuşlardır.

Oluşumunu ve gelişimini izleyen yüzyıllar içinde felsefe bilimsel düşünce biçiminin ve bilimin yolunu açmış, zaman zaman da bilimin yanında yer almıştır. Ama son bir iki yüzyılda tekniğin ve işbölümünün gelişmesi sonucunda, bilimler özelleşmiş, uzmanlaşmış ve felsefeden kopmuştur. Felsefe ve bilim öncelikle konuları ve yöntemleri bakımından farklılaşmıştır. Bilimler daha çok duyuma ve deneye öncelik verirken felsefe bunlardan da yararlanarak tikel deneyimlerden bağımsız düşünce biçimine ve a priori bilgiye ağırlık vermiştir. Bilim kesin sonuçlar içeren, kanıtlanabilir bilgiler verirken felsefe neyin, nasıl bilinebileceğini araştırmış, bilimin ve bilimsel bilginin yapısı üzerine de soru sormuş ve yanıt getirmiştir.

Böylece felsefe bugünkü anlamda asıl işlevini yüklendi. Bu konular bir yandan bilimsel kavramların dışında kalan, devlet, erdem, eylem, estetik gibi alanları kapsamakta, öte yandan mantık gibi düşünme ve akıl yürütme yöntemlerini içermektedir. Daha genel anlamda söylemek gerekirse günümüzde felsefe madde ve ruhu çözümlemeye ve bunlardan hangisinin temel olduğunu açıklamaya çalışmaktadır (spiritüalistlere göre varlıkların temeli ruh ve akıl, materyalistlere göre ise her şeyin temeli madde ve onun çeşitli biçimdeki belirtileridir). Bu anlamda felsefe ile metafizik özdeş kavramlardır.

Felsefenin en önemli özelliği, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının hiçbir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe görüşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruklarından birbirine ulaşan yankılardır.

1 - 2 - 3 - 4

Felsefe'nin Doğuşu Ve Anadolu Medeniyetlerinin Bu Gelişimdeki Etkileri - 3

İLKÇAĞ MADDECİLERİ

Thales’ten Demokritos’a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu’da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre “Hiçten bir şey olmaz.” Evrenin de bir ilk biçimi, ilkolanı, arkhé’si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır.

İÖ 6.yüzyılda İonia adı verilen bölgede (bugün İzmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) “fizikçiler” ya da doğa filozofları diye bilinen Sokrates öncesi filozoflar, evrenin ve maddenin yapısını araştırmış, bu yapıyı oluşturan ilk öğe ya da temel ilkeyi (arkhe) bulmaya çalışmış, maddenin niteliği üzerine sordukları soruları da ilk kez, içindeki öğelerle yanıtlamışlardır. Ancak bu felsefeciler Sokrates sonrası düşünce akımlarından farklı olarak Kozmolojiye ve doğa felsefesine yönelmişler, temel konularını, evrenin gerçek doğası, ilk maddesi ve kompozisyonu, değişme olgusu gibi sorulardan seçmişlerdir.

Arkhenin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonu şeklinde karşımıza çıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk), sperma ( tohum ) ya da atom olarak.

Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales’e (625-545) göre bütün varlıkların ilk öğesi suydu. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos ) içinde yüzer. Onu izleyen Anaksimandros apeiron (sınırsız) denen tözü, Anaksimenes ise aer’i (hava) ilk ilke olarak kabul etti. İlkolan’ı ateş olarak kabul eden Efesli Herakleitos (540-480) ; evreni karşıtların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklar. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında olan bir noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de “ Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz.” der.

Empedokles ise, bir yandan değişmeyen, bütünlüklü bir evren kuramı getiren Parmenides’in etkisinde kaldı; bir yandan da eski geleneği sürdürerek maddenin dört temel öğe ya da her şeyin “kökü” (risomata) olan ateş, hava, su ve topraktan oluştuğunu ileri sürdü. Bu geleneğin vurguladığı başlangıç kavramı Platon’da zamansal öncelik anlamı taşımaktan çıkıp varlığın öyle olmasını sağlayan ilk biçimlere ya da idea’lara dönüştü.

Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos’lu Demokritos’tur (460-370). Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları , hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık gösterdiği için dünyadaki farklı maddeler oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edinemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.

Felsefi düşüncenin temelini oluşturan bu tür soru ve yanıtlara farklı düşünce sistemleri içinde de rastlanır. Önceleri mitoslarda, daha sonra hem Doğu, hem de Batı dinlerinde evrenin ve maddenin yapısı üzerine sorular sorulmuştur. Ama getirilen yanıtlar her zaman doğaüstü güçlerden kaynaklanan bazı kalıplaşmış inanç sistemlerine dayanmış, araştırılmadan benimsenmiştir. Felsefi düşünce biçiminin özelliği ise bu tür inanç sistemleri yerine theoria (gözleme dayalı kavrayış, kuram) üzerine kurulu bilgiye yönelmesidir.


İONİA OKULU veya MİLETOS OKULU

"THALES, ANAKSİMANDROS, ANAKSİMENES "

Mitolojiye göre Girit’ten sürülen Miletos (Apollon ile Deione'nin oğlu) tarafından kurulan, Hitit belgelerinde adı Milavandas diye anılan kent veya Girit’te bir şehir adı olan Milatos ile ilgili olduğu sanılan Miletos, İÖ 1000’lerde Neleus adlı önderlerinin yönetiminde Orta Yunanistan’dan gelen İonların kenti ele geçirmelerinden sonra, 12 İonia kentinin en büyüğü oldu. Ticaretiyle, uygarlığıyla ve felsefe okuluyla (İonia okulu veya Miletos okulu) ün saldı.

Miletos Okulu (İonia Okulu) M.Ö. VI. yy.da Miletos’ta ders veren İonia’lı filozoflara verilen addır.

Felsefe tarihinin ilk okul ya da düşünce geleneğini oluşturan İonia’lı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır. İonia Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya çıkarken, Batı Anadolu kıyılarındaki İonia da, Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seçkinleşir. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her şeyden önce, mitopoetik düşünceden kopuşu ve felsefi düşünüşe geçişi simgeler. İkinci olarak, bu filozoflar, herhangi bir çıkar, pratik amaç gözeterek değil de, salt bilmek ya da anlamak için felsefe yapmışlardır.

Öte yandan, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her ne kadar felsefede onların yaşadıkları çağda madde ile ruh arasında bir ayırım yapılmamış olsa da, felsefe tarihinin ilk materyalistleri olarak bilinirler. Nitekim, nedensel bir varlık anlayışı ortaya koyan ve varlığa ilişkin doğru bir açıklamanın maddi, fail, formel ve ereksel neden olmak üzere, dört ayrı nedeni ortaya koyması gerektiğini belirten Aristoteles’e göre, İonialılar yalnızca maddi neden üzerinde yoğunlaşmışlar ve varolan her şeyin kendisinden türediği arkhe ya da maddi nedeni belirledikleri zaman, varlığı açıklayacaklarını düşünmüşlerdir.

Onlar, bundan dolayı aynı zamanda monist filozoflar olarak sınıflanırlar. Bu filozofların monist olarak sınıflanmalarının nedeni, şu halde, öncelikle maddeyi evrendeki tek gerçeklik olarak görmeleri, dış dünyayı meydana getiren çokluğun gerisinde bir birlik aramaları ve madde söz konusu olduğunda da, daha sonraki plüralistler gibi, varlığın temeline birçok arkhe ya da maddi neden değil de, tek bir madde yerleştirmeleridir.

İonialı filozoflar, maddi neden dışında bir neden, fail neden düşünmedikleri ve özellikle de maddeye hareket verecek, onu harekete geçirecek bir dış güç tasarlamadıkları için, arkhe olarak, kendi kendisini harekete geçirecek, kendi hareketini yine kendisinin açıklayacağı bir ilk madde aramışlardır. Bundan dolayı, onlar aynı zamanda hilozoistler diye bilinirler.

İonialı filozoflarda ortak olarak sergilendiğini gördüğümüz başka bir ortak nokta da, onların “hiçten hiçbir şey çıkmayacağı” (Nihil ex nihilofit) ve dolayısıyla madde ya da dünyanın ezeli olduğu inancıdır. Aynı zamanda tüm Yunanlı filozoflar tarafından paylaşılan bu inancın bir gereği olarak, hiçten yaradılış veya maddi dünyanın zaman içinde bir başlangıcı olduğu düşüncesi, onların akıllarının ucundan dahi geçmemiştir.

Aristoteles'e göre, felsefenin gelişmesinin iki ön koşulu var: Öncelikle, felsefe yapacak kişinin "tuzu kuru" olmalı. Yani o kişi, maddiyat kaygısına düşmeden kendini sadece düşünmeye verebilmeli. İkincisi, kişi gerçek bir merak duygusuna sahip olmalı ve en doğal görünen gerçekleri bile sorgulayabilmeli. İşte, Miletos'ta bu iki koşulun bir araya gelmesiyle, tarihin gerçek anlamdaki ilk filozofu kabul edilen Thales ile onun ardılları olan, Anaksimenes ve Anaksimandros ortaya çıkmış. Babillilerden aldığı astronomi bilgisi ve Mısır'dan getirdiği söylenen geometri bilgisi dışında Thales'in asıl önemi, aklına takılan sorularda. "Neyin var olduğu" ve "neyin gerçek olduğu" gibi sorular sayesinde Thales, o güne dek doğadaki her olayı ayrı bir tanrının varlığına bağlayan mitolojinin ötesine geçerek; her şeyin nedenini, doğanın kendisinde aramaya başlıyor. Thales ve öğrencilerinin "Fizikçiler Okulu" diye anılması ve pozitif bilimin temellerini attıklarının söylenmesi de bu yüzden.

İ.Ö. VI. yy’dan başlayarak, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi Miletos’lu düşünürler, İonia’da daha çok meteoroloji ve coğrafyaya dayanan bir fizik anlayışı geliştirdiler. Bu “tabiat felsefeleri” düzenli bir bilimin ilk taslaklarıydı. Ayrıca bu tabiat felsefelerinin yanı sıra bazı matematik, astronomi ve coğrafya keşifleri de yapılmıştı. İonia İ.Ö. 546’da Persler’in egemenliğine girince, Miletos 494’te yıkıma uğradı ve düşünsel etkinliklerin merkezi Sicilya’ya kaydı


THALES (625-545)

İonia Okulunun, ilk filozofu Milattan önce 6. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Thales’tir. Batı Anadolu’da Miletos şehrinde doğmuştur. Dar anlamıyla o, felsefe tarihinin başında bulunan düşünür unvanını alır. Evrenin ana maddesini, nedenini akla ve deneylere dayanarak temellendirdiği için Thales’e felsefenin babası adı verilmiştir. Antik Dünyanın 7 bilgesinden biri olan Thales, M.Ö. 28 Mayıs 585’deki güneş tutulmasını matematiksel olarak önceden tespit etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, onda bilim ve felsefe birbirinden ayrılmış değildir. Thales’e atfedilen başkaca bilimsel faaliyetler arasında, onun bir yıllık hazırlaması faaliyetiyle, gemicilere, Küçük Ayı yıldızına bakarak yol göstermesi faaliyeti yer alır. Büyük doğa bilimcisi, astronom ve matematikçi olan Thales’in ünlü ‘Tales Teoremi’ herkesçe bilinir. Thales, ‘Gnomon’ adı verilen bir tür güneş saati ile zamanı doğru olarak ölçmüştür. Ona göre her şey tanrılarla doludur. Arkhe, değişmenin içerisinde değişmez kalandır.

Thales’te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun “Neyin var olduğu” “Neyin gerçek olduğu” ya da “Neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır. O bu çerçeve içinde, doğada var olan şeylerin tüketici bir listesini yapmayı amaçlamamış, fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir. “Neyin var olduğu” sorusunu yanıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. O, buna göre, gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çokluğun gerisindeki bu birliğin “su” olduğunu öne sürmüştür. Thales'e göre, evrenin asıl maddesi (Arkhe) sudur; her şey sudan gelir ve suya döner. Dünya, "okeanos" denilen dev bir su kütlesi içinde yüzen, düz bir tepsidir onun zihninde.

Her şeyin maddi temeli olan suyu görebilir, algılayabilir miyiz? Elbette ki hayır. Öyleyse “su” kuramsal bir kavramdır. Thales algıladığımız farklı nesnelerin ve olayların algılanamayan maddi temeli ve kökeni olarak ilk tözü yani suyu belirledi. Örneğin içtiğimiz suyun bile maddi temeli o algılanamayan ilk tözdür. Bu şekilde Thales ilk kez felsefi veya bilimsel bir kuram ortaya koymuş oldu. Ancak o çevremizde gördüğümüz farklı nesnelerin ve olayların nasıl olup da sudan meydana geldiği sorunuyla belki de uğraşmadı.

Kendisinden önceki felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Yunan filozofu Aristoteles, Thales’i bu sonuca, her şeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan türeyip, suyla beslendiği, her şeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gözleminin götürdüğünü belirtir. Buna göre, buharlaşma fenomeni suyun buhar ya da hava olabilmesini, donma fenomeni ise, suyun toprak olabilmesini akla getirmiştir. Yine, Thales’in Akdeniz’i aşarak, Mısır’a yapmış olduğu seyahatler suyun insan yaşamı üzerindeki önemi ve değerini ona göstermiş olabilir. Onu arkhenin su olduğu sonucuna götüren nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde önemli kılan unsur, verdiği yanıttan çok, sorduğu sorudur. Buna göre, o varlığın ya da dünyanın nihai ve en yüksek doğasının ne olduğu sorusunu sormuş olduğu için, önemlidir.

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP