Varoluşa Doğru

Bertrand Russell


Büyük düşünür-ozan Porphyre Eglantine çapraşık ve derin anlamlı yazılarıyla geniş bir ün yapmıştır ama, en çok ölümsüz şiiri Chant du néant (Hiçliğin Türküsü) ile tanınır.

Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım bir yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.


Bu korkunç boşlukta
Bu sonsuz boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
"Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun. Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen."

Gerçi oldukça ünlü bir şiir bu Chant du néant, ama nasıl bir ortam içinden yaratıldığını, ne gibi olaylara yol verdiğini bilen azdır sanırım.

Porphyre çocukluğundan beri duyguluydu; olmadık şeyleri dert edinirdi kendine. Varolmadığı korkusu sarmıştı yüreğini. Aynaya her bakışında imgesini görememekten korkardı. Bu korkusunu dağıtmak amacıyla bir felsefe yarattı sonunda. Genellikle kuşkularını bir yana itebiliyordu böylece; ama Hiçliğin Türküsü'ndeki o birden her şeyi yıkan görüntü ozanın bu konudaki başarısızlığını gösteriyor bize. Porphyre bu uğursuz sesi susturmak için her ne pahasına olursa olsun VAROLMAYA karar verdi.

İç gözlem ve dış gözlem ona hiçbir şeyin acı kadar gerçek olamayacağını öğretmişti. varolması için acı çekmesi gerekiyordu. Porphyre büyük acılar bulmak umuduyla yollara düştü. Güney kutbunda tek başına bir kış geçirdi. Sonu gelmeyen gece ona geleceğin karanlık görüntülerini esinledi.

Nazi Almanya'sında kendini Yahudi diye tanıtarak türlü işkencelere katlandı. Ama tam bu işkenceler dayanılmaz bir hal almışken Poe'nun kuzgunu geldi sıçraya sıçraya, Mallarmé'nin sesiyle o korkunç tekerlemeyi haykırdı: "Acı çekmiyorsun sen; Bir hiçsin yalnızca; Sen yoksun!"

Sonra Rusya'ya gitti Porphyre. Orada da Wall Street'den yollanmış bir casus süsü verdi kendine. Bu yüzden bir kışı da Beyaz Deniz kıyılarında ağaç kesmekle geçirdi. Açlık, yorgunluk, soğuk her gün biraz daha iliklerine işledi. Eh bu gidişle bir gün varolorum elbet, diye düşünüyordu kendi kendine. Ama hayır! Kışın son gününde karlar tam erimeye yüz tutmuştu ki uğursuz kuş bir kez daha göründü, bir kez daha haykırdı o korkunç sözleri. Belki de, diyordu Porphyre, arayıp bulduğum bu acılar sudan şeylerdi. Gerçek mutsuzluğu duymak için acılarıma bir de utanç katmalıyım.

Bu yeni düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla kalktı Çin'e gitti. Orada Komunist Partisi'nin gözde üyelerinden Çin'li bir kıza deli gibi tutuldu. Sonra sahte belgeler düzenleyerek onu İngiliz hükümetine gizli ajanlık yapmakla suçladı. Korkunç işkencelerle gözleri önünde öldürdüler kızcağızı. O zaman "Şimdi gerçekten acı çekmiş sayılırım." diye düşündü ozan, "Sonuna değin çılgınca sevmiştim bu kızı; kendi korkaklığım, kendi alçaklığımla bu korkunç sona sürükledim onu. İnsanoğlunun dayanabileceği acıların en büyüğü bu olsa gerek." Ama hayır! Elini kolunu bağlayan buz gibi bir korkuyla donakaldı Porphyre. Kader Kuşu yine gelmiş, kendisini Paris edebiyat çevrelerinde tanıtan ölümsüz ozanın sesiyle yine o korkunç sözleri haykırmıştı.

Kuş uçup gitmeden Porphyre bütün gücünü toplayarak yüreğindeki umutsuzluğu dile getirdi. "Ey Kuzgun," diye haykırdı, "söyle bana, varolduğuma seni inandırmak için ne yapayım?" Kuzgun bir tek sözcükle karşılık verdi buna : "Ara", sonra da yok oldu ortadan.

Böylece yeniden aramaya koyuldu Porphyre. Ama bu arayışı bütün gücünü kapsadı sanmayın. Bu süre boyunca yine bir düşünür- ozan olarak her yerde, özellikle gizli çevrelerde hayranlık topladı. Çin'den dönüşünde şeref üyesi olarak Paris'teki Felsefe Kurultayına çağrıldı. Toplantı günü herkes salonda yerini almıştı; yalnız başkan yoktu ortada. Porphyre tam sabırsızlanmaya başlamıştı ki birden kuzgun girdi içeri, geçip başkan yerine oturdu.

Sonra ozana dönerek bütün üyelerin duyabileceği çınlayan bir sesle : "Senin felsefen yok aslında, senin felsefen bir hiç!" diye bağırdı. Bu sözleri duyan Porphyre'in yüreği en acı yaşantılarının bile veremediği derin bir umutsuzluk kapladı. Yığılıverdi olduğu yere. Kendine geldiğinde kuşun ağzından ne zamandır özlemini duyduğu sözlerin döküldüğünü duydu: "Yeter artık, acı çekiyorsun: Yeter, varsın." O sırada gözlerini açtı Porphyre. Rahat bir soluk aldı; gördüğü bir düştü yalnızca.
Ama o gün bugündür felsefe üstüne ne bir söz söyledi ne de birşey yazdı.

Gönül Almak

Alain (Émile-Auguste Chartier)

Öğrenilmesi gereken bir "yaşama sanatı"ndan söz açmış­tım. Oraya şu kuralı koyardım; "Gönül almak". Oldukç sert mizaçlı olduğu halde sonradan huyunu değiştiren bir tanıdı­ğım bana şu telkinde bulunmuştu: Bu tür bir kural ilk bakış­ta hayret uyandırır. Gönül almak; yalancı, koltukçu, dalkavuk olmak demek değil midir? Kuralı yanlış anlamayalım. Bizim kastettiğimiz, yalancılığa düşmeden ve bayağlaşmadan gönül almaktır. Ve bunu mümkün olduğu her durumda uygulamak gerekir. Hemen her zaman da olasıdır bu. Bir tatsız gerçeği, sinirli bir sesle, yüzümüz pancar kesilerek söylediğmiz zaman öfeye kapılıyoruz demektir; bu tedavi etmesini bilmediğimiz kısa bir hastalıktır; sonradan bu hareketimizi cesaret örneği gibi göstermeye kalkışmamız boşunadır; eğer hareketimiz sonucunda bizim için bir tehlike söz konusu değilse ve bu hareketi önceden tasarlayarak yapmış bulunmuyorsak, cesaret göstermiş olmamız pek kuşkuludur. Bundan şu ahlak kuralını çıkarıyorum: "Küstahlık edeceksen güçlü olana kaşı et." Ama gerçeği hiç sesini yükseltmeden söylemek, gerçek içinde de övülmeye değer olanı seçmek yeğdir.

Hemen her şeyde övülecek bir taraf vardır. Çünkü ger­çek neden ve etkenler bizim için hep bir bilinmeyen olarak kalır ve kalleşlik yerine sağduyuya, ihtiyatlılık yerine dostlu­ğa başvurmaktan bir zarar görmeyiz. Özellikle gençlerle iliş­kilerinizde, tahminden öteye gitmeyen konularda her şeyi iyi yanından alın ve onlara kendilerini kötü göstermeyin; öyle olduklarına inanırlar, çok geçmeden de öyle olurlar; oysa yermek hemen hiçbir zaman işe yaramaz. Örneğin, karşınızdaki bir şairse, en iyi dizelerini anımsayın ve, ona okuyun; bir politikacıysa, yapmadığ kötülüklerden dolayı onu kutlayın.

Burada aklıma bir ana okulunda geçen olay geldi. İşi gü­cü yaramazlık etmek ve defterlerini karalamak olan minicik bir çocuk, bir gün, sayfanın üçte birini düzgün çizgilerle doldurmuştu. Öğretmen sıralar arasında dolaşıyor ve aferinler dağtıyordu; bunca zahmet pahasına doldurulmuş bu sayfayı görmeyince küçük afacan: "Vay anasını be!" dedi; ve bunu böylece, açık açık söyledi. (Okul yoksul bir mahalledeydi.) Bunun üerine öğetmen yanına geldi, hiçbir şey söylemeden çocuğa aferin verdi; övülen ödevdi, nezaket değil.

Ama bunlar güç durumlardır. Çoğu kez, insan, hiç tereddütsüz gülümseyip nazik ve övücü davranabilir. Bir kalabalıkta sizi biraz itiştirecek olsalar, buna gülüp geçmeyi adet edinin; gülmek, itiştirmenin etkisini yok eder, çünkü küçük bir öfkeye kapılan herkesin yüzü kızarır. Oysa böyle yaparak belki de büyük bir öfkeden, yani küçük bir hastalıktan kurtulmuş olacksınız.

Ben nezaketi böyle anlarım; bu, aşırı hareketlerimize karşılık bir beden eğtiminden ibarettir. Nazik olmak, her hareketiyle ve her sözle "kızmayalım, hayatın şu anını berbat etmeyelim" demektir. Bu, dini bir sevap duygusu mudur? Hayır. Oraya kadar varacak değilim; sevap işlemenin gizlendiği ve karşısındaki kşiyi küçük düşürdüğü olur. Ger­çek nezaket, bütün ilişkileri tatlılaştıran bulaşıcı bir neşe var olur. Bu nezaket de asla öğetilemez. Kibarlar dünyası denilen çevrelerde ben nice kamburlaşmış sırtlar görmüşümdür; ama asla nazik bir insana rastlamadım.

Felsefenin yararı nedir?

Son olarak felsefenin yararı Veya gerekliliği, onun toplumsal-kültürel işlevi ve felsefenin tarihsel gelişimi ile ilgili olarak birkaç söz söylemek istiyoruz.. Mongolfier kardeşler icat etmiş oldukları balonla ilk uçuşlarım yapmak istedikleri sırada, gösteriyi izlemek için meydanda toplanan seyirciler arasından biri, yanında bulunan saygıdeğer görünüşlü, yaşlı bir baya dönerek biraz da naif bir tavırla şu soruyu sorar: ‘İyi de bayım, bu ne işe yarar?’. Sözü edilen yaşlı bay -ki o sıralarda Fransa’yı ziyaret etmekte olan ünlü Amerikalı bilgin ve siyaset adamı Benjamin Franklin’dir- hoşgörülü bir şekilde gülümseyerek şu cevabı verir: ‘İyi de bayım, yenidoğmuş bir bebek ne işe yarar?’.

Kanımızca bu cevap, felsefenin ve aslında daha genel olarak diğer önemli temel kültürel etkinliklerin son tahlilde ne işe yaradıkları sorusuna verilebilecek en güzel ve anlamlı bir cevaptır. Konuya salt bir işe yaramak açısından baktığımızda en çok işe yaradığını düşündüğümüz bazı etkinliklerimiz, örneğin bilim bile çoğu kez bir işe yaramaz. Çünkü tıp bilimi sayesinde hastalıklarımızı iyileştirip, acılarımızı azalttığımız bir gerçektir; evet, tıp bu açıdan faydalıdır ve sağlığımızı korumamıza yarar. Ama evrenin geçmişte ne kadar zaman önce, nasıl meydana geldiğini, uzayda, nerelerde, hangi galaksilerin bulunduğunu, dinazorlann gü­nümüzden ne kadar önce ve neden ortadan kalktıklarını bilmek dar anlamda bizim ne işimize yarar?

Belki aritmetik bilimi, alışveriş yaparken ne kadar para ödeyeceğimizi, ihtiyaçlarımızı en hesaplı olarak nasıl karşılayabileceğimizi bilmemize yarar; ama uzayda bir noktadan bir doğruya birden fazla paralel çizilip çizilemeyeceğine ilişkin olarak geometride çağlar boyunca yapılmış olan bütün o geometrik tartışmalar ne işe yarar?

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gereksizdir. Bilimin zaman zaman, hatta çoğu zaman işimize yaradığı bir gerçektir. Ama bilim adamı veya bilim adamlarının çoğu, araştırmalarını yaparken, yapakları araştırmaların bir işe yarayıp yaramayacağını kendilerine sormazlar bile. Bilim adamının amacı, Aristoteles’in söylediği gibi, herşeyden önce ve asli olarak ‘insanın doğal olarak sahip olduğu bilme arzusunu doyurmak’tır. Bir bilimsel araştırmayı tetikleyen şey, çoğu zaman pratik bir probleme çözüm bulmak amacı değil, bir başka bilimsel çalışma ve bu bilimsel çalışmanın ortaya koyduğu başka bir bilimsel problemdir.

Aynı şekilde sanatın veya sanat eserinin bize bir yarar sağladığını söylemek, hemen hemen sanatın varlık amacım inkâr etmektir. Evimizde kullandığımız bir sandalyenin açıklayıcı nedeni, üzerinde oturma imkânını sağlaması suretiyle bize yarar sağ­lamasıdır. Ceketimizi aşağımız bir askı da ceketimizin buruşmamasına yarar. Ama sandalyenin kendisinin XVI. Louis stili bir sandalye olması veya askının, diyelim ki ünlü bir heykeltıraşın elinden çıkma bir askı olmasının, bu birinci anlamda bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Bu son iki durumda faydanın dı­şında ve ondan tamamen bağımsız bir değer işin içine karışmaktadır ki o da ‘güzel olanla, ‘estetik bakımdan haz verici, heyecan verici olanla ilgili değerdir. Kantin estetik değerin özelliğini belirttiği dört ünlü formülünden birincisini, sanatın temel kavramları olan estetik hazla onun konusu olan güzelin ne olduklarına ilişkin formülünü burada zikretmemiz yetinde olacaktır: “Estetik haz, bir nesneyi veya bir temsil biçimini hiçbir çıkar gütmeyen bir hoşlanma veya hoşlanmama duygusuyla yargılama yetisidir. Bu hoşlanma duygusunun konusu olan şeye de güzel denir”.

Ahlaka gelelim: Onun bir işe yaraması şöyle dursun, gerçekten ahlaklı davranan üstün bazı insan örneklerinde olduğu gibi (örneğin Sokrates, İsa, Budha), bu davranışları sergileyen insanlara hayatları boyunca eza, cefa, mihnet, hatta ölüm getirmiş olduğu olgusal bir gerçektir. O halde ahlaksal davranmanın insana alışı­lagelen, normal anlamda bir fayda, bir zevk vermediği de açıktır.

Nihayet bütün bunlara benzer bir şekilde felsefe de özü itibariyle ve son tahlilde bir işe yaramaz; meğer ki insanın kendisini çevreleyen evreni, insan hayatının bir anlamı olup olmadığını, insan kaderinin ne olduğunu, insanın hangi eylemleri ile ne ölçüde kaderini değiştirebileceğini ve kendi seçiminin sınırları içerisinde hangi eylem ve çabaların peşinden koşması gerektiğini, ne tür bir hayatın gerek bireysel, gerek toplumsal olarak en iyi hayat oldu­ğunu vb. bilmeye çalışmasının insan için çok yararlı, çok faydalı bir şey olduğunu söylemiş olmayalım! Felsefi araştırmanın şüphesiz daha önce işaret ettiğimiz gibi başka planlardan başka faydaları vardır, örneğin bilimlere yardıma olabilir, dinlere yardımcı olmuştur vb. Ancak onun arkasında bulunan en temel motif, en iyi biçimde Sokrates’in şu cümlesinde ifade edilmiş olan motiftir: “Soruşturulmayan, üzerinde düşünülmeyen bir hayat, ya­ şanmaya değmez”. însan, kendi hayatım inceleme kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir. Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve onlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mudu yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki ve belki tek ifadesidir.

Kaynak: Ahmet Arslan - Felsefeye Giriş

Ahlakın Ahlaksızlığı Üzerine - 1

Peki ya ne yapmalıyım, neye göre nasıl yaşamalıyım? Ahlak/moral denilenden, “ethiğe/ahlak felsefesine” geçiş, bu sorunun, “kuramsal-kaygılarla” sorgulanmaya başlamasıyla mümkün olmuştur. Dilimizdeki “ahlak-terimi” Arapça “huy”, “doğa” “yaradılıştan olan hasletler bütünü” anlamlarına işaret eden “hulk” teriminden transfer edilmiştir, batı dillerinde ise, bu alanda üç temel terim bulunmaktadır; “uzlaşılar”, “pratikler”, “davranış kodları” içeriklerini işaret eden “mores”, ethiğe kaynaklık eden ve “karakter/temel yapı, onu-o kılan unsur anlamına gelen “ethos” ve tüm bunlar üzerine oturan “ahlak felsefesi”. Kısacası, doğu toplumlarında sadece ahlak/hulk vardır, onlarda ahlakın “ehtik/ahlak felsefesi” boyutu yoktur, “ethiği” batıdan transfer etmişlerdir, bu açıdan bakıldığında doğu-toplumları “törel-olana” teslimiyet halinde yaşamışlardır.

Ahlak felsefesi denileni doğuran bu “temel soru/sorun” üzerine her düşünmeye başladığımda, zihinsel anlamda bir “bulantıyı” yaşıyorum. Zihin içerikleri denilenler, bu “soru/n” üzerinde düşünmeye karşı direnç gösteriyor Şu anda bile bir ke-ke menin konuşması şeklinde yaza-biliyorum. Ehtik denilenin “problematiği” üzerine düşünmek, bu uğurda “sözce kullanmak” olası mı? Hadi diyelim ki bu “olası bir durum”, peki bu hangi kaygılardan hareketle ne adına, ne-için yapılacak?

Bu soru-n tam da “kırılma-noktasına” işaret etmektedir. Bu sorunun sorgulanmaya başlanılmasıyla birlikte insan ve yaşam denilen için, cehennemin “al-benili” yollarına yaldızlı taşlar da döşenmiş oldu. Yapısı gereği, “teorik-olan” ve bu nedenle de yöneldiği her objeyi teorik zeminlerin belirlediği bağlamlarda ele alan, almak zorunda olan “aklın” “salt-pratiği”, deneyimi anlaya-bilmesi nasıl olası hale getirilebilecek? Salt/doğrudan “otantik olması gereken” deneyim alanını, teorik-alana çekmek, onu aynı zamanda “dolayımlayarak” kirletmek ve “ideolojik-kılmak ötekileştirmek” olmayacak mıdır veya bunlardan nasıl kaçınılacaktır?

İnsan ve var oluşu denilenin temelinde kaçınılmaz olarak aksiyolojik/değersel tutum vardır. İnsan denilen varlık, “to on to’suyla” veya “epistemesiyle” veya da “logiçiyle” değil” “değer/leriyle” ve “o kadar” vardır. Betimleme-denilen insan için “olanaksızlıktır”, betimleme sadece “göre-ce” bir durumdur, her betimleme denilen kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir “değer-uzantısıdır”. Taş, kadın, sarı vs. denildiğinde bile, “denilmiş-olması” itibarıyla bir “değer-lendirici” tutum/duruş söz-konusudur. Betimlemenin “mümkün-olması” için, “asılları-bilmemiz” gerekiyordu, bu doğrultuda “aslına-uygun” olan “söz-sel” bildirimler betimleme, diğerleri de “yargı-ürünü” olacaktı, oysa biz-insan denilenler, “asılları-da” uyduruyoruz, bu anlamıyla, “asıllar dediklerimize” uygun düşen bildirimlere betimleme, uygun düşmeyenlere de, “obje-fazlası” değer-lendirmeler demekteyiz. “Şurada gördüğünüz bir kadındır” şeklindeki bir “tümcesel-bildirim” betimleme, “Şurada gördüğünüz kadın, çok güzel ancak çok kötü bir kadındır” şeklindeki bildirimlere de “değersel” demekteyiz. Oysa, birinci bildirim “dikkatlice ve metin kenarından “okuna-bildiğinde”, onun da bir “değer-lendirme” biçimi olduğu rahatlıkla görülebilecektir…

Kısacası, insan ve var-oluşu denilenin temelinde “ethos” vardır. Bilim-denilen dahi, nesnel-değil, “değerseldir”. Değersel denilen duruş/tutum ehtik ve estetik içerik/ biçimler olarak ikiye ayrılmaktadır. Ethik değerleri, “toplumsal-zeminde” algılamaya, düşünmeye başladığınız anda, “siyasal-zemine” kaymış olursunuz, dolayısıyla siyaset-denilen, ethiğin bir alt-birimidir ve ehtik-denilen sorunsalı çözüme kavuşturmadan, hiç-bir siyasal sorunun çözüme kavuşturulması olası değildir.

Estetik değerler denilen (güzel/çirkin) alanda göre-ce sorun yoktur. Çünkü bu alana “teorik-akıl” söz/dişini geçirememektedir. Estetik denilen alanda insan denilen, var-oluşunun “derinliklerini” ifadelendirmek istemektedir…

Ehtik-denilen alanın “sorun-olarak” görülmeye başlanması aynı zamanda “sorunun-kaynağını” oluşturmaktadır. İşte bu göz-ardı edildiği için, şimdiye değin “teorik-akıl”, ethiğin içinden çıkamamış, çıkmak şöyle dursun, bataklığı-kendisi yaratmıştır ve yarattığı o bataklığın içinde yine kendisi çıkmak için çaba gösterdikçe daha fazla batmaktadır, engelinin yine kendisi olduğunu “görüleye-bilecek” yetiye sahip değildir.

Salt-dolayımsız olan, olması gereken “eylemin”, sorunsal-haline gelişinin temel nedeni, hakikat peşinde olan “kurgucu-spekülatif” düşünüş biçimidir. Doğa-dediğini “de-şifre” etmeye ve bu alandaki “hakikatleri”, “gerçeklik ve doğrulukları” bulmaya çalışan metin, sonraları bu türden olan çabalarını “yaşam-sal” denilen alana çevirmeye başlamıştır. İşte bu sürecin sonunda “üretilen-kurgular”, giderek yaşamsal-alanda da “gerçek-doğru” arama alışkanlığını beraberinde getirmiştir (Bu alışkanlık insan-denilende o denli yerleşik “şartlı-reflekse” dönüşmüştür ki, bu yazıyı okuyan çoğu insan, “e her halde, yaşamda da “doğru” ve “gerçek” aranacak, bu gerzek neler zırvalıyor şeklinde düşünce içerikleri oluşabilecektir.).

Bu süreci “sistematik” ve kurumsal-alışkanlığa dönüştüren, Sokrat-Platon-Aristo üçlüsüdür. Onların oluşturduğu, “indüvalist” ve “entelektüalist” ehtik-anlayışı, onlardan sonra gelenleri de bu çabanın içine sokmuştur ve böylelikle “zihinsel-şartlanma” başlamış, günümüze kadar gelmiştir. Doğru/iyi eylemi, “erdemi” getiren “bilgidir”, dol-ayısıyla neye-göre nasıl yaşamalıyım sorusunun cevabı budur, “bilgiye-göre”, peki “hangi-bilgiye göre”, “yapısı şu türden olan bilgiye göre”, hayır insan denilen varlık, bilgiye-bilmeye göre değil, “hazza-göre” eylemelidir, hayır haz da değil, “ben-e” göre eylemelidir, hayır o da değil, “fayda-ya” göre eylemelidir, hayır o da değil, “Yaradan’ın-bildirdiği” kurallara göre eylemelidir, buna göre eylemeyenlerin “katli-vaciptir”, yürüyün bre kâfirlerin üzerine, hayır o da değil, bunlar dogmatik “gerici-düşünüşlerdir”, “demokratik-olmak” gerekir, gök-yüzünden indiği düşünülen “mesajlara göre değil”, “evrensel/rasyonel” kurallara göre bir-arada yaşanılmalı, eylenilmelidir vs. vs. vs. türünden “kör-dövüşleri” getiren süreç tam da bu şekilde başlamıştır.

Bu sürecin başlamasıyla birlikte “Pandora’nın-Kutusu” da açılıp, tüm kötülüklerini yaşam-denilenin içine boca etmeye başlamıştır. Teorik düzlemde başlayan “hakikat” gerçeklik arayışları, öncelikle “farklı-sanılan” hakikatleri ve bunlar arasındaki “horoz-dövüşünü” doğurmuştur, “benim hakikatim senin hakikatinden daha hakiki şeklinde”, örneğin şu sıralarda, “Hıristiyancı-hakikatçiler ile, Müslümancı-hakikatçiler arasında böylesi bir horoz-dövüşü yaşanmaktadır ve bu “oldukça” traji-komik bir dövüş-me biçimidir, “aslında” bir-birlerinden hiç-bir farkları yoktur, ancak, “paradigmaları” böyle –söylediği” için ve “kapışmayı-buyurduğu” için onlar da kapışmaktadırlar…

Bu sürecin başlamasıyla birlikte, yaşam-denilen “kurguya/metne” göre yaşanmaya başlamış, sonuna değin olması gereken, “spontan/otantik” yapısını kaybetmiştir. Oysa, her-şeyden ötede ve “öncelikle” aslolan-yaşamsal denilendir ve bunun dışındaki her-şeyin ona ilinti-araç kılınması gerekirken, tam-tersinir bir süreç yaşanmış ve yaşam metne ilintilenmiştir, işte bu noktada da, insan-denilen yaşam-akışı içinde olan-kendisi denilene yabancılaşmış, “travmatik” bir varlık olup çıkmıştır.

1 - 2

Ahlakın Ahlaksızlığı Üzerine - 2

Sürecin doğurduğu en tehlikeli yön ise, hayat denilene “kuralları dayatmak” olmuştur. Günümüzde bile, sofistike-septik düşünüşe sahip olmayan çoğunlukta şöylesi bir algı biçimi var, “kuralsız yaşanmaz”, oysa kurallar, “onursuzlar içindir” ve insan denileni, “yaşamından-kopararak” onurundan eden bu sürecin kendisidir ve bu süreç “kitlelere kendisini” dayatmış, bunu bir “yazgı halindeki” kabule çevirmeyi başarmıştır, “kuralın olmadığı yerde, hayat varolamaz”, tam tersine kuralın olduğu yerde, hayat kendi doğal yatağından koparılmış demektir. Buna karşın çoğu insan denilen derki; iyi de bizler hayvan değil birer insanız” ve insan olmak “kurallı yaşamayı” zorunlu kılar, bu türden “argümanlara” sahip olan insanlar, kuralların-kaynağı üzerine pek düşünmezler ve daha da ötesi aslında “uydurdukları bu kurallara” hiçkimse uymaz, “olduğu-gibi”, evlilik kurumu gelir kurallarıyla birlikte, kimse uymaz, adına “aldatma deyip”, ağlayıp sızlanırlar, dinle ilgili kurallar koyup, sonra uymayıp günah-çıkarıp dururlar, vs. vs. yazması bile sıkıcı, bu saçma-sapan “iki yüzlüce duruşları”, Nietzsche’nin “insanca pek insanca” dediği tutum da budur işte… Çoğunluğun, ahlak-töre ve tüze dediği, “ikiyüzlüce” şarlatanlıktan başka birşey değildir. Her türden ahlak ve ilintisi olan kurallar, sonuna kadar şarlatanca bir “ahlaksızlığın” göstergesi olmaktan öteye gidemezler…

Çünkü; yaşam denilen her-zaman “öğreti” ve “kurallardan” fazladır ve hiç-bir öğreti, inanç sistemi, kurallar bütünü onu “sonuna kadar” kapsayıp/kavrayamaz. Tarihsel süreç içinde, yaşamla kurallar/öğretiler arasında bir çekişme yaşanmıştır, kuralların onca “caydırıcı olması” düşünülen yaptırımlarına karşı, “yaşam denilen” dizginlenememiştir ve hatta bu dizginleme çabasına karşı, “suç-denileni” artırarak tepki vermiştir.

Kurallar denilenler, nerden, nasıl ve ne adına ortaya çıkmıştır? Her-kuralın gerisinde bir “öğreti-olmak” zorundadır, “şöyle yapmalısın” buyruğu, “tek-başına” var olamaz, öte yandan hiç-bir öğreti yaşamın-devingenliği, dinginliği karşısında kendisini “güvende hissedememektedir”, yaşam denilen her-an o öğretiyi “param-parça” etmeye hazırdır, işte bu “kaygı-nedeniyle” öğreti sistemleri kuralları-dayatarak kendisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, “X türünden” bir “inanç sistemi”, ortaya çıkarılış sürecinde “kurallarıyla gelmek” zorundadır ve o kurallarıyla, insan ve hayat denilenin “yaşam enerjisini” burkup, her ikisini de “iğdiş edip” kısırlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu-yapmadığı zaman, kendi varoluş zeminini kaybetmek durumunda kalır. Kuralları yaptırımları olmasaydı, kaç kişi “ilahi dinlere” inanmaya devam ederdi? Cennet vaadi veya cehennem azabı korkusu olmasaydı, kaç kişi “inançlı olmaya” devam edebilirdi?…

Kurallar, sadece “biçimsel-formel” olarak dışardan verilmez, çok “sinsice” içsellik-kazandırılır ve hatta insan denilenler, bunlar üzerinden “üretilir”, “sistemlere pazarlaması” yapılır.

Kısacası, ahlaki, dinsel veya hukuksal içerikteki tüm kuralların amacı, sanıldığı gibi, hayatı düzenleyip “mümkün kılmak” değil, tam tersine, “yaşam enerjisini” baskılayıp, durdurarak, sistemlere/iktidar odaklarına -hizmet etmektir. Bu şekilde “yetiştirilmiş özne artıkları”, sürekli iktidarlara servis yapmaktan başka bir işleve sahip değildir.

Muhafazakâr değerlerin baskın olduğu bir Karadeniz kasabasının sahilinde, kız kardeşimle bir ağacın altında akşamın 8–9 sularında oturmuş sohbet ediyoruz, birden bire etrafımızda 5–6 genç peyda oldu ve son derece küstah, destursuz bir biçimde bizi sorgulamaya başladılar. Kimsiniz, utanmıyor musunuz, arkada evler aileler var vs. vs., kız kardeşim ağlamaya başladı, ben “öfkeden” gerildim, “kas ketlenmesini” yaşadım, ne konuşabiliyorum, ne de eyleyebiliyorum, kardeşim, o benim abim demesine rağmen inanmıyorlar, kendilerinde şu hakkı sorgusuzca görüp, “kimliklerinizi gösterin” diyebiliyorlar…

Şimdi bu durumu “nasıl okumak” gerekiyor, kendilerini “namuslu-ahlaklı sanan” bu “zavallı” namussuzca ve ahlaksızca tutum karşısında nasıl bir duruş sergilemek gerekiyor? Nietzsche’nin, “zavallıca dediği” tutumun bire-bir “somut karşılığı”. Bu gençlerin-kendisi aslında kardeşimle yaşadığımızı düşündükleri şeyi kendileri-yaşamayı istiyor, hemde sonuna değin, ancak içlerindeki bu “yaşam-isteği” canavarının “uyanmasından” korkuyorlar, işte bu korkuyla savaşmamak ve bununla yüzleşmemek adına bir “ahlak-düşkünü” kesiliyorlar, bir anlamıyla deklere ettikleri şu; “ben yaşayamıyorum, o halde hiç-kimse yaşamamalı”, kapanın örtünün, böylelikle ben de kendimi “güvende hissedeyim”…

İşte, ahlaki/törel ve tüze denilen içerikteki tüm öğreti ve kurallar bunun ifadesidir ve bu ifade ediliş biçimi “yaşamdan söküp” çıkarılmalıdır, bu da “öğreti denilenleri, “kaynağında kurutabilmekle” mümkündür.

Bir başka örnek, bekâr üç erkek arkadaşla birlikte bir evde kalıyoruz, üstümüzdeki dairede bir taksi şoförü oturuyor, eve zaman zaman bayan arkadaşlar, kız öğrenciler çeşitli nedenlerle gidip-geliyor, bunun üzerine mahalle sakinleri, gidip bizi evsahibine şikâyet ediyor, bunlar eve karı-kız atıp âlem yapıyor diye, ev sahibi çağırıyor, bi sürü şey söylüyor, bu insanların algı-anlam dünyaları gereği, “konuşma zeminini de” bulamıyor insan, heh, bundan sonra daha dikkatli oluruz deyip evden ayrılıyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla oturmuş, ertesi gün mesai olmadığı için, sohbet ediyoruz, birden kapı sertçe vurulmaya başlıyor, kim o diyorum, üst komşu diyor, tetikte bir şekilde kapıyı açıyorum, alkol almış, ayakta zor duruyor, naralar atıyor, elinde bir bıçak ve şunu diyor; “ülen burada ha bire âlem yapıyonuz ve bi kez olsun beni çağırmadınız, bu delikanlılığa sığar mı ha? İşte bir “namuslu namussuzluk” örneği daha ve bu ülkede bu türden olan, namus-bekçilerinin sayısı oldukça fazla, içlerindeki “yaşam enerjisinin” baskısının korkusuyla bir “ahlak canavarı” haline gelen kesim, Nietzsche’nin çok “teorik/spekülatif” sanılan çözümlemeleriyle “birebir örtüşen” durumlar, “ahlak-denilen” her türden “öğreti” bizzat “ahlaksızlığın” kendisinin ifadesinden başka bir-şey değildir…

Sonuç olarak, “kurgucu düşünme” ve uzantısı getirisi olan, “düşük nitelikli” “değer anlayışlarından” kurtulunmadığı sürece, “ehtik denilen” sorun yumaklarının içinden çıkabilmek şöyle dursun, bu konuda düşünmeye çalışanın kendisi de yumağın düğümleri-haline gelir, kendisini kaybetmek zorunda kalır, yumağı çözmek yerine bu sefer “kendisini çözmeye” çalışır.

Neye göre nasıl yaşamalıyım, insan edimlerinin “temel amacı” nedir gibi sorularla ve bu soruları hazırlayan zeminlerden hareketle, “yaşamsalı-çözündürmek” olanaksızdır, olanaksızlığın da ötesinde, bu duruş/biçimi sorunun doğurucusu konumundadır…

Yaşamak, bir sanat eseri gibi ve kadar dilsiz, ucu açık, “çağrışımsal” ve “kendi kendisiyle” başbaşa bırakılmalıdır, o ancak bu durumda kendi “hakikatini” ve “doğrularını” bulacaktır…

1 - 2

Adorno ve Tanrının Adı - 1

David Kaufmann

Çeviren: Kemal Atakay


Demek ki Tanrı, Mutlak Olan, sonlu varlıklardan sakınır. Onu adlandırmayı arzuladıklarında, çünkü bunu yapmak zorundadırlar, ona ihanet ederler. Ama onun hakkında suskun kalırlarsa, kendi iktidarsızlıklarına boyun eğmiş; öteki, daha az bağlayıcı olmayan buyruğa –onu adlandırma– karşı günah işlemiş olurlar.1

Metafizik eleştirisi artık Batı düşüncesinde saygın bir gelenektir ve on sekizinci yüzyılın sonundan beri özgürleşme ilkesiyle bağlantılıdır. Dünyanın büyüsünü bozma itkisi –rasyonel denetimi daha önceleri yalnızca denetlenemez yazgı olarak görülenden ayırma yönündeki süregiden eğilim– her zaman aydınlanmanın vahye dayalı dine tanınmış kurumsal ayrıcalıklar ve entelektüel konuma karşı güçlü saldırısıyla yakından bağlantılı görülmüştür.

Herkesin bildiği bir öyküdür bu. Kant, inancı Hume'dan, felsefeyi dogmatizmden kurtarmıştır, ilkinin spekülatif iddialarına, ötekinin kapsamına sınırlama getirerek; aynı zamanda, dini aklın mahkemesine sevk etmiş, böylece özerkliğe alan açmıştır. Solcu Hegelciler (özellikle Feuerbach ile Marx), metafiziği antropolojiye, dini de gereksinmeye indirgeyerek, dünyanın insanlaştırılmasını bir adım öteye götürmüşlerdir.

Dinin tarihi, insanın yabancılaşmış, ama sahih umudunun –özgürlük adına yeniden sahip çıkılması gereken bir umut– tarihi haline gelmiştir. Nietzsche –Lutherci bir rahibin dinden dönen oğlu– metafiziğe ilişkin kendi, Hegel karşıtı eleştirisini ortaya koymuştur. Nietzsche, zamandışı, gerekli ve tümel Hakikat dürtüsünü psikolojikleştirmeye ve böylece, hükümran bir Tanrı'yla hükümran bir Özne'ye duyulan özlemi sağaltmaya çalışmıştır – ikisinin de birer dilbilgisi ve kötü niyet kurmacası olduğunu açığa vurarak. Ve günümüze gelindiğinde, metafiziği alt edip özgürleşmeye yol açma ülküsünü birebir olarak solcu Hegelcilerin, söylemsel olarak da Nietzschecilerin –Marksçılarla Heideggercilerin, solcularla yapıçözümcülerin– gerçekleştirmeye çalıştıklarını görüyoruz.

Metafizik karşıtı düşüncenin bu kısa ve bir ölçüde basitleştirilip özetlenmiş tarihinde herhangi bir yanlışlık varsa, o zaman şu soruyu sormaya değer: Nasıl olup da Theodor Adorno –sapkın Marksçı, tam anlamıyla solcu Hegelci ve Nietzsche'nin dikkatli bir okuru ve izleyicisi– mesleki yaşamı boyunca dinsel mecazları pervasızca kullanma konusunda ısrar etmektedir ve niçin? Mezafiziğin –duyumötesi gerçeklik incelemesinin– her zaman dinle aynı şey olmadığını söylemeye gerek bile yok. Ama Adorno, Kierkegaard hakkındaki ilk kitabından, metafiziğe eleştirel olarak yeniden itibar kazandırdığı bitmiş son yapıtı Negatif Diyalektik'e, kaynağını metafizik ve teolojiden alan izleklere tekrar tekrar geri döner. Robert Hullot-Kentor'ın “teoloji Adorno'nun bütün yazılarının hemen yüzeyi altından akıp gider [ve] bu yazıların her sözcüğüne nüfuz eder”2 iddiasının doğru olduğunu varsayarak, Adorno'nun Tanrı'nın adına ilişkin özellikle Yahudilere özgü bir görüşten nasıl yararlandığına bakmak istiyorum. Argümanım şu olacak: Adorno, felsefeye kısıtlama getiren tarihsel koşulları ve onu gerekli kılan insani gereksinmeleri anlayan bir felsefe modeli olarak kullanır Ad'ı.

Negatif Diyalektik'in son kesiminden bir alıntıyla, sondan başlayalım. Adorno burada kendi kendini hedef alan, “her kim Tanrı'ya inanıyorsa, Tanrı'ya inanıyor olamaz” ve “inanmayan her kim ise Tanrı Adı'nın temsil ettiği olanağı o korur” gibi bir sonuca varan, aydınlanmanın kendine özgü diyalektiğini ele alır. Adorno şu açıklamayı getirir:

Bir zamanlar tasvir yasağı, Ad'ı söylemeyi de içeriyordu; artık bu biçimiyle yasağın kendisi bir batıl itikat olduğu kuşkusunu uyandırmaya başlamıştır... Tarihi –bir başka deyişle, gittikçe artan mitten arındırmayı– yadsıyan metafizik hakikatin tarihi, işte böyle kendine dönük hale gelmiştir. Ne var ki bu, tıpkı mitsel tanrıların kendi çocuklarını yuttukları gibi, kendi kendisiyle beslenmektedir. Ardında salt varolan dışında hiçbir şey bırakmadığı için de, mite geri döner; çünkü mit, içkinliğe, varolana özgü, kendi içine kapalı ilişkiden başka bir şey değildir.3

Adorno'ya göre –Adorno burada Weber'in izinden gitmektedir– ikinci buyruk, [Kutsal Kitap'ın Mısır'dan Çıkış bölümünde Tanrı'nın Musa'ya verdiği on buyruğun ikincisi şöyledir: “Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın.”– ç.n.] dinsel rasyonelleştirmeye doğru ilk adım, insanı mitten kurtarmaya yönelik gözüpek bir girişimdi:

Ataerkillik fikrinin miti yok edecek şekilde öne çıktığı Yahudi dininde Ad ile varlık arasındaki bağ, Tanrı'nın adının söylenmesine ilişkin yasakta hâlâ görülür. Yahudiliğin büyüden arındırılmış dünyası, büyüyü Tanrı fikri içinde yadsıyarak sona erdirir. Yahudi dini, ölümlü olan her şeydeki umutsuzluğa teselli olacak tek bir söze bile tahammül etmeyecektir. Umut yalnızca, batılın Tanrı, sonlunun Sonsuz, yalanın Hakikat şeklinde adlandırılmasına yönelik yasakla bağlantılıdır.4

Mit, içkinliğin kaçınılmazlığına, “olduğu haliyle dünya, kurtulamayacağımız salt bir gerekliliktir”e olan inanç ise, o zaman Yahudilik, Tanrı'nın Adı'nı aşkın kılmak suretiyle –tanrısal güçleri yeryüzüne çağıran bir büyü sözünün parçası olarak değil, dünyanın gerçekten de farklı olabileceğinin bir göstergesi olarak– mitten kurtulur. Bu, Tanrı'nın adının olmadığı, bu yüzden de aşkınlığın olanaklı olmadığı anlamına gelmez. Böyle bir şey mit olurdu, tektanrılı Yahudiliğin kaçmaya çalıştığı içkinliğe [yenik] düşme olurdu. Ad'ın söylenmesine ilişkin yasak, aşkınlığın bütünlüğünü korur; bir yandan da ona ulaşmaya yönelik her tür kestirme yolu engeller.

Ama Negatif Diyalektik'ten alıntı, büyünün bozulmasının izlediği seyrin, Tanrı'nın Adı öğretisinde mit üzerindeki Yahudi utkusuyla durmadığını gösterir. Salt büyünün yadsınması da mitten arındırılmış, onun tarihsel süreç içinde sahte bir kesinlik, bir mit olduğu açığa vurulmuştur. Büyü üzerindeki, tanrısal gücü dizginleme girişimi üzerindeki yasak, birden değiştirilemeyen bir dünyanın ortasında bırakıverir insanı. Tanrı'nın aşkınlığının korunması, kuşku uyandıracak biçimde içkinliğe bir geri dönüş gibi görünmeye başlamıştır, öyle ki artık yalnızca inanmayan kişi, bir zamanlar inancın tuttuğu konumları alabilir; yalnızca inanmayan kişi, Ad öğretisine içkin olan aşkınlık umuduna bel bağlayabilir. Tarihte bu noktada –Adorno'nun şimdisi– inanç teolojiden kaçmıştır; o da yalnızca inançsızlar tarafından korunabilir.

Büyünün bozulması diyalektiğinin getirdiği görünürdeki paradokslar, dilsel olarak değillemelerin yan yana dizilmesiyle, olumlulukların sahte istikrarından kaçınmakla kendini gösterir. Ama Ad'da hâlâ varlığını sürdüren umut, yalnızca çifte bir değillemenin, Horkheimer'la Adorno'nun Aydınlanmanın Diyalektiği'nde koyutladıkları [posit] sahte umudun reddinin kalıntısı değildir. Olumlu bir içeriği de vardır. Bu, Horkheimer'la işbirliğinden on yıl sonra ve Negatif Diyalektik'ten on yıl kadar önce müzik ile dil üzerine yazılmış kısa bir yazıda netlik kazanır. Bu yazıda, Adorno, müziği yönelimsel dil olarak adlandırdığı şeyden, bir başka deyişle gündelik iletişimin araçsal dilinden ayırır:

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Adorno ve Tanrının Adı - 2

Müziğin dili, yönelmişliğin dilinden oldukça farklıdır. Onun teolojik bir boyutu vardır. Söylemesi gerekeni, eşzamanlı olarak açığa vurur ve gizler. İdesi, şekil verilmiş tanrısal Ad'dır. Mitten arındırılmış, etkili büyüden kurtulmuş duadır. Anlamları iletmeye değil, Ad'ı adlandırmaya yönelik, her zamanki gibi başarısızlığa yazgılı insani çabadır... Müzik gerçek dile işaret eder; şu anlamda: içerik kendini gösterir onda, ama bunu, yönelmişliğin dillerine göç etmiş olan ikirciksiz anlam pahasına yapar.5

Hakiki dil, anlamın, enformasyonun, insanlar arasındaki iletişimin dili değildir. Mutlak olanın açığa vurulmasıdır o:

Yönelimsel dil, mutlak olanı dolayımlamak ister; oysa mutlak, her özgül yönelimde dilden kaçar, özgül yönelimlerin her birini ardında bırakır, tek tek her biri sınırlı olduğu için. Müzik, mutlak olanı hemen bulur, ama keşif ânında kararır, tıpkı çok güçlü ışığın insanın gözlerini kamaştırdığı, çok iyi görülebilecek şeyleri görmesini engellediği gibi.6

Yönelimsel dilin en önemli sorunu, mutlak olanı dolayımlamak istemesidir. Bu dil, tikel olanı tümelin altında sınıflandırmak ve onu kavramsal, bilinebilir hale getirmek, böylece mutlak olmaktan çıkarmak ister. Mutlak, tanımı gereği, dolayıma kapalıdır – tek başına ve bağımsız durur. Yönelimsel dil, mutlak olanla ilişki kurmak, mutlak olanı başkalarıyla ilişki içine sokmak ister. Demek ki, yönelimsel dil mutlak hakkında, kavramsal açıdan açık olmakla birlikte, olsa olsa kısmi, sınırlı çeşitlemeler sunabilir. Hakiki dil –müziğin dili gibi– kavramsal açıdan net olanı, dolayımdan kaçınanın içkinliği uğruna feda eder. Burada Adorno'nun sesten görmeye geçtiğine dikkat edilmelidir. Dil ile müzik, bir varlığı tüketilemez bütünselliği içinde bir çakışta aydınlatan kör edici bir ışık gibidir. Müzikle dilden farklı olarak, bu varlık zaman içinde eklemlenmemiştir. Ani ve tartışmasızdır.

Yönelimin ötesindeki bir dile ilişkin bu düş, kaynağını doğrudan Walter Benjamin'den alır. Benjamin, Alman tragedyası (Trauerspiel) üzerine, zorluğuyla ünlü girişinde şunları söyler:

Hakikat, yönelimin ölümüdür... Demek ki, hakikatin yapısı, yönelmişlikten yoksunluğuyla şeylerin yalın varoluşunu andıran, ama kalıcılığıyla onlardan üstün olan bir varlık tarzını talep eder.7

Benjamin, Hakikat'i, bilgiye (Erkenntnis) ilişkin idealist açımlamayla karşıtlaştırır. Bilgi temsil yoluyla bir nesneye hâkim olmaya çalışırken, Hakikat nesnenin öz temsilidir, onun kendini açığa vuruşudur.8 Hakikat, şeylerin yalın varlığı olarak, Aden'e özgüdür ve Âdem'in adlandırma pratiğiyle bağlantılıdır:

... cennet, sözcüklerin iletişimsel anlamı ile henüz mücadele etme gereğinin olmadığı bir durumdur. Adlandırma ediminde fikirler yönelim olmaksızın sergilenir... bütün özler, yalnızca görüngülerden değil, özellikle birbirlerinden tam ve eksiksiz bir bağımsızlık içinde var olurlar.9

Cennet, adların dünyayı sergilediği yalın bir varoluş cennetidir. Adlar şeylerin özlerini dolayımlamaz, onları sergilerler. Her şeyi özgür ve mutlak bırakırlar.

Şimdi, Benjamin Yaratılış'a geri döner. Âdem'in verdiği adlardan söz eder, Tanrı'nın adından değil. Adorno'nun Tanrı'nın adının söylenmesine yönelik yasağa verdiği öneme değinmiştik. Kanımca, Adorno Ad kavramının kendisini yeniden gündeme getirmede bir yarar görür. Adorno'nun neyi amaçladığını görmek için, Adorno ile Alman-Yahudi filozofu Franz Rosenzweig arasındaki gönüllü bağlara kısaca bakmayı önereceğim; Benjamin, Rosenzweig'ın Stern der Erlösung adlı yapıtını okumuş, övmüş ve alıntılamıştı, gene de pek güzel yağmaladığı bu kitabı ne kadar iyi anladığı pek açık değildir.

Rosenzweig özel adlara ilişkin şu kısa değerlendirmede bulunur:

Kendine ait bir adı olanın artık bir şey olması, herkesin ortak uğraşı olması olanaksızdır. Kategoriye bütünüyle massedilmesi olanaksızdır, çünkü ait olduğu hiçbir kategori olamaz, o kendi kendisinin kategorisidir.10

Özel bir ad, bir kategori altında ya da bir tümel tarafından sınıflandırılamayacak mutlak bir tikelliği gösterir. Birçoktan biri değildir, bir türün tekil örneğidir ve ona öznelerarası olarak seslenilmeli, bir başka deyişle saygınlığı olan birisi gibi davranılmalıdır. Burada kasıtlı olarak Kant'ın dilini kullanıyorum. Özel adı olan, nesneleştirilmeyi reddeder, araçsal hesaplamalara indirgenmeyi yadsır, Amaçlar Krallığı'nın bir simgesidir [cipher].

Nihai özel ad, Tanrı'nın adıdır:

Tanrı'nın aynı anda yakın ve uzak oluşundaki paradoks, temel olarak onun bir adının olması gerçeğiyle dile getirilir. Adı olan her şey hakkında ve her şey ile konuşabiliriz, yok ya da var olmasına bağlı olarak. Bu yüzden, kuramsal bir Tanrı kavramı yoktur... Tanrı'nın yalnızca, aynı zamanda bir kavram olan bir adı vardır; onun kavramı, aynı zamanda onun adıdır.11

Stern der Erlösung'tan birkaç yıl önce yazılmış olan bu küçük yorum, Rosenzweig'ın düşüncesinde kayda değer bir değişimi gösterir. Özel bir ad zorunlu olarak bir şeye saygınlık verilmesini, böylece onun biricik ve özgür olarak görülmesini gerektirmez. Sonuçta, Baal gibi sahte Filistin tanrılarının adları vardır. Öyleyse onların adları herhangi bir ayrıcalık getirmez, özellikle insan bunları dile getirebildiği için. Adil olmak gerekirse, öznelerarası iletişimle ilgilenen Rosenzweig, Ad'ın söylenmesi yasağından söz etmez. Onun açısından, Tanrı'nın bir adının olması, Tanrı'ya seslenilebilmesi çok önemlidir. Tanrı'nın olmadığı bir yer olmadığı için, insan ona seslenmezlik edemez: Tanrı tümel olan altında bir izleğe ya da kategoriye dönüştürülemez, çünkü o tümel olandır. Tanrı'nın adı hem bir tikel, hem de bir kategoridir: O, kendi sonsuz kavramıdır, böyle bir şeyi aklımızda canlandırabilirsek eğer. Benjamin'e göre yalın varoluşun adlar aracılığıyla açığa vurulması mitsel olarak Aden'de meydana gelmiştir; oysa Rosenzweig'e göre dünyasal, gündelik bir olaydır bu ve Tanrı'yla insan arasındaki ilişkinin sürekli olarak yenilenmesiyle meydana gelir. Kısacası, Tanrı'nın her zaman kendi Ad'ı vardır.

1 - 2 - 3 - 4 - 5
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP