Mevlana

Mevlana H. 604 / M. 1207 yılında Belh şehrinde dünyaya geldi. Babası Bahaeddin, Moğol saldırısından kaçanlar arasında Batı'ya doğru göç etti. Hicaz ve Şam yoluyla Konya'ya geldi. Babası Bahaeddin öldüğü zaman Mevlana halka vaazlar verecek kadar yetişmişti. Mevlana, Konya'da Şemseddin Muhammed Tebrizi ile tanıştıktan sonra tamamen mistik bir havaya büründü. Gerçek Allah sevgisini Şems'de buldu. Ona manevi aşkla bağlandı. Bunun üzerine öğrencileri, ihmal edildikleri gerekçesiyle yakınmağa başladılar. Bu yakınmalardan rahatsız olan Şems, Şam'a gitti. Şems gidince Mevlana'nın manevi derdi büsbütün arttı. Oğlu Sultan Veled'i, Şam'a gönderdi. Sultan Veled'in ısrarı üzerine Şems, Konya'ya döndü ise de bir gün ansızın ortadan kayboldu.

Mevlana daha sonra ilahi aşkı Salahaddin Zerkub'da, o ölünce de öğrencisi Hüsamettin'de aramıştır. H. 672 / M. 1273 yılında Mevlana ölmüş ve bu tarihten on yıl kadar sonra oğlu Sultan Veled, Mevlevîliği yönetmeğe başlamıştır. Mevlana, altı ciltlik Mesnevisinde islam felsefesini mistik bir açıdan yorumlar. Bu yapıtda insan kişiliğine, ilahi aşka, hoşgörüye ve erdeme önem verilmiştir. Mevlana'nın Divan-ı Kebir, Fihi Ma Fih ve Mecalis-i Seb'a gibi yapıtları vardır. Mektubat da onun kimi görüşlerini içermektedir. Mevleviliğin düzenlenmesinde, tapınma kurallarının saptanmasında Sultan Veled'in büyük emeği geçmiştir. Türk asıllı olan Mevlana hangi din, hangi mezhep ve hangi ırktan olursa olsun bütün insanlara kucağını açmış, sevgi ve erdem yolunu göstermiştir.


Hacı Bektaş Veli

Hacı Bektaş Veli, Osmanlı Devletinin kuruluşundan biraz önce Anadolu'da adı duyulan büyük bir Türk düşünürüdür. Geniş ölçüde Yesevilik tarikatının etkisinde kalmıştır. Tapınma esnasında Türkçe dualar yapması, Türkçe şiirlerin okunmasma önem vermesi ve Türkçe ilahileri seçmesi, onun Türk kültürünü sıkı bir biçimde devam ettirdiğinin kanıtıdır. Onu izleyenler de Arap-Fars kültüründen çok Türk kültürünü yaşatmışlardır.

Hacı Bektaş Veli Anadolu'ya gelince Sivas'a yerleşti. Daha sonra Kırşehir'e geldi. Kayseri, Kırşehir ve Karahöyük dolaylarında taraftarlar buldu. Hz. Ali ve Çocuklarını seven Hacı Bektaş Veli, Anadolu insanlarını hoşgörü ve sevgi yoluyla birleştirmeğe çalıştı. Son sıralarda bazı bilginler onun sünni olduğunu ileri sürmüşlerdir. Insanlara kardeşçe geçinmelerini öğütleyen Hacı Bektaş Veli, kimi söylentilere göre 1270—1271 yıllarında ölmüştür. Bütün tarikatlara kucağını açan Hacı Bektaş Veli, her müminin eline, diline ve beline sahip olmasını öğütlemiştir.

XIV. Yüzyılda gelişmeğe başlayan Bektaşilik, XV—XVI. Yüzyıllarda hızla yayıldı. Yeniçeri ocağına giren Bektaşilik, Osmanlıların sevgisini de kazandı. Balkanlar'da, Tuna kıyılarmda ve Arnavutluk'ta taraftar buldu. Hacı Bektaş Veli'nin Baba İshak'ın halifesi olduğu söylenir. Daha sonra Bektaşilik Balım Sultan'ın (Ölm. M. 1516) çabalarıyla gelişti. Bektaşilik kolaylık getirdiği için Anadolu'da ve Rumeli'de göçebe halk arasında çabuk yayıldı. Sarı Saltuk, Seyyit Ali Sultan ve Otman Baba Bektaşiliğin yayılmasında etkili oldular.

Murat II ve Fatih devrinde takibata uğrayan Hurufiler, Bektaşi gibi görünmeğe çalıştılar. Anadolu'da Kalenderiye'nin de Bektaşilikle karıştığına tanık olunmaktadır. Aleviliğin çeşitli kollarıyla Bektaşilik zamanla iç içe olmuşlardır. Bektaşiler başlıca Çelebiler yahut Bel Evladı diye adlanan bir kolla Babalar yahut Yol Evladı denen başka bir kola ayrılırlar. Çelebiler Hacı Bektaş'ın sülalesinden geldiklerini ileri sürerler. Babalar ise Hacı Bektaş Velinin izinden yürüdüklerini söylerler. Büyük şehir ve kasabalarda babaların Anadolu ve Rumeli'de ise Çelebilerin etkisi daha fazla olmuştur. Bektaşilik, Yeniçerilerin sık sık isyan etmeleri yüzünden 1826 da Mahmut II. tarafından yasaklanmış, Abdülaziz zamamnda yeniden serbest bırakılmıştır. Cumhuriyet döneminde ise öteki tarikatlarla birlikte Bektaşilik yasaklanmıştır.

Zamanla Babailer, Kalenderiler, Haydariler, Abdallar ve Hurufileri görüşlerinde eritmeğe çalişan Bektaşiler, oniki imama çok saygı duyarlar. İyi bir Bektaşinin şu üç ilkeye önem vermesi gerekir.

l— Iyilik etmek.
2— Erdemli olmak.
3—Tanrı'yı Sevmek.

İyi bir Bektaşi aynı zamanda insanlığın hizmetindedir. İnsan hangi dinden olursa olsun erdemli kişileri sevmelidir. Bektaşiler, Muharrem ayının ilk on günü oruç tutarlar. Bunların niyaz denen ayrı duaları vardır. Camide namaz kılarlar. Ramazan orucuna karşı çıkmazlar. Onlara göre her tapınma insan için yararlıdır. Muharrem ayının onbirinci günü, Zilhiccenin ilk on günü onlarca kutsaldır. Her bektaşi komşusunun eşlerine kardeş gözüyle bakar. Alçak gönüllü olmak, dostluğa önem vermek, kimseyi ayıplamamak, her türlü yaratığa iyi gözle bakmak, sohbeti sevmek, yardımlaşmak Bektaşilerin başlıca özelliklerindendir. Ancak zamanla onların bu temiz duygularını sömüren Baba yahut Dede adı verilen kimi dini önderler, Bektaşiliğin ruhunu zedelemişlerdir.

Varoluşa Doğru

Bertrand Russell


Büyük düşünür-ozan Porphyre Eglantine çapraşık ve derin anlamlı yazılarıyla geniş bir ün yapmıştır ama, en çok ölümsüz şiiri Chant du néant (Hiçliğin Türküsü) ile tanınır.

Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım bir yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.


Bu korkunç boşlukta
Bu sonsuz boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
"Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun. Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen."

Gerçi oldukça ünlü bir şiir bu Chant du néant, ama nasıl bir ortam içinden yaratıldığını, ne gibi olaylara yol verdiğini bilen azdır sanırım.

Porphyre çocukluğundan beri duyguluydu; olmadık şeyleri dert edinirdi kendine. Varolmadığı korkusu sarmıştı yüreğini. Aynaya her bakışında imgesini görememekten korkardı. Bu korkusunu dağıtmak amacıyla bir felsefe yarattı sonunda. Genellikle kuşkularını bir yana itebiliyordu böylece; ama Hiçliğin Türküsü'ndeki o birden her şeyi yıkan görüntü ozanın bu konudaki başarısızlığını gösteriyor bize. Porphyre bu uğursuz sesi susturmak için her ne pahasına olursa olsun VAROLMAYA karar verdi.

İç gözlem ve dış gözlem ona hiçbir şeyin acı kadar gerçek olamayacağını öğretmişti. varolması için acı çekmesi gerekiyordu. Porphyre büyük acılar bulmak umuduyla yollara düştü. Güney kutbunda tek başına bir kış geçirdi. Sonu gelmeyen gece ona geleceğin karanlık görüntülerini esinledi.

Nazi Almanya'sında kendini Yahudi diye tanıtarak türlü işkencelere katlandı. Ama tam bu işkenceler dayanılmaz bir hal almışken Poe'nun kuzgunu geldi sıçraya sıçraya, Mallarmé'nin sesiyle o korkunç tekerlemeyi haykırdı: "Acı çekmiyorsun sen; Bir hiçsin yalnızca; Sen yoksun!"

Sonra Rusya'ya gitti Porphyre. Orada da Wall Street'den yollanmış bir casus süsü verdi kendine. Bu yüzden bir kışı da Beyaz Deniz kıyılarında ağaç kesmekle geçirdi. Açlık, yorgunluk, soğuk her gün biraz daha iliklerine işledi. Eh bu gidişle bir gün varolorum elbet, diye düşünüyordu kendi kendine. Ama hayır! Kışın son gününde karlar tam erimeye yüz tutmuştu ki uğursuz kuş bir kez daha göründü, bir kez daha haykırdı o korkunç sözleri. Belki de, diyordu Porphyre, arayıp bulduğum bu acılar sudan şeylerdi. Gerçek mutsuzluğu duymak için acılarıma bir de utanç katmalıyım.

Bu yeni düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla kalktı Çin'e gitti. Orada Komunist Partisi'nin gözde üyelerinden Çin'li bir kıza deli gibi tutuldu. Sonra sahte belgeler düzenleyerek onu İngiliz hükümetine gizli ajanlık yapmakla suçladı. Korkunç işkencelerle gözleri önünde öldürdüler kızcağızı. O zaman "Şimdi gerçekten acı çekmiş sayılırım." diye düşündü ozan, "Sonuna değin çılgınca sevmiştim bu kızı; kendi korkaklığım, kendi alçaklığımla bu korkunç sona sürükledim onu. İnsanoğlunun dayanabileceği acıların en büyüğü bu olsa gerek." Ama hayır! Elini kolunu bağlayan buz gibi bir korkuyla donakaldı Porphyre. Kader Kuşu yine gelmiş, kendisini Paris edebiyat çevrelerinde tanıtan ölümsüz ozanın sesiyle yine o korkunç sözleri haykırmıştı.

Kuş uçup gitmeden Porphyre bütün gücünü toplayarak yüreğindeki umutsuzluğu dile getirdi. "Ey Kuzgun," diye haykırdı, "söyle bana, varolduğuma seni inandırmak için ne yapayım?" Kuzgun bir tek sözcükle karşılık verdi buna : "Ara", sonra da yok oldu ortadan.

Böylece yeniden aramaya koyuldu Porphyre. Ama bu arayışı bütün gücünü kapsadı sanmayın. Bu süre boyunca yine bir düşünür- ozan olarak her yerde, özellikle gizli çevrelerde hayranlık topladı. Çin'den dönüşünde şeref üyesi olarak Paris'teki Felsefe Kurultayına çağrıldı. Toplantı günü herkes salonda yerini almıştı; yalnız başkan yoktu ortada. Porphyre tam sabırsızlanmaya başlamıştı ki birden kuzgun girdi içeri, geçip başkan yerine oturdu.

Sonra ozana dönerek bütün üyelerin duyabileceği çınlayan bir sesle : "Senin felsefen yok aslında, senin felsefen bir hiç!" diye bağırdı. Bu sözleri duyan Porphyre'in yüreği en acı yaşantılarının bile veremediği derin bir umutsuzluk kapladı. Yığılıverdi olduğu yere. Kendine geldiğinde kuşun ağzından ne zamandır özlemini duyduğu sözlerin döküldüğünü duydu: "Yeter artık, acı çekiyorsun: Yeter, varsın." O sırada gözlerini açtı Porphyre. Rahat bir soluk aldı; gördüğü bir düştü yalnızca.
Ama o gün bugündür felsefe üstüne ne bir söz söyledi ne de birşey yazdı.

Gönül Almak

Alain (Émile-Auguste Chartier)

Öğrenilmesi gereken bir "yaşama sanatı"ndan söz açmış­tım. Oraya şu kuralı koyardım; "Gönül almak". Oldukç sert mizaçlı olduğu halde sonradan huyunu değiştiren bir tanıdı­ğım bana şu telkinde bulunmuştu: Bu tür bir kural ilk bakış­ta hayret uyandırır. Gönül almak; yalancı, koltukçu, dalkavuk olmak demek değil midir? Kuralı yanlış anlamayalım. Bizim kastettiğimiz, yalancılığa düşmeden ve bayağlaşmadan gönül almaktır. Ve bunu mümkün olduğu her durumda uygulamak gerekir. Hemen her zaman da olasıdır bu. Bir tatsız gerçeği, sinirli bir sesle, yüzümüz pancar kesilerek söylediğmiz zaman öfeye kapılıyoruz demektir; bu tedavi etmesini bilmediğimiz kısa bir hastalıktır; sonradan bu hareketimizi cesaret örneği gibi göstermeye kalkışmamız boşunadır; eğer hareketimiz sonucunda bizim için bir tehlike söz konusu değilse ve bu hareketi önceden tasarlayarak yapmış bulunmuyorsak, cesaret göstermiş olmamız pek kuşkuludur. Bundan şu ahlak kuralını çıkarıyorum: "Küstahlık edeceksen güçlü olana kaşı et." Ama gerçeği hiç sesini yükseltmeden söylemek, gerçek içinde de övülmeye değer olanı seçmek yeğdir.

Hemen her şeyde övülecek bir taraf vardır. Çünkü ger­çek neden ve etkenler bizim için hep bir bilinmeyen olarak kalır ve kalleşlik yerine sağduyuya, ihtiyatlılık yerine dostlu­ğa başvurmaktan bir zarar görmeyiz. Özellikle gençlerle iliş­kilerinizde, tahminden öteye gitmeyen konularda her şeyi iyi yanından alın ve onlara kendilerini kötü göstermeyin; öyle olduklarına inanırlar, çok geçmeden de öyle olurlar; oysa yermek hemen hiçbir zaman işe yaramaz. Örneğin, karşınızdaki bir şairse, en iyi dizelerini anımsayın ve, ona okuyun; bir politikacıysa, yapmadığ kötülüklerden dolayı onu kutlayın.

Burada aklıma bir ana okulunda geçen olay geldi. İşi gü­cü yaramazlık etmek ve defterlerini karalamak olan minicik bir çocuk, bir gün, sayfanın üçte birini düzgün çizgilerle doldurmuştu. Öğretmen sıralar arasında dolaşıyor ve aferinler dağtıyordu; bunca zahmet pahasına doldurulmuş bu sayfayı görmeyince küçük afacan: "Vay anasını be!" dedi; ve bunu böylece, açık açık söyledi. (Okul yoksul bir mahalledeydi.) Bunun üerine öğetmen yanına geldi, hiçbir şey söylemeden çocuğa aferin verdi; övülen ödevdi, nezaket değil.

Ama bunlar güç durumlardır. Çoğu kez, insan, hiç tereddütsüz gülümseyip nazik ve övücü davranabilir. Bir kalabalıkta sizi biraz itiştirecek olsalar, buna gülüp geçmeyi adet edinin; gülmek, itiştirmenin etkisini yok eder, çünkü küçük bir öfkeye kapılan herkesin yüzü kızarır. Oysa böyle yaparak belki de büyük bir öfkeden, yani küçük bir hastalıktan kurtulmuş olacksınız.

Ben nezaketi böyle anlarım; bu, aşırı hareketlerimize karşılık bir beden eğtiminden ibarettir. Nazik olmak, her hareketiyle ve her sözle "kızmayalım, hayatın şu anını berbat etmeyelim" demektir. Bu, dini bir sevap duygusu mudur? Hayır. Oraya kadar varacak değilim; sevap işlemenin gizlendiği ve karşısındaki kşiyi küçük düşürdüğü olur. Ger­çek nezaket, bütün ilişkileri tatlılaştıran bulaşıcı bir neşe var olur. Bu nezaket de asla öğetilemez. Kibarlar dünyası denilen çevrelerde ben nice kamburlaşmış sırtlar görmüşümdür; ama asla nazik bir insana rastlamadım.

Felsefenin yararı nedir?

Son olarak felsefenin yararı Veya gerekliliği, onun toplumsal-kültürel işlevi ve felsefenin tarihsel gelişimi ile ilgili olarak birkaç söz söylemek istiyoruz.. Mongolfier kardeşler icat etmiş oldukları balonla ilk uçuşlarım yapmak istedikleri sırada, gösteriyi izlemek için meydanda toplanan seyirciler arasından biri, yanında bulunan saygıdeğer görünüşlü, yaşlı bir baya dönerek biraz da naif bir tavırla şu soruyu sorar: ‘İyi de bayım, bu ne işe yarar?’. Sözü edilen yaşlı bay -ki o sıralarda Fransa’yı ziyaret etmekte olan ünlü Amerikalı bilgin ve siyaset adamı Benjamin Franklin’dir- hoşgörülü bir şekilde gülümseyerek şu cevabı verir: ‘İyi de bayım, yenidoğmuş bir bebek ne işe yarar?’.

Kanımızca bu cevap, felsefenin ve aslında daha genel olarak diğer önemli temel kültürel etkinliklerin son tahlilde ne işe yaradıkları sorusuna verilebilecek en güzel ve anlamlı bir cevaptır. Konuya salt bir işe yaramak açısından baktığımızda en çok işe yaradığını düşündüğümüz bazı etkinliklerimiz, örneğin bilim bile çoğu kez bir işe yaramaz. Çünkü tıp bilimi sayesinde hastalıklarımızı iyileştirip, acılarımızı azalttığımız bir gerçektir; evet, tıp bu açıdan faydalıdır ve sağlığımızı korumamıza yarar. Ama evrenin geçmişte ne kadar zaman önce, nasıl meydana geldiğini, uzayda, nerelerde, hangi galaksilerin bulunduğunu, dinazorlann gü­nümüzden ne kadar önce ve neden ortadan kalktıklarını bilmek dar anlamda bizim ne işimize yarar?

Belki aritmetik bilimi, alışveriş yaparken ne kadar para ödeyeceğimizi, ihtiyaçlarımızı en hesaplı olarak nasıl karşılayabileceğimizi bilmemize yarar; ama uzayda bir noktadan bir doğruya birden fazla paralel çizilip çizilemeyeceğine ilişkin olarak geometride çağlar boyunca yapılmış olan bütün o geometrik tartışmalar ne işe yarar?

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gereksizdir. Bilimin zaman zaman, hatta çoğu zaman işimize yaradığı bir gerçektir. Ama bilim adamı veya bilim adamlarının çoğu, araştırmalarını yaparken, yapakları araştırmaların bir işe yarayıp yaramayacağını kendilerine sormazlar bile. Bilim adamının amacı, Aristoteles’in söylediği gibi, herşeyden önce ve asli olarak ‘insanın doğal olarak sahip olduğu bilme arzusunu doyurmak’tır. Bir bilimsel araştırmayı tetikleyen şey, çoğu zaman pratik bir probleme çözüm bulmak amacı değil, bir başka bilimsel çalışma ve bu bilimsel çalışmanın ortaya koyduğu başka bir bilimsel problemdir.

Aynı şekilde sanatın veya sanat eserinin bize bir yarar sağladığını söylemek, hemen hemen sanatın varlık amacım inkâr etmektir. Evimizde kullandığımız bir sandalyenin açıklayıcı nedeni, üzerinde oturma imkânını sağlaması suretiyle bize yarar sağ­lamasıdır. Ceketimizi aşağımız bir askı da ceketimizin buruşmamasına yarar. Ama sandalyenin kendisinin XVI. Louis stili bir sandalye olması veya askının, diyelim ki ünlü bir heykeltıraşın elinden çıkma bir askı olmasının, bu birinci anlamda bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Bu son iki durumda faydanın dı­şında ve ondan tamamen bağımsız bir değer işin içine karışmaktadır ki o da ‘güzel olanla, ‘estetik bakımdan haz verici, heyecan verici olanla ilgili değerdir. Kantin estetik değerin özelliğini belirttiği dört ünlü formülünden birincisini, sanatın temel kavramları olan estetik hazla onun konusu olan güzelin ne olduklarına ilişkin formülünü burada zikretmemiz yetinde olacaktır: “Estetik haz, bir nesneyi veya bir temsil biçimini hiçbir çıkar gütmeyen bir hoşlanma veya hoşlanmama duygusuyla yargılama yetisidir. Bu hoşlanma duygusunun konusu olan şeye de güzel denir”.

Ahlaka gelelim: Onun bir işe yaraması şöyle dursun, gerçekten ahlaklı davranan üstün bazı insan örneklerinde olduğu gibi (örneğin Sokrates, İsa, Budha), bu davranışları sergileyen insanlara hayatları boyunca eza, cefa, mihnet, hatta ölüm getirmiş olduğu olgusal bir gerçektir. O halde ahlaksal davranmanın insana alışı­lagelen, normal anlamda bir fayda, bir zevk vermediği de açıktır.

Nihayet bütün bunlara benzer bir şekilde felsefe de özü itibariyle ve son tahlilde bir işe yaramaz; meğer ki insanın kendisini çevreleyen evreni, insan hayatının bir anlamı olup olmadığını, insan kaderinin ne olduğunu, insanın hangi eylemleri ile ne ölçüde kaderini değiştirebileceğini ve kendi seçiminin sınırları içerisinde hangi eylem ve çabaların peşinden koşması gerektiğini, ne tür bir hayatın gerek bireysel, gerek toplumsal olarak en iyi hayat oldu­ğunu vb. bilmeye çalışmasının insan için çok yararlı, çok faydalı bir şey olduğunu söylemiş olmayalım! Felsefi araştırmanın şüphesiz daha önce işaret ettiğimiz gibi başka planlardan başka faydaları vardır, örneğin bilimlere yardıma olabilir, dinlere yardımcı olmuştur vb. Ancak onun arkasında bulunan en temel motif, en iyi biçimde Sokrates’in şu cümlesinde ifade edilmiş olan motiftir: “Soruşturulmayan, üzerinde düşünülmeyen bir hayat, ya­ şanmaya değmez”. însan, kendi hayatım inceleme kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir. Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve onlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mudu yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki ve belki tek ifadesidir.

Kaynak: Ahmet Arslan - Felsefeye Giriş

Ahlakın Ahlaksızlığı Üzerine - 1

Peki ya ne yapmalıyım, neye göre nasıl yaşamalıyım? Ahlak/moral denilenden, “ethiğe/ahlak felsefesine” geçiş, bu sorunun, “kuramsal-kaygılarla” sorgulanmaya başlamasıyla mümkün olmuştur. Dilimizdeki “ahlak-terimi” Arapça “huy”, “doğa” “yaradılıştan olan hasletler bütünü” anlamlarına işaret eden “hulk” teriminden transfer edilmiştir, batı dillerinde ise, bu alanda üç temel terim bulunmaktadır; “uzlaşılar”, “pratikler”, “davranış kodları” içeriklerini işaret eden “mores”, ethiğe kaynaklık eden ve “karakter/temel yapı, onu-o kılan unsur anlamına gelen “ethos” ve tüm bunlar üzerine oturan “ahlak felsefesi”. Kısacası, doğu toplumlarında sadece ahlak/hulk vardır, onlarda ahlakın “ehtik/ahlak felsefesi” boyutu yoktur, “ethiği” batıdan transfer etmişlerdir, bu açıdan bakıldığında doğu-toplumları “törel-olana” teslimiyet halinde yaşamışlardır.

Ahlak felsefesi denileni doğuran bu “temel soru/sorun” üzerine her düşünmeye başladığımda, zihinsel anlamda bir “bulantıyı” yaşıyorum. Zihin içerikleri denilenler, bu “soru/n” üzerinde düşünmeye karşı direnç gösteriyor Şu anda bile bir ke-ke menin konuşması şeklinde yaza-biliyorum. Ehtik denilenin “problematiği” üzerine düşünmek, bu uğurda “sözce kullanmak” olası mı? Hadi diyelim ki bu “olası bir durum”, peki bu hangi kaygılardan hareketle ne adına, ne-için yapılacak?

Bu soru-n tam da “kırılma-noktasına” işaret etmektedir. Bu sorunun sorgulanmaya başlanılmasıyla birlikte insan ve yaşam denilen için, cehennemin “al-benili” yollarına yaldızlı taşlar da döşenmiş oldu. Yapısı gereği, “teorik-olan” ve bu nedenle de yöneldiği her objeyi teorik zeminlerin belirlediği bağlamlarda ele alan, almak zorunda olan “aklın” “salt-pratiği”, deneyimi anlaya-bilmesi nasıl olası hale getirilebilecek? Salt/doğrudan “otantik olması gereken” deneyim alanını, teorik-alana çekmek, onu aynı zamanda “dolayımlayarak” kirletmek ve “ideolojik-kılmak ötekileştirmek” olmayacak mıdır veya bunlardan nasıl kaçınılacaktır?

İnsan ve var oluşu denilenin temelinde kaçınılmaz olarak aksiyolojik/değersel tutum vardır. İnsan denilen varlık, “to on to’suyla” veya “epistemesiyle” veya da “logiçiyle” değil” “değer/leriyle” ve “o kadar” vardır. Betimleme-denilen insan için “olanaksızlıktır”, betimleme sadece “göre-ce” bir durumdur, her betimleme denilen kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir “değer-uzantısıdır”. Taş, kadın, sarı vs. denildiğinde bile, “denilmiş-olması” itibarıyla bir “değer-lendirici” tutum/duruş söz-konusudur. Betimlemenin “mümkün-olması” için, “asılları-bilmemiz” gerekiyordu, bu doğrultuda “aslına-uygun” olan “söz-sel” bildirimler betimleme, diğerleri de “yargı-ürünü” olacaktı, oysa biz-insan denilenler, “asılları-da” uyduruyoruz, bu anlamıyla, “asıllar dediklerimize” uygun düşen bildirimlere betimleme, uygun düşmeyenlere de, “obje-fazlası” değer-lendirmeler demekteyiz. “Şurada gördüğünüz bir kadındır” şeklindeki bir “tümcesel-bildirim” betimleme, “Şurada gördüğünüz kadın, çok güzel ancak çok kötü bir kadındır” şeklindeki bildirimlere de “değersel” demekteyiz. Oysa, birinci bildirim “dikkatlice ve metin kenarından “okuna-bildiğinde”, onun da bir “değer-lendirme” biçimi olduğu rahatlıkla görülebilecektir…

Kısacası, insan ve var-oluşu denilenin temelinde “ethos” vardır. Bilim-denilen dahi, nesnel-değil, “değerseldir”. Değersel denilen duruş/tutum ehtik ve estetik içerik/ biçimler olarak ikiye ayrılmaktadır. Ethik değerleri, “toplumsal-zeminde” algılamaya, düşünmeye başladığınız anda, “siyasal-zemine” kaymış olursunuz, dolayısıyla siyaset-denilen, ethiğin bir alt-birimidir ve ehtik-denilen sorunsalı çözüme kavuşturmadan, hiç-bir siyasal sorunun çözüme kavuşturulması olası değildir.

Estetik değerler denilen (güzel/çirkin) alanda göre-ce sorun yoktur. Çünkü bu alana “teorik-akıl” söz/dişini geçirememektedir. Estetik denilen alanda insan denilen, var-oluşunun “derinliklerini” ifadelendirmek istemektedir…

Ehtik-denilen alanın “sorun-olarak” görülmeye başlanması aynı zamanda “sorunun-kaynağını” oluşturmaktadır. İşte bu göz-ardı edildiği için, şimdiye değin “teorik-akıl”, ethiğin içinden çıkamamış, çıkmak şöyle dursun, bataklığı-kendisi yaratmıştır ve yarattığı o bataklığın içinde yine kendisi çıkmak için çaba gösterdikçe daha fazla batmaktadır, engelinin yine kendisi olduğunu “görüleye-bilecek” yetiye sahip değildir.

Salt-dolayımsız olan, olması gereken “eylemin”, sorunsal-haline gelişinin temel nedeni, hakikat peşinde olan “kurgucu-spekülatif” düşünüş biçimidir. Doğa-dediğini “de-şifre” etmeye ve bu alandaki “hakikatleri”, “gerçeklik ve doğrulukları” bulmaya çalışan metin, sonraları bu türden olan çabalarını “yaşam-sal” denilen alana çevirmeye başlamıştır. İşte bu sürecin sonunda “üretilen-kurgular”, giderek yaşamsal-alanda da “gerçek-doğru” arama alışkanlığını beraberinde getirmiştir (Bu alışkanlık insan-denilende o denli yerleşik “şartlı-reflekse” dönüşmüştür ki, bu yazıyı okuyan çoğu insan, “e her halde, yaşamda da “doğru” ve “gerçek” aranacak, bu gerzek neler zırvalıyor şeklinde düşünce içerikleri oluşabilecektir.).

Bu süreci “sistematik” ve kurumsal-alışkanlığa dönüştüren, Sokrat-Platon-Aristo üçlüsüdür. Onların oluşturduğu, “indüvalist” ve “entelektüalist” ehtik-anlayışı, onlardan sonra gelenleri de bu çabanın içine sokmuştur ve böylelikle “zihinsel-şartlanma” başlamış, günümüze kadar gelmiştir. Doğru/iyi eylemi, “erdemi” getiren “bilgidir”, dol-ayısıyla neye-göre nasıl yaşamalıyım sorusunun cevabı budur, “bilgiye-göre”, peki “hangi-bilgiye göre”, “yapısı şu türden olan bilgiye göre”, hayır insan denilen varlık, bilgiye-bilmeye göre değil, “hazza-göre” eylemelidir, hayır haz da değil, “ben-e” göre eylemelidir, hayır o da değil, “fayda-ya” göre eylemelidir, hayır o da değil, “Yaradan’ın-bildirdiği” kurallara göre eylemelidir, buna göre eylemeyenlerin “katli-vaciptir”, yürüyün bre kâfirlerin üzerine, hayır o da değil, bunlar dogmatik “gerici-düşünüşlerdir”, “demokratik-olmak” gerekir, gök-yüzünden indiği düşünülen “mesajlara göre değil”, “evrensel/rasyonel” kurallara göre bir-arada yaşanılmalı, eylenilmelidir vs. vs. vs. türünden “kör-dövüşleri” getiren süreç tam da bu şekilde başlamıştır.

Bu sürecin başlamasıyla birlikte “Pandora’nın-Kutusu” da açılıp, tüm kötülüklerini yaşam-denilenin içine boca etmeye başlamıştır. Teorik düzlemde başlayan “hakikat” gerçeklik arayışları, öncelikle “farklı-sanılan” hakikatleri ve bunlar arasındaki “horoz-dövüşünü” doğurmuştur, “benim hakikatim senin hakikatinden daha hakiki şeklinde”, örneğin şu sıralarda, “Hıristiyancı-hakikatçiler ile, Müslümancı-hakikatçiler arasında böylesi bir horoz-dövüşü yaşanmaktadır ve bu “oldukça” traji-komik bir dövüş-me biçimidir, “aslında” bir-birlerinden hiç-bir farkları yoktur, ancak, “paradigmaları” böyle –söylediği” için ve “kapışmayı-buyurduğu” için onlar da kapışmaktadırlar…

Bu sürecin başlamasıyla birlikte, yaşam-denilen “kurguya/metne” göre yaşanmaya başlamış, sonuna değin olması gereken, “spontan/otantik” yapısını kaybetmiştir. Oysa, her-şeyden ötede ve “öncelikle” aslolan-yaşamsal denilendir ve bunun dışındaki her-şeyin ona ilinti-araç kılınması gerekirken, tam-tersinir bir süreç yaşanmış ve yaşam metne ilintilenmiştir, işte bu noktada da, insan-denilen yaşam-akışı içinde olan-kendisi denilene yabancılaşmış, “travmatik” bir varlık olup çıkmıştır.

1 - 2

Ahlakın Ahlaksızlığı Üzerine - 2

Sürecin doğurduğu en tehlikeli yön ise, hayat denilene “kuralları dayatmak” olmuştur. Günümüzde bile, sofistike-septik düşünüşe sahip olmayan çoğunlukta şöylesi bir algı biçimi var, “kuralsız yaşanmaz”, oysa kurallar, “onursuzlar içindir” ve insan denileni, “yaşamından-kopararak” onurundan eden bu sürecin kendisidir ve bu süreç “kitlelere kendisini” dayatmış, bunu bir “yazgı halindeki” kabule çevirmeyi başarmıştır, “kuralın olmadığı yerde, hayat varolamaz”, tam tersine kuralın olduğu yerde, hayat kendi doğal yatağından koparılmış demektir. Buna karşın çoğu insan denilen derki; iyi de bizler hayvan değil birer insanız” ve insan olmak “kurallı yaşamayı” zorunlu kılar, bu türden “argümanlara” sahip olan insanlar, kuralların-kaynağı üzerine pek düşünmezler ve daha da ötesi aslında “uydurdukları bu kurallara” hiçkimse uymaz, “olduğu-gibi”, evlilik kurumu gelir kurallarıyla birlikte, kimse uymaz, adına “aldatma deyip”, ağlayıp sızlanırlar, dinle ilgili kurallar koyup, sonra uymayıp günah-çıkarıp dururlar, vs. vs. yazması bile sıkıcı, bu saçma-sapan “iki yüzlüce duruşları”, Nietzsche’nin “insanca pek insanca” dediği tutum da budur işte… Çoğunluğun, ahlak-töre ve tüze dediği, “ikiyüzlüce” şarlatanlıktan başka birşey değildir. Her türden ahlak ve ilintisi olan kurallar, sonuna kadar şarlatanca bir “ahlaksızlığın” göstergesi olmaktan öteye gidemezler…

Çünkü; yaşam denilen her-zaman “öğreti” ve “kurallardan” fazladır ve hiç-bir öğreti, inanç sistemi, kurallar bütünü onu “sonuna kadar” kapsayıp/kavrayamaz. Tarihsel süreç içinde, yaşamla kurallar/öğretiler arasında bir çekişme yaşanmıştır, kuralların onca “caydırıcı olması” düşünülen yaptırımlarına karşı, “yaşam denilen” dizginlenememiştir ve hatta bu dizginleme çabasına karşı, “suç-denileni” artırarak tepki vermiştir.

Kurallar denilenler, nerden, nasıl ve ne adına ortaya çıkmıştır? Her-kuralın gerisinde bir “öğreti-olmak” zorundadır, “şöyle yapmalısın” buyruğu, “tek-başına” var olamaz, öte yandan hiç-bir öğreti yaşamın-devingenliği, dinginliği karşısında kendisini “güvende hissedememektedir”, yaşam denilen her-an o öğretiyi “param-parça” etmeye hazırdır, işte bu “kaygı-nedeniyle” öğreti sistemleri kuralları-dayatarak kendisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, “X türünden” bir “inanç sistemi”, ortaya çıkarılış sürecinde “kurallarıyla gelmek” zorundadır ve o kurallarıyla, insan ve hayat denilenin “yaşam enerjisini” burkup, her ikisini de “iğdiş edip” kısırlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu-yapmadığı zaman, kendi varoluş zeminini kaybetmek durumunda kalır. Kuralları yaptırımları olmasaydı, kaç kişi “ilahi dinlere” inanmaya devam ederdi? Cennet vaadi veya cehennem azabı korkusu olmasaydı, kaç kişi “inançlı olmaya” devam edebilirdi?…

Kurallar, sadece “biçimsel-formel” olarak dışardan verilmez, çok “sinsice” içsellik-kazandırılır ve hatta insan denilenler, bunlar üzerinden “üretilir”, “sistemlere pazarlaması” yapılır.

Kısacası, ahlaki, dinsel veya hukuksal içerikteki tüm kuralların amacı, sanıldığı gibi, hayatı düzenleyip “mümkün kılmak” değil, tam tersine, “yaşam enerjisini” baskılayıp, durdurarak, sistemlere/iktidar odaklarına -hizmet etmektir. Bu şekilde “yetiştirilmiş özne artıkları”, sürekli iktidarlara servis yapmaktan başka bir işleve sahip değildir.

Muhafazakâr değerlerin baskın olduğu bir Karadeniz kasabasının sahilinde, kız kardeşimle bir ağacın altında akşamın 8–9 sularında oturmuş sohbet ediyoruz, birden bire etrafımızda 5–6 genç peyda oldu ve son derece küstah, destursuz bir biçimde bizi sorgulamaya başladılar. Kimsiniz, utanmıyor musunuz, arkada evler aileler var vs. vs., kız kardeşim ağlamaya başladı, ben “öfkeden” gerildim, “kas ketlenmesini” yaşadım, ne konuşabiliyorum, ne de eyleyebiliyorum, kardeşim, o benim abim demesine rağmen inanmıyorlar, kendilerinde şu hakkı sorgusuzca görüp, “kimliklerinizi gösterin” diyebiliyorlar…

Şimdi bu durumu “nasıl okumak” gerekiyor, kendilerini “namuslu-ahlaklı sanan” bu “zavallı” namussuzca ve ahlaksızca tutum karşısında nasıl bir duruş sergilemek gerekiyor? Nietzsche’nin, “zavallıca dediği” tutumun bire-bir “somut karşılığı”. Bu gençlerin-kendisi aslında kardeşimle yaşadığımızı düşündükleri şeyi kendileri-yaşamayı istiyor, hemde sonuna değin, ancak içlerindeki bu “yaşam-isteği” canavarının “uyanmasından” korkuyorlar, işte bu korkuyla savaşmamak ve bununla yüzleşmemek adına bir “ahlak-düşkünü” kesiliyorlar, bir anlamıyla deklere ettikleri şu; “ben yaşayamıyorum, o halde hiç-kimse yaşamamalı”, kapanın örtünün, böylelikle ben de kendimi “güvende hissedeyim”…

İşte, ahlaki/törel ve tüze denilen içerikteki tüm öğreti ve kurallar bunun ifadesidir ve bu ifade ediliş biçimi “yaşamdan söküp” çıkarılmalıdır, bu da “öğreti denilenleri, “kaynağında kurutabilmekle” mümkündür.

Bir başka örnek, bekâr üç erkek arkadaşla birlikte bir evde kalıyoruz, üstümüzdeki dairede bir taksi şoförü oturuyor, eve zaman zaman bayan arkadaşlar, kız öğrenciler çeşitli nedenlerle gidip-geliyor, bunun üzerine mahalle sakinleri, gidip bizi evsahibine şikâyet ediyor, bunlar eve karı-kız atıp âlem yapıyor diye, ev sahibi çağırıyor, bi sürü şey söylüyor, bu insanların algı-anlam dünyaları gereği, “konuşma zeminini de” bulamıyor insan, heh, bundan sonra daha dikkatli oluruz deyip evden ayrılıyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla oturmuş, ertesi gün mesai olmadığı için, sohbet ediyoruz, birden kapı sertçe vurulmaya başlıyor, kim o diyorum, üst komşu diyor, tetikte bir şekilde kapıyı açıyorum, alkol almış, ayakta zor duruyor, naralar atıyor, elinde bir bıçak ve şunu diyor; “ülen burada ha bire âlem yapıyonuz ve bi kez olsun beni çağırmadınız, bu delikanlılığa sığar mı ha? İşte bir “namuslu namussuzluk” örneği daha ve bu ülkede bu türden olan, namus-bekçilerinin sayısı oldukça fazla, içlerindeki “yaşam enerjisinin” baskısının korkusuyla bir “ahlak canavarı” haline gelen kesim, Nietzsche’nin çok “teorik/spekülatif” sanılan çözümlemeleriyle “birebir örtüşen” durumlar, “ahlak-denilen” her türden “öğreti” bizzat “ahlaksızlığın” kendisinin ifadesinden başka bir-şey değildir…

Sonuç olarak, “kurgucu düşünme” ve uzantısı getirisi olan, “düşük nitelikli” “değer anlayışlarından” kurtulunmadığı sürece, “ehtik denilen” sorun yumaklarının içinden çıkabilmek şöyle dursun, bu konuda düşünmeye çalışanın kendisi de yumağın düğümleri-haline gelir, kendisini kaybetmek zorunda kalır, yumağı çözmek yerine bu sefer “kendisini çözmeye” çalışır.

Neye göre nasıl yaşamalıyım, insan edimlerinin “temel amacı” nedir gibi sorularla ve bu soruları hazırlayan zeminlerden hareketle, “yaşamsalı-çözündürmek” olanaksızdır, olanaksızlığın da ötesinde, bu duruş/biçimi sorunun doğurucusu konumundadır…

Yaşamak, bir sanat eseri gibi ve kadar dilsiz, ucu açık, “çağrışımsal” ve “kendi kendisiyle” başbaşa bırakılmalıdır, o ancak bu durumda kendi “hakikatini” ve “doğrularını” bulacaktır…

1 - 2
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP